Ya Kanal-Ya İstanbul: Şiddetin Görünür Kıldığı Bir Dünyada Görünmeyeni Okumaya Çalışmak

KORHAN GÜMÜŞ

^Kanal İstanbul’u nasıl biliyoruz? Kanal İstanbul’un doğal kaynaklara vereceği zararlar, deniz ulaşımı için öngörülen işlevlerdeki çelişkiler ve belirsizlikler, yeni yerleşim alanlarının yaratacağı nüfus baskıları, finansman yöntemindeki sorunlar, anlaşmalar ve uluslararası ilişkilerdeki riskler… İktidar tarafında ise Kanal İstanbul Projesi tamamen idari bir tasarruf, bir fiili durum olarak karşımıza çıkıyor. Tamamen tartışma dışı bir yöntemle ve “isteseler de, istemeseler de yapılacak” kaydıyla. Bu tartışmada benim kafamı kurcalayan soru şu: Kanal İstanbul hakkında bildiklerimiz onu kavramak için acaba yeterli mi?

Hatırlarsanız bir bilim insanı, Cemal Saydam “Kanal İstanbul yapılamaz, onu unutun” demişti.

Bir ideolojik pratiğin akla aykırı olarak tanımlanması, acaba onun varlığının yeterince bilindiği anlamına gelir mi? Ortaya çıkarması muhtemel olan sorunlar nedeniyle Kanal İstanbul’u yalnızca akıl-dışı olarak tanımlamak, onun varlığına yol açan koşulları, sorunları idrak etmekten mahrum kalmak anlamına gelir mi? Bütün ideolojik pratiklerde olduğu gibi, Kanal İstanbul konusundaki söylemlerde de bir tür bilinçaltının, görünenler gibi görünmeyenlerin de bulunduğunu, bunların görüntülerin dışında kalmasının belli nedenleri olduğunu düşünüyorum. Söylemlerin gösterdiklerinin dışında göstermediklerine nasıl ulaşabiliriz? Ortada hiçbir iz olmadan bunu yapmak mümkün değil. Ancak görüntülerin ve söylemlerin kendi içindeki tutarsızlıklar, kırılmalar semptomatik bir okuma için elverişli olabilir.

Althusser’in “semptomatik okuma” kavramını yeniden ele alan Jean-Marie Vincent görüntülerin ve söylemlerin “yalnızca kendi mantıksal düzenlenişleri, argümanları nedeniyle değil, onların düzenini bozup, zayıflatan çelişkiler yüzünden de ilginç olduklarını” söyler1. Söylemlerdeki ve belgelerdeki tutarsızlıkların tıpkı diğer psikotik olaylar gibi bir klinik çalışmayla ele alınmaları, yani hata, doğru ile yanlış, kötü niyet gibi bildik anlamlandırma kategorilerin dışındaki varlıklarının da dikkate alınmaları gerektiğini söylemek mümkün. Tutarsızlıklar çoğu zaman görülmesi istenmeyeni gösterebilirler. Anlatıya direnerek sergilenenlerden daha farklı bilgiler verebilirler. Söylemlerdeki tutarsızlıklar çoğu zamlan tıpkı dil sürçmeleri gibi, bastırılmış olanın açığa çıktığı noktalar olarak görülebilir. Onlar yalnızca kendilerini gösterdiği biçimde görmeye zorlayan argümanların temsil boşluklarını dolduran irade-dışı gerçeklik parçaları olarak işlev görürler ve çoğu zaman söylemin iradesinin ve menzilinin dışında hareket ederler.

Bu açıdan bakıldığında Kanal İstanbul projesiyle ilgili görüntülerdeki ve söylemlerdeki tutarsızlıkların kamuoyuna sunulan bilgilerden farklı anlamları olabilir. Onları ötekileştirmek, algı alanı dışına taşımak yerine okumaya çalışmak ilginç olabilir. Bu okuma biçimine göre tutarsızlıklar arızi durumlar ya da yanlışlıklar olarak değil, görüntülerin yapısını ele veren bir tür gerçeklik izleri olarak dikkate alınabilir.

