"İyi Mimarlık Herkes Tarafından Farkediliyor"

FERHAN YALÇIN LEBRİZ ATAN KARAATLI SACİT ARDA KARAATLI

Tasarımdan uygulamaya bütüncül bir yaklaşımla ele aldıkları projeleriyle ve özellikle kamusal alanlardaki üretimleriyle ilham veren KAAT Architecture + Urban’ın kurucu ortakları Lebriz Atan Karaatlı ve Sacit Arda Karaatlı ile son dönemde gerçekleştirdikleri çalışmaları, Güney Amerika ve Avrupa’yı kapsayan gezilerinin detaylarını konuştuk.

Ferhan Yalçın: Antakya Köprübaşı Projesi ve Mecidiyeköy Sanat beni en çok etkileyen projeleriniz. Bana göre bu iki projede iki ayrı kuvvetli üretim biçimi var. Antakya Köprübaşı projesinde yarışma raporunun başındaki metin, projenin teknik olarak üretiminden çok “yer”in şiirsel üretimiyle ortaya çıkarttığı bir kentsel müdahaleyi ele alırken, Mecidiyeköy Sanat projesinde ise uygulamasının her adımı düşünülmüş, inşai süreçleri titizlikle ele alınmış bir üretim biçimi ortaya koymuşsunuz. İki uçta üretmek artık alışık olmadığımız bir üretim biçimi oldu. Bu iki üretim biçimi aslında sizin mimari anlayışınız diyebilir miyiz? Ve bu üretme alışkanlığını nasıl kazandınız? 

Sacit Arda Karaatlı: Antakya Köprübaşı ve Mecidiyeköy Sanat iki ayrı uçlarda gibi görünse de aslında birbirine çok benziyor. Antakya çok şiirsel bir anlatıyla başlıyor, bu şiirsellik “yer”in çok katmanlı olmasından kaynaklanıyor. Coğrafya sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış. Asi Nehri Lübnan'dan başlıyor Suriye'den geçiyor ve bize uğrayarak Akdeniz'e dökülüyor. Dolayısıyla burada bu çok katmanlılık üzerinden fikirler üretildi. Ama kentsel tasarım ölçeğinde olmasına rağmen oradaki yeldeğirmenlerinin bir tarafının çekiçlenmiş beton bir tarafının cilalı beton olması ve cilalı betonun Cumhuriyet döneminde inşa edilen şehre bakıyor olması çekiçlenmiş betonun ise antik şehre bakıyor olması gibi detaylar da düşünüldü. Bu bağlamda bahsettiğiniz Mecidiyeköy Sanat’taki düşünme / detay derinliği ile çok benzerler.

Lebriz Atan Karaatlı: Bu üretim alışkanlığı ofisten çıkan herhangi bir konsept projenin olabildiğince tamamlanmış olması gerektiğini düşünmemizden kaynaklanıyor. Bu, her detayın ve bu detayların sebebiyet vereceği hissiyatların ön tasarım aşamasına dahil edilmesinden kaynaklı bir durum. Yarışmalar için belki de hiç sürdürülebilir bir yöntem değil. Fakat bundan başka bir tasarlama yöntemi bilmiyoruz.

Bu üretme alışkanlığını bildiğimizi kanıtlama gerekliliğinden dolayı kazandık zannediyorum. Yaşımız görece daha gençken muhatabımıza elimizdeki enstrümanları iyi kullanarak “genç olabiliriz fakat bize güvenebilirsiniz” mesajını vermemiz gerekiyordu. Bu tavır bir üretme alışkanlığına ve tasarım metodolojisine dönüştü. Zamanla düşündüğünü yapabilme alışkanlığını kazandık. Bu yaklaşım, yarışma aşamasında ise Antakya Köprübaşı gibi uygulama aşamasında ise Mecidiyeköy Sanat gibi bir üretime dönüşüyor.