Kanal İstanbul hakkında bildiklerimiz onu kavramak için acaba yeterli mi?
Her ne kadar ortalıkta görünmeseler de üniversitelerden 200 uzmanın çalıştırıldığı söyleniyor. ÇED Raporu hazırlatılıyor ve onaylatılıyor. Plan tadilatı yapılıyor ve askıya çıkarılıyor. Kanal İstanbul şehrin master planı mahiyetindeki Çevre Düzeni Planı’na işletiliyor. Bunlar gerçekleşen idari eylemliliklerin normlara uygun olarak yapıldığını göstermek için.

Bakan tarafından yapılan açıklamada Kanal İstanbul çevresinde yer alması planlanan yeni şehirde üç-dört katlı binalardan söz edilirken Cumhurbaşkanı’nın televizyon kanalındaki konuşmasına eşlik eden, "şu güzelliğe bir bakın" diyerek sunulan görsellerde 40-50 katlı gökdelenler yer alıyor. Yatay şehircilikten söz edilirken görüntülerde gökdelenler… Kolajla bir araya getirilmiş binalar… Planlarda öngörülen nüfus projeksiyonlarında da yaklaşık iki-üç kat gibi büyük farklılıklar… Bunlar daha ilk bakışta dikkati çekiyor. Bu tutarsızlıklar neye işaret ediyor olabilirler? Anlıyoruz ki Kanal İstanbul için ortada henüz bir proje yok. Projeyi yüklenici yaptıracak ya da geliştirecek.

Peki başka daha neyi anlamalıyız? Proje yok, çünkü proje yapılmış olsa, o zaman yatırımcıların ne yapacakları, ne kadar gelir elde edecekleri belli olacak. Demek ki bu şehircilik modelinde imar hareketleri örtülü olarak bir kişinin ya da zümrenin idari tasarruflarının elinde olacak. Koskoca şehirler neredeyse bir kişinin iki dudağının arasında şekillenecek. Şöyle bir düşünelim. Kanal için 75-100 milyar TL civarında bir maliyetten söz ediliyor. Ne olacağı belli olmayan şehrin maliyetiyse bunun iki-üç katı. Bu büyüklükte bir şehircilik operasyonu öngörüyorsunuz, ihaleye çıkılacağını söylüyorsunuz ve ortada henüz projesi yok. Peki projesi olmayan bir şey nasıl ihale edilebilir?

Bu tutarsızlıklar herkesin bildiği ama dile getirilemeyen çok boyutlu bir soruna işaret ediyor olabilir. Örneğin, bir şehrin masa başında bürokratik bir akıl ile planlanmasının imkansızlığına. Bu ihmal bu totaliter planlama anlayışının, şehrin bir eşya gibi tasarlanmasının yarattığı krizin bir semptomu olarak görülebilir. Şehirlerin tasarlanabileceği fikri sorgulanmamış ve üzerinde çalışılmamış bir ideal olarak devletin sembolik sınıflarının pratiklerinde yeniden üretilmekte ve korunmaktadır. Söylem bu gerçeklikle yüzleşmek, sorunu katılım yöntemleri ile çözmeye çalışmak yerine onun, planlama fikrinin üzerine bir “çizik” atar ve onu bu haliyle içselleştirir. Yukarıdan şöyle seslenir: “Siz ne deseniz de, ne yapsanız da bu projeyi yapacağız. Akıl ve bilim ışığında olduğunu varsaydığınız şeyleri, kamu adına temsil ettiğinizi zannettiğiniz kendi ayrıcalıklarınızı bir kenara koyun. Buradaki mesele başka.” Bu durumda ideali dönüştürmek yerine kentsel hareketliliği projelerle yönlendirme yolunu seçer. Bu tercihle bürokratik aklı temsil eden simgesel sınıfın üzerine “çizik” atılır. Bu eylemle bu ideal hiç dokunulmadan, saklandığı imtiyaz alanlarında özenle muhafaza edilir. Varlığı ile kural-dışı idari tasarrufları motive eder. Örneğin itiraz edenlerin sıklıkla “siz Boğaziçi Köprüsü’ne de karşıydınız” sözleriyle itham edilmeleri böyle bir şeydir. Sanki bugün haksız oldukları ispatlanmış ve bu konudaki tartışmalar kapanmış gibi.