Antakya Köprübaşı Kent Meydanı ve Yakın Çevresi Kentsel Tasarım Proje Yarışması

FY: Mimaride hem detayı hem de o detayın yaratacağı etkiyi düşünmek çoğunlukla unutuluyor. Mimarlık okullarında bile yapı kürsüsü, bina kürsüsü birbirinden ayrılır hatta bazı okullarda yapı ve tasarım ayrı ayrı ilerler ya da öğrenci öyle görür. Sizin işlerinizde detay tasarımın kendisi için yapılıyor diyebilir miyiz? Bu böyle bir hikaye mi? 

SAK: Gerçekten böyle bir hikaye. Şüphesiz rahmetli M. Cem Altun’un çok büyük bir etkisi var bunda. İTÜ'deki kültürün içerisinde Cem Altun, detayın detayına kadar gelen ve onun tasarımın geneline nasıl etki edebileceğini bize çok iyi anlatan bir hocaydı. Lisans eğitiminin büyük kısmını onun dersleriyle geçirmek mutlaka etkili olmuştur. Peki, mesleğin ilk zamanlarında da böyle miydi? Tabi ki böyle değildi. Mimarın bakış açısı “bir noktada iyi bir şey yapmalıyım”dan sıyrılıp “şu an önümde yeni deneyebileceğim bir fırsat var, alışılageldik her şeyi yeniden kurabilirim" noktasına kırılıyor. Bu noktaya gelindiğinde tasarım – detay – sunum her şey özgünleşiyor. Bu da sağlam bir mesaiyle elde ediliyor.

Mecidiyeköy Sanat ve İstanbul Kitapçısı

FY: Yarışma kültürü size yazının ve detayın bir araya gelişini getirdi mi? Yoksa uyguladıktan sonra mı bunları gördünüz? 

SAK: Hissiyatlara odaklı dokunaklı bir proje raporu (bizim anladığımız anlamda tabi), iyi bir yapı detayı tarifidir aynı zamanda. Dolayısıyla yarışma kültürünün bunu getirmede ön ayak olduğunu söyleyebiliriz. Uyguladıktan sonra da bunu iyi şekilde becerebildiğimizi gördük.

FY: Karapınar GES Scada Binası Mimari Proje Yarışması raporunuzu “bu yeni dünyada doğayla bir arada var olmayı beceremeyen herhangi bir üretimin yeri yok” diyerek bitirmişsiniz. Mimarlık bu üretim biçiminin neresinde yer alıyor? Sizin tasarım anlayışınız da bu şekilde mi?

LAK: O cümledeki “bu yeni dünya” o projenin hedeflediği yeni gerçeklikleri tarifliyor. O yeni dünya yüz yıllık bazı alışkanlıkları kökünden değiştiren bir perspektif sunuyor. Fosil yakıtlardan temiz enerji üretme biçimlerine, maddi kazanç öncelikli üretim biçimlerinden iklimsel zararı olmama ilkesinin öncelendiği üretim biçimlerine, tek merkezli ekonomilerden merkeziyetsiz ekonomi modellerine çok katmanlı yeni bir perspektif bu. Ve bu dünyaya ait bir enerji üretimi yapacak yerleşke içindeki bir beyin yapısının inşai metodu bir önceki yüzyıla ait olmamalı, yeni dünyanın ilkeleriyle şekillenmeli mantığından türüyor. Dolayısıyla artık bütün üretimler doğayla bir arada olmayı becermeli gibi bir genelleme çıkmıyor buradan. Bununla birlikte, bizim üretim biçimlerimize baktığımda doğayla hep bir arada var olmaya dertlendiğimizi görüyorum.

Karapınar Güneş Enerjisi Santrali SCADA Merkezi Binası

FY: Ama üretimin kendisinde de var. Oradaki o toprağın yapılması, açıklıklar, boşluklar… Belki de bunda sonra böyle mi yapılmalı? sorusu da var. Artık doğayla mı üretim yapılmalı? Biomimicry gibi değil ama doğanın size verdiği yani iklimle ilgili şeyler mi olmalı? Zaten hep o tartışılıyor, çok klasik bir yere gitmeye başladık aslında. Vernaküler mimarinin tartışılma nedeni de oydu. Eskiden insanlar kendi binalarını yaparken iklimi düşünüyorlardı. Sonra her yerde aynı projeyi yapabiliriz dendi, sonrasında o da bir kenara kaldırıldı. Ama burada sizin yaptığınızda bambaşka bir teori var. “Yer”i anlayıp artı “üretim şekline" de bir gönderme. “Orası bir enerji santrali” diye düşünüp yaptığınız bir şey.

SAK: “Bundan sonra böyle mi yapılmalı?” sorusunun cevabını bilmiyorum ama diğer türlüsünün artık işe yaramadığını biliyorum. Eskisi gibi olmaması gerektiğiyle ilgili çok net bir fikrim var.

Eskiden Türkiye’nin yedi ikliminde yedi bölgenin hep kendine has bir mimarlığı vardı ama günümüzde onu kaybettik. Çağdaş mimarlığın detayı eksiltmesi ve üretim biçimlerinin artık çok fazla şekilde üretilebilir hale gelmesinden dolayı hepsi birbirine benzeyen yapılara ulaşıldı.

Şimdi geri dönmeye çalışıyoruz ama olmuyor çünkü kumaş tutmaz, o eski usta o malzeme gitti. Bu yöntem sanki o çemberi olması gerektiği yere tekrar getirebilir gibi görünüyor. Doğaya, bölgedeki malzemeye göre bir yaklaşımla tasarımlar yaptığımız zaman bambaşka yollardan da olsa ister istemez o yedi iklim yedi bölge gibi doğru noktaya ulaşacağız gibi geliyor. Geçmişte kalan üretim şekillerinin artık yeri yok dememin sebebi bu, olmuyor. Burada Banu Uçak’ın yazısına referans vereceğim, Türkiye’nin Avrupa konkurundan bu kadar uzaklaştığını bilmiyordum ama dünyadaki üretim biçimleri aslında bu dediğim şeylere evriliyor. 

Aynı zamanda WAF Jüri Üyesi de olan Banu Uçak yazısında şöyle diyor: En son pandemi öncesinde üç yıl önce yüz yüze yapılan Dünya Mimarlık Festivali’nden bu güne dünyada mimarlık diskurunun ne kadar dramatik değiştiğini, bizim koşullarımız geriye giderken, orada bambaşka bir gündem oluştuğunu bu sefer çok çarpıcı biçimde gördüm. Yıllardır gündemde olan, buralarda eskitilen her konu gibi içi boşaltılan “sürdürülebilirlik” kavramı artık dünyada gerçekten tasarım sürecinin merkezine oturan en önemli girdi haline gelmiş. LEED, BREAM gibi sertifikasyon sistemlerinin en üst seviyesini hedeflemek, özellikle benim jüri üyeliği yaptığım ofis yapılarında zaten bir standart haline gelmiş. Ancak yapım süreci ve yapının yaşam ömrü açısından da seçimleri daha sorumlu yapmak, dönüştürmek, adapte etmek, yeniden kullanmak ve tabii “yıkıp-yapmamak” medeni dünyanın neredeyse üzerinde uzlaştığı en temel konu gibi görünüyor.

Burada Banu çok da kazık bir soru soruyor ve çok sert bir eleştiriyle bitiyor: Biz bu konularda nerdeyiz ve bizdeki bu durum nereye kadar sürecek?

FY: Güney Amerika ve Avrupa’yı kapsayan altı aylık bir geziye çıktınız. Bu iki ayrı kıtadaki deneyimleriniz mimarlık pratiğinizi nasıl etkiledi? Gezinizle ilgili bir soru-cevap yapmışsınız, benim anladığım kadarıyla Avrupa'daki deneyimleriniz ve Güney Amerika'daki deneyimleriniz çok farklı.