Ötekinin var olmadığını ispatlama arayışı
Kanal İstanbul projesi bir ideolojik pratik olarak da ele alınabilir. Burada totaliter planlamayı aynı anda koruyan ve silen, ona rakip yeni bir istisna rejiminin inşa edildiğinin işaretleri yer alır. Bu da çatışmalar, rekabetler ile bir ideolojik pratiğin inşa edilmekte olduğu anlamına gelir. Bunlar şehrin dinamiklerinin denetim altına alınması ve yeniden üretimi için yapılması gerekenlerdir.

Louis Althusser’e göre ideoloji, bilimsel veya entelektüel mübadelenin karmaşık seviyesinden çok daha gündelik hayatla ilgilidir. Gündelik konularda disipliner bilgilerin eylemselliklerine maruz kalanların kendilerinin idelolojilerle temsil edildiklerine inanır. Siyasetle bağın çoğunlukla bu şekilde kurulduğunu görmek olası. Althusser’e göre “ideoloji her zaman hem aygıtta, hem aygıtın pratiğinde var olur.” İdeolojiyi üreten maddi pratik mekanı şekillendirirken kendisini yeniden üretir. “İdeoloji maddi bir pratiktir, yani varoluşu maddidir”2.

İdeolojik pratiklerde görüntüler (temsiller) ve söylemler gösterdiklerinden daha çok perdeleyici bir işlev görebilirler. Neyi görmemiz, neyi görmememiz gerektiğine dair bizi koşullandırırlar. Kanal İstanbul’u yalnızca bir proje olarak algılamak, ulaşım projelerinde, köprülerde olduğu gibi tartışmak, mantığını anlaşılmaz kılabilir ve yanıltıcı olabilir. İdeolojik pratikler “akıl” karşısında “akıl-dışı” gibi gözüken farklı bir çerçeve oluştururlar. Bu durumda onların ne olduklarını gösterecek olanın yalnızca doğru ile yanlış kategorilerinden ibaret olmadıkları söylenebilir. Kimi durumda doğrular yanlışları, yanlışlar doğruları gizler; söylemler birbirini perdeler; iktidarlar, iktidarları görünmez kılar. Bu karşıtlıklar silsilesi içinde onların toplumsal yaşamı nasıl dönüştürdüğünü, nasıl yeniden ürettiğini anlamaktan mahrum kalırız.

“Kanal İstanbul doğru değil” demek, Üçüncü Köprü’nün, Üçüncü Havalimanı’nın (İstanbul Havalimanı) neden oraya, kuzeye, İstanbul'un ormanlarının içine, şehrin doğal kaynaklarının üzerine yapıldığını anlamayı reddetmek gibi olabilir. Tıpkı fiili duruma karşı kayıtsız kalmak gibi. İdeolojiyi kapitalizm, yani şeyleştirilmiş bir toplum düzenin içinde özneyi kuran bir arzu olarak yorumlamak mümkün, birçok düşünürün işaret ettiği gibi. Arzu, inkar edilen çelişkinin motive ettiği bir ideolojik inşa sürecidir. Neo-klasik rejimlerde kitleler arzu sayesinde yasaklamalar, dışlamalar, ötekileştirmelerle, yasaklamalar içeren hazır yapım kimliklerle özdeşleşir. Bu yüzden ideoloji, yasaklamalar ile “arzuyu baskı altına alma değil, arzuyu yaratma pratiği” olarak görülebilir3. Yasaklamalar ya da kurallar arzuyu silmez, tam tersine güçlendirir. Arzu, öznede libidinal bir etkinlik olarak yasaklarla desteklenir, yeniden tesis edilir.