LAK: Lineer bir fayda sürecinden bahsetmek yani şunları yaşadık/gördük ve bunlar şuna dönüştü gibi bir süreci farketmek mümkün değil. Tıpkı bir yemekteki proteinin vücudumuzda tam olarak hangi noktaya fayda ettiğini bilemememiz gibi. Fakat kümülatif bir faydadan bahsetmek mümkün.

Gezi, öngöremesek de çağdaş kent hayatı, doğa ve gastronomi ile arkeoloji ekseninde gelişti; ve bunlar ekseriyetle hispanic ülkelerde gerçekleşti. Dolayısıyla dil genellikle aynıyken yaşamın-yaşamlar üzerine kurulu tipolojilerin-kent hayatının çeşitli sebeplerden dolayı bu denli farklılaşmasını gözlemlemek oldukça ilginçti.

SAK: Akdeniz Avrupa’sı gezimiz çok doğal olarak biraz daha çağdaş kent hayatı ve bu hayatın aktörleri olan yapıları üzerinden oldu. Sonrasında Küba ve Meksika gastronomi ve bölgenin doğal güzellikleri üzerinden ilerledi. Güney Meksika ve Peru kısmında ise arkeoloji ve tarihi zenginlikler ağırlıklı bir gezi gerçekleştirdik. Bu şekilde üç ayaklı bir gezi oldu.

FY: Bu şekilde olmasını gitmeden önce kurgulamış mıydınız?

SAK: Tabi böyle olacağını varsaymamıştık. Biz Şili, Arjantin, Bolivya diye daha devam ederiz diye düşünüyorduk ama sonra paramız bitti. Çünkü çok kötü bir hesap yapmışız ve sırtımızda 15 kg çantalarla gezmekten de biraz da sıkıldık sanırım. 2012’de okulumuzu bitirdik, sonra ben 6-7 ay bir yerde çalıştım, uzun dönem askerlik yaptım, sonrasında birkaç yarışmaya girdik, 2016 Nisan ayında evlendik ve evimiz bile yokken eşyalarımızı toplayıp seyahata çıktık.

Reina Sofía Müzesi Ek Binası, Madrid - Jean Nouvel / Fotoğraf: Luis García

FY: Geziniz sırasında sizi etkileyen yapılar, kentler oldu mu? Sizi etkileyen yerlerden eskizler alabildiniz mi?

SAK: Yol ve kaldırım ilişkisini anlatan çok eskiz çizdik. İstanbul’da geniş kaldırımlara sahip öyle bir kesit yok maalesef. Sadece Bağdat Caddesi’nde var, orada da yıllardır iş makinalarından dolayı yürümek pek mümkün değil.

Madrid’deki Jean Nouvel tasarımı Reina Sofía Müzesi’nin ek binası çok etkileyici. Kırmızı devasa bir çatı geliyor geliyor ve eski binaya 20 santim kala duruyor, devasa bir konsol. Bu çok iç gıcıklayıcı bir ilişki, çıkarması çok zor bir notayı çıkaran bir virtüözün onu ballandıra ballandıra çok uzun süreler kesintisiz çalması gibi bir hissiyat.

Sevilla tabi kendine has yapıya sahip. Valencia’dan bahsetmeden olmaz. Hem denize girmek çok kolay hem de kent hayatı var. Biz de küçükken İzmir’den Çeşme’ye giderdik denize de öyle Çeşme çok yakın ama şehir hayatından denize girmeye gitmek ayrı bir operasyon gerektiriyordu. Valencia’da öyle değil mesela otobüse terliklerinizle binip beş durak sonra denize girebiliyorsunuz. Şehir hayatında insanlar çok sakin, çok para kazanayım derdi yok, orada doğmuş ve beş kuşaktır orada yaşıyorlar, ben Barselona'ya gideyim de büyük işler yapayım gibi bir dertleri yok. Bu, bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir anlayış maalesef. Biz çok telaşlı doğuyoruz ve çok telaşlı yaşıyoruz, kültürel yapımız da bunun üzerine kurulu.

FY: Siz İzmir’de doğup büyüdünüz sanırım. Aslında insan yaşadığı “yer”le var oluyor. Bu sizin hem mimari anlayışınızı hem gittiğiniz yerde etkilendiğiniz şeyleri de belirliyor. Ben de Osmaniye gibi küçük bir yerde büyüdüm. Sinema bile yoktu. İstanbul’a ilk geldiğimde çantamdan telefonumu çaldırdım mesela. Çünkü hırsızlık kavramı yok Osmaniye’de. İstanbul’da uzun süre yaşadıktan sonra ise Moda’da denize girildiğini görmek beni çok etkilemişti.

SAK: Barselona’yı İstanbul’a çok benzetiyorum ama orada şehir inanılmaz bir şekilde ayrılmış. İstanbul gibi bir gümrük bölgesi de var evet ama hemen yakınında denize girebileceğiniz tertemiz de bir plaj da var. Ben biraz gerçekçiyim bu tip konularda İstanbul’da bu konular çözülecek gibi görünmüyor. Orada halk talep ediyor, hayattan keyif almak istiyor. İstanbul’da ise insanların en önemli talebi bir yerden bir yere çok hızlı bir şekilde gidebilmek.

FY: İstanbul’da denize girme kavramı bana çok uzak geliyor hala. Girmem heralde diye düşünüyorum.

SAK: Öğrenmenin dört aşaması vardır. Bilmediğinin bile farkında değilsindir. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bizler böyle şeylerin farkında bile değiliz, bunları bilmediğimizi bilmiyoruz. Biraz bilsek, bu keyifleri tatsak, belki bunları talep etmeye başlayacağız. Sosyo-kültürel ağırlık biraz gezip gören insanlardan yana ağır bastıkça bence şehirler değişecek. Bizim yaptığımız şey sanat gibi gözükse de ondan çok farklı bir yanı var. Bir şeylerin bizden talep ediliyor olması gerekiyor. Bunun olabilmesi için de orada yaşayanların ve belediyelerin sorunlardan rahatsız olup daha iyisini talep etmesi gerekiyor.

FY: Bir söyleşinizde Portekiz ve Akdeniz mimarlığındaki üretim biçimine benzer bir ölçek ile devam edeceğinizi söylemişsiniz. Bu bölgedeki mimaride hangi sınırlar sizi etkiledi? “Var olan hıza karşı doygun mimarlık üretimi” kavramını bu bölge mimarisinden etkilenerek mi geliştirdiniz?

SAK: Orada üretilen mimarlığı bu kadar benimsememizin sebebi hayatın ince zevklerine daha fazla para harcamayı tercih etmiş insanlar için üretilen bir mimarlık olması. Yıllar önce Cem Sorguç, Celal Abdi Güzer’le bir sohbetinde, “Neden o coğrafyalardaki mimarlık o kadar iyi?” diye konuşurlarken “ufuk görüyor” demişti. Bence de böyle bir tarafı var. Ufku açık insanların çok varlıklı olmasına gerek yok. Hayattan daha çok zevk alabilen insanların yaptığı işlerle örülü bir küme tanımlarsak bu kümenin içinde olmak gibi bir gayemiz var. Dolayısıyla çok yüksek metrekareli inşaatlar çok büyük bütçeli işler çok büyük başarılar değil de, hayatın rafine zevklerini bilen kullanıcılar ve bu eksende süregelen bir tasarım sürekliliği esas hedefimiz.

Vatan Caddesi Protokol Tribünü

FY: Vatan Protokol Tribünü de sizin diliniz ama başka bir şeye dönüşmüş, başka bir şey demiş gibi. Orada tasarıma bir müdahale var mıydı?