Gerçeğin bulunduğu yerde durması ve temsil edenin kendi ellerinde olması
Eğer elde ettiğiniz gücün keyfiliğinin sorgulanması istenmiyorsanız, gerçeğin sizden bağımsız bir şekilde bir yerde bulunduğuna ve onun sizin tarafınızdan temsil edildiğine başkalarını ikna etmeniz gerekir. Söylemlerin tertip ediliş biçimi keyfiliklerini gizler. İktidar üzerinden kamusal alanı tanımlama imtiyazı, kamu-özel karışımı yapılar, tekelci ilişkiler… 2009 yılında Büyükşehir Meclisi’nden oybirliğiyle geçen İstanbul Çevre Düzeni Planı siyasetçileri ikna etmiş gibi görünüyordu. Bir şirketin altında, kamu-özel karışımı tekelci bir yapı içinde yer alan uzmanlar bu yapı içinde “bilim adına” yer aldıklarını söylüyor ve şehri planladıklarını zannediyorlardı. Hatırı sayılır bir bilgi birikimine karşılık bu planların da bir idrak sorunu içerdiği varsayılabilir. Çevre Düzeni Planı’nın yönlendirici olma vasfı taşıdığı, kentsel hareketliliği temsil ettiği, şehrin nasıl gelişmesi gerektiğini, nelerin doğru ve nelerin yanlış olduklarını gösterdiği varsayılır. Dönemin Belediye Başkanı’nın söylediği gibi “Çevre Düzeni Planı, İstanbul’un anayasasıdır. Ona aykırı bir çivi dahi çakılamaz.” Ancak bir büyük üniversite kurmaya yetecek devasa bir bütçeyle uzmanlar tarafından beş yılda hazırlanan İstanbul Çevre Düzeni Planı’nın gelişmeler üzerinde hiçbir etkisi olmaz. 500 uzmanla hazırlanan bu plan bir anda, bir helikopter gezisiyle çöpe atılır. Belediye Başkanı da bu sefer planların “yöneticiler için bir rehber, bilgi alınması gereken bir başucu kitabı” olduğunu söylemeye başlar. Demek ki planlar aynı zamanda neden uygulanmadıklarını anlamaktan, idrak etmekten yoksundur.

Bu açıdan söylemdeki tutarsızlığın ya da kırılmanın devasa bütçe ile hazırlanan bu planlardan bile daha bilgi verici olduğu söylenebilir. Kısa bir süre içinde gerçekleşen kırılma, bu yapı içinde dile getirilmeyenin ya da idrak edilmeyenin bir semptomu olarak ortaya çıkar. Şehri akıl ve bilim doğrultusunda tasarlayacağı varsayılan temsil, kendi arzusunun yasakladığı dürtüyü motive eder. Akıl ve bilim koyduğu kurallarla arzuyu silmeyi amaçlamaz, tam tersine onu canlandırır ve daha güçlü bir hale getirir. Eğer bu yönlendirici planlarla ilişkili gelişmeler yaşansaydı ve varsayıldığı gibi bir karar süreci olsaydı zaten Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı gibi projeler ortaya çıkmazdı. Temsil sizin yüklediğiniz anlama karşılık, kolayca devre dışı kalıyorsa, burada fail yalnızca onu bir anda, hiç zorluk çekmeden silen özne olmayabilir.

Akıl görümündeki disipliner şiddetin içindeki akıl-dışının serpilmesi Bu karar değişikliğini planlardaki disipliner alanlarla, doğru-yanlış gibi ölçütlerle anlamlandırmanın bu kırılmayı anlamaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Söylem kırılması bir tutarsızlık olduğu kadar, imtiyaz ilişkileri içindeki bürokratik devlet sınıflarının ideolojik pratikler karşısında ne kadar etkisiz ve kırılgan olduklarını da gösterir. Aynı zamanda da koruma, planlama gibi kavramların kendi kamu yararını temsil eden devlet sınıflarının imtiyaz alanlarını nasıl yeniden ürettiklerini de. Bu nedenle tutarsızlıklar, söylemin nasıl tertip edildiğine bakmamızı gerektirir.

Merkezi yönetim, Birinci Köprü’den başlayarak şehir ekonomisi üzerinde ulaşım projeleri olarak tanıtılan mekan pratikleri ile belirleyici olur ve mekanın yeniden üretimi ideolojik önem kazanır, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı, Avrasya Tüneli gibi. Merkezi yönetim kamuoyuna bu projeleri kendisi yaptırmış gibi gösterir ama gerçek öyle değil. Projeler yatırımcılar tarafından hazırlanır ve yönetime sunulur.