SAK: Bu tespit çok doğru çünkü strüktürün şu anki kullanımı ile verilen brief birbirinden farklı. Öncelikle bu yapı geçici bir strüktür olarak istendi. Her resmi tören sonrası sökülecek, depolanacak ve bir sonraki etkinlikte tekrar kurulacak şekilde tariflendi. Dolayısıyla seçilen malzemeler kalıcı olmama esasına göre seçildi. Diğer önemli bir faktör de zamansızlık. Açılıştan elli gün önce iş bize verildi, tasarlandı, sunuldu, onaylandı, çizimleri yapıldı, on gün kala ise imalat başladı ve açılışa yetişti. Kontrol de ettik ama orasını düzeltelim burayı tekrar imal edelim deme şansımız zamansızlıktan pek olamadı, bir sonraki etkinlikte içimize sinmeyen yerlerinin giderileceği sözüyle o süreci tamamladık.

Kamu kurumları günü kurtarma projelerine çok yatkın, belki de kamunun bu yolda yürümesine yardımcı olan günü kurtaran sihirbazlar olmaktan çıkıp, kamunun bu tarz işlerle bizim paramızı harcamasının önüne geçen, bu işlerin doğru şekilde nasıl yapılması gerektiğini anlatan, direten gerekirse de yapmayan sivil aktörler haline gelmeliyiz. Bu sürecin bizim için kazanımlarından biri de bu farkındalık oldu.

İmalattaki sıkıntılara rağmen yine de önemli bazı yanları var o yapının. Öncelikle temelsiz bir yapı, geçici olarak tasarlanmış strüktürel çözümleri olan bir yapı, ve buna rağmen İstanbul’un tarihinde gördüğü en sert iki kışı geçirdi. İmalat hızını artırmak için optimize edilmiş bir tasarım prensibi var, her bir panelin 1 derece dönmesiyle elde edilen basit bir tasarım. Bizim için en büyük kazanım ise Selami Gürel. Danışman ekibin ne kadar önemli olduğunu zamanla anlıyoruz. Şu an arkamızdaki danışman ekiple her konuyu çözebiliyoruz ve bu büyük bir rahatlık sağlıyor.

Selami Gürel gerçekten çok büyük bir şans oldu o anlamda. Türkiye’deki göze çarpan 1-2 işe baktığınız zaman altından mutlaka Selami Bey’in dokunuşu çıkar. Kendisini saygıyla anıyoruz.

FY: Mimarlık yayıncılığı ile ilgili üretmeye başladıktan sonra mimarların eleştiriden korktuğunu farkettik. Hatta bir hocamız cesaretli davranıp mimarlık eleştirisi yayınlayabilecek misiniz? diye bir soru sordu bize. Benim son zamanlarda gördüğüm Aykut Köksal Emre Arolat’ın Sancaklar Camisi ile ilgili bir eleştiri yazdı ve sonrasında hemen yayından kaldırdı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? “Farklılık” ve “tanınır mimari üretimler” kavramları üzerinden Türkiye’deki mimarlık ortamını eleştirecek olsanız neler söylemek istersiniz?

SAK: Eleştiri kültürü, sosyal ilişkilerini rasyonel bakış açısıyla yürütebilen toplumlarda mümkün olabilir. Biz toplum olarak bu tarifin tam zıt ucunda duruyoruz. Duygularıyla hareket eden ve her aksiyonu olduğu gibi değerlendirmektense altındaki niyete odaklanan bir anlayışla sosyal hayat yaşanıyor. Dolayısıyla eleştirilenin, eleştirinin altındaki niyete odaklanmasının olağan bir refleks olması gibi; eleştirenin niyetinin de bağcıyı dövmek olması bu toplumlarda sıradan bir durumdur. Bu, rasyonel bir şekilde sosyal ilişkiler kurmayı başaramayan toplumlar için genellikle geçerlidir. Anadolu kültüründen gelen toplum yapısı cemaat yapılanmasına yakındır. (gemeinschaft). Çağdaş toplumlar ise bu yapılanmayı cemiyet esasına (gesselscahft) göre kurar. Dolayısıyla Türkiye’deki tasarım ortamı hatta sosyal ortam “tasarım eleştirisi” gibi steril bir konuya uygun değil.

Kişilerin entelektüel düzeylerinin şahıs ya da aile düzeyinde yüksek olması, bir ya da iki kuşaktır seçkin ve elit (bu kelimeyi gündemi belirleyen olarak kullanıyorum) kesimin mensubu olmaları eleştiri kültürünün sağlıklı var olabileceği bu toplumu oluşturmak için yeterli değil. Bu süreç dünya genelinde en az beş kuşak sürer. Bugün mimarlık ortamını oluşturan aktörlerin ailelerinin büyük bölümü, beş kuşak öncesinin Türkiye’sinde iyi bir tahsil görmeyi bırakın yurttaş kimliğine bile sahip değildi. O gün Türk halkının ne durumda olduğunu merak edenler Ruşen Eşref Ünaydın’ın Atatürk’ü Özlemek kitabını okuyabilirler.

Mustafa Kemal Paşa sayesinde bir milli kimlik sahibi oluyoruz. Cemiyet esasına dayalı bir sosyal hayat hedefleniyor. Sosyo kültürel hayat bu şekilde örgütlenmeye başlıyor. Varlık transferi gerçekleşse de kültür transferi entelektüel derinliği oluşamamış toplumlarda uzun soluklu olamıyor. Şahsi kazançlar toplumsal kazançlardan üstün hale geliyor. Şahsi kazançları toplumsal kazançlara yeğleyen meslek insanlarının sayısı toplumda baskın gelmeye başlıyor. Günümüzdeki geldiğimiz noktada kendini başka bir gerçekliğe ait hisseden fakat eylemleriyle tam da içinde bulunduğu gerçekliğin bir yansıması olan insanlarla dolu bir zümre bahsettiğiniz mimarlık ortamı. İşte böyle bir toplulukta eleştiri kültürü var olamaz.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta ise mimarlık eleştirisinden ziyade mimarlık övgüsü. Süreçlerin olması gerektiği gibi ilerlediği ülkelerde mimara mimarlığıyla ilgili, çıkan ürünün rafine olma haliyle ilgili soru sorulabilir ve eleştiri yapılabilir. Çünkü bu toplumlarda mimarın – tasarım ve uygulama sorumluluğu dışında yönetmesi gereken bir bürokratik süreç olmadığına emin olabiliriz. Örneğin bir yarışma projesinin yapılabilmiş olması ya da bir projenin kontrolörlüğünün alınması; süreçlerin olması gerektiği gibi ilerleyen ülkelerde sıradan bir durumdur.

Bizim gibi toplumlarda bu süreçleri yönetebilme becerisi tasarım ürünün kendisinden daha ön plana çıkıyor. Dolayısıyla bir yapıyı hayata geçirebilmiş olmanın övgüsüyle tasarımın övgüsü birbirine karışıyor. İdarelerle yapılan zaman ve fiyat pazarlıklarını, bastırmaları – çekilmeleri, kontrolörlük için yapılan ikna atakları, sözleşme aşaması, ve sonra yapının inşai aşamalarındaki karmaşık ilişkileri yürütebilmiş olmak öylesine büyüleyici ki. Bu büyüleyici duruma gözlerimizi biraz kısarak bakmalı ve yapılabilmiş olmasıyla salt tasarım ürününün övgüsünü birbirinden ayırmalıyız.

Çok hızlı ve onlarca inşa edilerek depreme dayanıklı hale getirilen brüt beton ağırlıklı eğitim yapılarından çok hızlı ve onlarca inşa edilebilme becerisini çeksek, onlardan hala araziyle benzersiz ilişkiler kuran övgüye değer mimarlıklar olarak bahsedebilir miydik?