Merkezi yönetim yalnızca yap-işlet yöntemiyle projeleri devretmez, aynı zamanda şehrin dinamizmini ekonomik varlıklarını kendi denetimi altına alır, gelirlerine el koyar. Bunların hiçbiri yalnızca ulaşım projeleri değil, şehrin yeniden üretimini şekillendiren ideolojik pratiklerdir. Bu nedenle "İstanbul’un projeleri yerel yönetime bırakılamayacak kadar önemli” denir. Bu söylem, şehrin edilgen bir nesne olarak tanımlanmasını sağlayacak eylemselliklere işaret eder. Bu otoriter söyleme imtiyazcı piyasa aktörleri tabi kalırlar. Aynı şekilde kent yönetimi de geçmişte Çevre Düzeni Planı'nda olduğu gibi şehri edilgenleştirici eylemselliklerle cevap verdiği sürece direnemez. Tam tersine disipliner akıl gibi yalnızca doğrular ve yanlışlar içine sıkışıp kalmak, tutarsızlıkları silmeye, bastırmaya, ötekileştirmeye çalışmak, otoriter popülizmin akıl-dışı olarak dışlanmış yaşantısının daha da serpilip gelişmesine yol açabilir.

Çevre Düzeni Planı'nın başarısızlığı ya da çöpe atılması bu nedenle arızi bir durum değil, imtiyazcı ilişkiler içinde gelişen eylemselliklerin yapısal bir sonucu olarak görülebilir. İşbaşında gibi gözüken akıl bir anda akıl-dışı (çılgın) projelere karşı bir barikat oluşturmak şöyle dursun, şehircilik deneyimleri için filizlenmekte olan bağımsız yapılara, kişilere karşı tekelci bir yapı oluşturarak simgesel düzeyde çatışır gibi gözüktüğü gelişmelerin önünü açar. Birçok olay yalnızca onları oluşturan dinamikler sayesinde değil, aynı zamanda bastırmaya yönelik çabalarla da inşa edilir.

Sonuç
Şehri disipline edici söylemlerdeki insan-merkezci eylemsellikler mekanın yeniden üretiminde travmatik bir etki yaratır. Bastırılmış olanın semptomu olarak şehirsel hareketliliğin otoriter popülist eylemselliklerle temsil ediliyormuş gibi görünmesini sağlar. İktidar alanındaki ikircikli yapı hiç şüphesiz devletin sembolik sınıflarıyla siyaset arasındaki bir iktidar paylaşımı modelidir. Şehir bürokratik aklı temsil eden devlet sınıfları ile siyaset arasında bir rekabet alanıdır. Kanal İstanbul (ve diğer çılgın projeler) bu rekabeti sona erdirmeyi, rejimin hükümranlığını pekiştirmeyi hedefliyor olabilir.

İnsan merkezci disipliner temsillerde doğrulardan ve yanlışlardan söz edilirken bunların nasıl bir eşitsizlik ve şiddet kaynağı olduğu zannedersem hala anlaşılmış değil. Buna karşılık akıl-dışı gibi gözükenin bastırılmış olanı nasıl bir dönüşümle iktidara taşıdığını, akıl içinde gelişen bir akıl-dışı olarak nasıl inşa ettiğini anlayabildiği de tam söylenemez. Ayaktakımı olarak görülen, işaretsizleştirilen ve itibarsızlaştırılan geniş halk yığınlarının temsilcilerinin aynı politik ve sembolik kurumların içine yerleşerek iktidarı kontrollerine almaları devlet sınıfını temsil eden zümreler için hiç şüphesiz beklenmedik bir durum. Bu sınıfların ayrıcalıklarını koruma ve algılama sorunu ve bastırmayı inkar etmeleri sonucu sürekli yer değiştiren bir zeminde rejimin inşa edildiğini düşünüyorum. Bu nedenle ideolojik pratiklere karşı şiddet içermeyen farklı bir simgeselliğin nasıl inşa edilmesi gerektiği konusunda düşünmeye çabalamalıyız, doğruyu ve yanlışı belirleme takıntısıyla hareket etmek yerine.

Notlar
1 Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı. Sayfa 115, Ayrıntı Yayınları 2015
2 A.g.e. Sayfa 123
3 A.g.e. Sayfa 60 ^