Tam da olması gerektiği gibi ilerleyen bürokratik süreçler, bütçe ve süreleri uluslararası standartlarda olan bir sözleşme ve hiç tartışmasız şekilde mimarından alınan kontrollük hizmetlerinin olduğu bir dünyada, yani çıkan ürünün üçüncü partiler tarafından negatif şekilde etkilenme ihtimalinin minimalize edildiği bir dünyada bugün övdüğümüz yapıları ve mimarları hala bu şekilde övmeye devam eder miydik?

FY: İstanbul’da veya Türkiye'de sizi en çok etkileyen yapı hangisi?

SAK: Bu sorunun tek bir cevabı yok, çünkü bir şeyden etkilenme konusu kişinin o anki farkındalık durumuyla ilgili bir konu. Bu soruyu bana çocukken sorsaydınız mahallemizdeki bazı köşkler derdim. Evlerimizde her an görmediğimiz farklı bazı unsurlar bana çok etkileyici gelirdi. Fakat Alsancak’taki bazı apartmanların merdivenleri ve giriş hollerindeki seramiklerde, Hatay’daki TİBAŞ apartmanı ya da Konak Belediye Binası gibi yapılarda tam olarak ne hissedeceğimi bilemediğim ama farklı bir şeyler olduğunu anladığım durumlar olurdu. Lisans eğitimim bittiğinde anladım ki çocukken bana dikkat çekici gelen unsurlar aslında tek bir üst başlıkta birleşiyor: İyi mimarlıklar. Mimarlığın bu yönü beni etkiliyor. Bir çocuğun bakıp dokunup etkilenebileceği ve beyninde farklı kıvılcımların ateşlenebileceği bir yapı çok anlamlı. Bu bağlamda Yılmaz Sanlı’nın tasarladığı İstanbul Florya’daki Beyti Restoran çok iyi bir örnek. Oraya giden her çocuğun, çocukken benim farklı yapılar için hissettiklerimi hissedeceklerinden eminim.

Beyti Lokantası, İstanbul - Yılmaz Sanlı

Seyahatten önce Türkiye’de beni çok etkileyen bir konut yapısı olduğunu düşünebilirdim. Fakat Küba ve Meksika’daki örnekler ufuk açıcıydı. Dış mekanın iç mekanla bu denli iç içe olması, evin içine yağmur yağabilmesi ve bunun da o kadar dert edilecek bir şey olmadığı, odaların bir araya gelip tarifli açık mekanlar üretmesi gibi bir tasarım alternatifini gördükten sonra, bu konunun hiç irdelenmemiş olması can sıkıyor. Türkiye’deki müze yapılarından beni çok etkileyenler olduğunu söyleyebilirdim fakat Museo del Templo Mayor’un tarihsel kalıntıların arasındaki rijit tavrını ve iç mekan zenginliğini, ya da Jean Nouvel’in Madrid’teki yapısını artık bilir hale geldiğinizde bunlar sizi etkileyen yapılar olmamaya başlıyor. Türkiye’deki eğitim yapılarından beni etkileyenler olabilirdi, Kuzey Avrupa’daki ya da İspanya’daki anaokulu dahil çağdaş eğitim yapılarını görmeseydim.

Yanlış anlaşılmaya imkan vermemek için kelimelerimi çok dikkatli seçmeye çalışıyorum ama bir yapıdan ne kadar etkilendiğiniz ne kadar çok şey gördüğünüzle alakalı. Türkiye’de ve İstanbul’da şüphesiz iyi mimarlıklar var fakat bizi çok etkileyen bir yapı aklıma gelmiyor.

FY: Derslerine girdiğim, duygusal mimari çeşitlilik görme imkanı bulamamış öğrencilerimi bazen bir yerlere gönderiyorum. Benim de önerilerim çok çeşitlenemiyor maalesef. Sizin de örnek verdiğiniz gibi kardeşim mimar değil ama Beyti Restoran’dan o da etkileniyor. “İyi mimarlık”ın herkes tarafından farkedildiğini görmek güzel gerçekten.

Etiketler: