Antroposen Çağında İnsan ve Kent: Yeni bir Hikaye Peşinde

EVREN AYSEV

Kentin Muhalif Yüzü köşesinde Evren Aysev, yeryüzü ile kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmek için biyoçeşitlilikten büyümemeye dek kentlerin sunduğu potansiyelleri kaleme aldı.

Yunan mitolojisine göre insanın hikayesi bir hata ve unutuşla başlar, hırsızlık ve kibirle devam eder. Yeryüzünün tüm canlılarına tanrısal bir armağan vermekle sorumlu Titan Epimetheus, hediyelerini dağıtırken insanı unutur. Onu özel kılan hiçbir niteliğe sahip olmayan bu zavallı varlığın imdadına ise, unutkan Epimetheus’un kardeşi Prometheus koşar. Tanrıların katından ateşi çalar ve insanlığa armağan eder.

Yeryüzünde hayatta kalabilmek için (kas gücü, hız, keskin duyular vb…) gerekli fiziksel vasıflardan yoksun insan, techne ile; yani yaparak ve yaratarak dünyaya uzanır. Fransız düşünür Bernard Stiegler’in de bahsettiği üzere insan dünyayı kendi bedenine dahil etme, çevresiyle hemhal olma yeteneği ile var olur, canlı ve cansız varlıklarla dolaşıklık içinde, onları uzantılayarak dünyaya tutunur. Beslenmek, barınmak, ısınmak gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için olduğu kadar düşünmek ve hatırlamak gibi bilişsel eylemleri için de bedeninin dışındaki uzantılarına, protezlerine bağımlıdır. Kil tabletlerden akıllı tabletlere yazının icadı ve kaydı, insan hafızasının bedeninin ötesine uzanabilmesine iyi bir örnektir. Bu bakış açısıyla insanı biricik yapan niteliği ona içkin değil, onun dışındadır (Stiegler, 1998). Özetle, insanı insan yapan hafıza, düşünce, sanat gibi nitelik ve eylemleri aslında insan olmayan failler üzerinden, onların paydaşlığıyla gerçekleşir.

Epimetheus ve Prometheus, unutuş ve biliş, yeryüzü ve gökyüzü, hayvan ve tanrı arasında asılı kalmış bir yaratıktır insan. Bilir ama ne bildiğini bilmez, güçlüdür ama ölümlüdür, muhteşem hikayeler yazar ve kitleler halinde onlara inanıp peşinden koşar; ama hikayeleri genelde trajediyle sonlanır. Tarihçi Yuval Noah Harari’ye göre insanı gezegenin “hakim” türü yapan vasfı tam da buradadır: Hikayeler yaratıp bu hikayeler etrafında kitlesel ve esnek işbirliklerine girebilme yeteneği (Harari, 2014). Dinler, devletler, ırklar, şirketler ve - en çok satan ve tüm insanlığın inandığı hikaye olan – para, bu büyük anlatılardan birkaçı.

Bu anlatılardan biri, Harari’nin dinsel bir kategori olarak tanımladığı Hümanizm, insanın dünya ile ilişkisini radikal biçimde dönüştürmüştür. Antik Yunan’dan tek tanrılı dinlere, Rönesans’tan Aydınlanma düşüncesine ve günümüzün demokrasilerine uzanan Hümanizm düşüncesi, tanrısal ateşe yani techne’ye sahip olan insanın zihinsel, fiziksel ve ruhsal olarak evrenin merkezinde yer alan, kıymeti kendinden menkul bir yaratık olması sebebiyle insan olmayan tüm varlıklardan ayrı ve onların üzerinde doğumdan gelen bir hak sahibi olduğu iddiasını barındırır. “İnsan”ın doğadan ve yeryüzü sistemlerinden ayrı bir varlık olarak icadı büyük bir ontolojik kopuştur, Harraway’ın sözleriyle “derin, narsistik bir yaradır” (Harraway, 2016). Hümanist bakış insanı ilişkiselliğiyle değil, ne olmadığıyla tanımlar, bunu yaparken de “insan olmayanlarla” arasına kalın ve hiyerarşik bir çizgi çekerek ötekileştirir. “İnsan”; bitki, hayvan, su, toprak, hava değildir. Zaman, mekan ve bağlama göre “insan”; kadın, eşcinsel, siyah, sarı, kırmızı da değildir. Genellikle beyaz, erkek ve egemen olan “insan”, “daha az insan olan” ve “insan olmayanlar” üzerinde tahakküm kurma, onları kendi gündemleri doğrultusunda kullanma ve sömürme hakkına sahiptir. Kapitalist batı uygarlığının üzerinde yükseldiği sömürgeci, emperyalist sistem tam olarak bu düşünüş biçiminden temellenir.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda, Prometheus’un ateşi hiç olmadığı kadar yakıcı biçimde parlamakta. Bir yandan yapay zeka, uzay kolonileri, büyük data işlemcileri gibi olağanüstü teknolojik gelişmeler art arda gelirken, diğer yandan çevre kirliliği, küresel ısınma ve biyoçeşitlilik kaybı ile kendini gösteren küresel bir iklim kriziyle karşı karşıyayız. Filozof Rosi Bradiotti’nin ifadesiyle “dördüncü endüstri devrimi ile altıncı kitlesel yok oluşun çakışma anındayız” (Bradiotti, 2019). Nobel ödüllü bilim insanı Paul Crutzen tarafından 2000’lerin başında ortaya atılan Antroposen kavramı, insanın yeryüzünde bıraktığı izlerin jeolojik zamanı değiştirecek ölçekte bir etkiye sahip olduğunu ifade ediyor (Crutzen, 2002). “İnsan çağı” anlamına gelen Antroposen’in göstergeleri, yani Hümanist insanın yeryüzünde bıraktığı izler ise atmosferde hızla artmakta olan sera gazları, topraktaki kimyasal ve pestisit birikimi, denizleri dolduran mikroplastik ve atıklar, canlı türlerinin hızla yok oluşu.

Antroposen, insanın gücü ve failliğinden çok aczinin ve çaresizliğinin bir ifadesi aslında. Elimizde tuttuğumuz ve ne yapacağımızı tam olarak kestiremediğimiz Prometheus’un ateşi, gözlerimizin önünde dünyamızı, evimizi yakıp kavurmakta. James Bridle’nin sözleriyle, günümüzde bilgi içinde boğuluyoruz ama bilgeliğe açız, elimizdeki teknolojileri anlamaktan ve eleştirel biçimde yorumlamaktan uzağız (Bridle, 2020).

Tam da bu an, kendimizi algılayışımızı ve yeryüzüyle ilişkimizi yeniden tesis etmemiz gereken bir dönüm noktasındayız. Bir yandan yapay zeka, genetik gibi alanlardaki teknolojik gelişmeler “insan”ın bilişsel ve biyolojik sınırlarının giderek çözülmesine sebep olurken, öte yandan kendini doğadan ve ekosistemlerden ayrıştıran ve üstünleştiren “insan” fikri felsefi bir çıkmaz içine düşmüş durumda. Deleuze ve Guattari’nin “bilişsel kapitalizm” (1983), Negri ve Hardt’ın “imparatorluk” (2018), Foucault’un “biopolitika” (2008) olarak adlandırdığı; barındırdığı tüm canlı ve cansız sistemlerle birlikte gezegenin sömürüsü üzerinden var olan tüketim ve sonsuz büyüme odaklı sosyal ve ekonomik düzen artık sürdürülebilir değil. Hiçbir organizma sonsuza dek büyüyemez, sınırsızca tüketerek var olamaz. Neoliberal kapitalizmin vaaz ettiği bolluk kültürünün ekonomik göstergelere girmeyen ağır bir bedeli vardır, o bedel de yaşamdır. Dünyamız derin zamanı içindeki altıncı kitlesel yok oluşun eşiğindeyken, kapitalizmin hafriyatçı mekanizmalarının altında ezilen - daha az insan olan ve insan olmayan - bedenlerin ödediği fatura, artık “insan” dahil tüm yeryüzü sakinlerine kesilmekte.

Fotoğraf: Dion Beetson, Unsplash

Elbette bu faturanın sorumluluğunu insanlığın tümüne eşit olarak dağıtmak indirgemeci ve adaletsiz olur. Antroposen tartışmalarına tam da bu açıdan eleştirel yaklaşan Harraway ve Tsing’in ortaya attığı Plantasyonosen (Plantationocene) kavramı sömürgecilik, kapitalizm, ırksal ve türsel hiyerarşileri tartışmanın ortasına koyarak çokluk, standardizasyon ve kontrol içeren endüstriyel üretim ve tüketim pratiklerini merceğe alır (Harraway, Tsing, Mitman, 2019). Plantasyonosen’in dünyası, kimyasal gübre ve pestisite boğulmuş uçsuz bucaksız monokültür tarlaların, tavukların, domuzların, ineklerin gün yüzü görmeden üst üste yığıldığı endüstriyel çiftliklerin, endüstriyel tarım ve hayvancılığa yer açmak için yok edilen ormanların, tüm bu ürünlerin üretimi, dünyanın dört bir yanına nakliyatı, soğuk depolarda saklanması, işlenmesi ve dağıtılması için gerekli galonlarca petrolün, paketleme için kullanılan ve anında çöpe dönüşen tonlarca plastiğin, iliğine kadar sömürülen hayvanların, emeği sömürülen işçi / kölenin, yok edilen habitatların, kirlenen havanın, toprağın ve denizin, içerden ve dışardan zehirlenen bizlerin dünyasıdır. Plantasyonosen’in dünyası yaşamın değil, indirgemenin, kitleselliğin, kontrolün, sömürünün ve ölümün dünyasıdır. Fosil yakıtlardan elde edilen büyük enerjinin mümkün kıldığı histerik tüketimin, sanal bolluğun ve arsızlığın dünyasıdır. Pablo Servigne’nin altını çizdiği üzere Plantasyonosen’in dünyasında petrol yiyoruz, petrol içiyoruz, petrol giyiyoruz (Servigne, 2019). Ancak uygarlığımızın üzerinde yükseldiği petrol bağımlılığı hem küresel ısınma dinamikleri hem de yeryüzünün petrol rezervlerinin sonuna yaklaşıyor olmamız nedeniyle sürdürülebilir değil. Çok uzak olmayan bir gelecekte, yaşadığımız bu kısacık neoliberal bolluk ve arsızlık parantezi öyle ya da böyle kapanmak durumunda kalacak.

Hayat, Plantasyonosen’in dünyasında devam edemez. Yeryüzü ile kurduğumuz ilişkiyi, yaşama pratiklerimizi, kendimizi dönüştürmemiz gerek, hem de hemen. Geldiğimiz noktada “insan”ın yeniden tariflenmesine ihtiyaç var. Bu tarif dışlayıcı değil kapsayıcı; hükmeden, yöneten ve sömüren değil ortaklaşan ve destekleyen; merkezde ve yalnız değil tüm yaşamla birlikte evrimleşen; tüketen değil hayat döngüsünün aktif bir parçası olan, “insan sonrası” (Post Human) bir paradigma setine işaret ediyor. Dünyada ikamet etme biçimimizi sorgulayan, “insan”ı doğa üstü tüketiciler olarak değil, doğa döngüsünün parçası ve yaşamı destekleyen ajanlar olarak tanımlayan, doğa-kültür ikiliğini karşıtlık değil devamlılık olarak gören bütüncül bir bakış bu. Dünyamıza ve insan olmayan paydaşlarımıza karşı göksel, tepeden bir bakış yerine, Servigne’nin deyişiyle “yerden, yataydan, toprak seviyesinden” bir bakış (Servigne, 2018). İndirgeme, işlemcilik ve hafriyatçılık ile tanımlanan neoliberal varoluş yerine, hayatı özen ve dikkatle destekleyen, tüm canlılık için katma değer üreten, biyofilik bir varoluş.

Bu varoluşun tesisinde kentlerin rolü büyük. Günümüzde insanlığın yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve bu oran her yıl daha da artıyor. Kentler, küresel ekonominin başat aktörleri, iklim krizinin tetikleyicileri ve tüketimin merkezi. Fakat yaratıcı enerjileri ve öncülük potansiyelleriyle kentler sorunun parçası oldukları kadar çözümün de başlangıcı olma olasılığını bünyelerinde barındırmaktalar. Dolayısıyla, gezegenimizi iyileştirici soruları sorarken kentlerden başlamak anlamlı. Kent yönetimleri, şehirciler, mimarlar ve tasarımcılar bu karmaşık, kötücül sorunu (wicked problem) göğüslemek ve doğru soruları sormak için ön saflardalar.

Tasarım ve mimarlık bu yeni bakış ve var oluşta nasıl bir rol oynayabilir? Hava, su, toprak, enerji ve atık döngülerini sürdürülebilir olmaktan öte iyileştirici ve canlandırıcı (regenerative) bir yaklaşımla ele alan, ekosistemleri ve biyoçeşitliliği destekleyen kentler, peyzajlar ve yapılar nasıl tahayyül edilebilir? Kentler tüketimin merkezleri olmak yerine ekolojik dönüşümün kolaylaştırıcıları olabilir mi? Yapılar ve kentler biçimler ve nesneler değil ilişkisel süreçler, ekosistemin parçaları ve dünyalılar olarak birlikte var olmanın katalizörleri olarak yeniden düşünülebilir mi? Bu soruların çeşitli ölçeklerde, çok disiplinli, ekonomik, sosyal ve politik boyutları var kuşkusuz. Öte yandan eylem ve pozisyonların birçoğu çok net, ayan beyan ortada. Akla ilk gelenleri sıralayalım:
• Kentler daha az tüketmeli. Dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarını, canlı ve cansız varlıklarını büyük bir iştahla soğuran kentsellik anlayışı değişmeli. Tüketim toplumu histerisi yerini döngüsel ve dayanışma temelli bir kentsel ekonomiye bırakmalı.
• Kentler atık üretmemeli, kirletmemeli. Doğada atık yoktur, doğal döngüler içinde bir canlının atığı ötekinin besinidir. Her yıl üretilen yiyeceğin üçte birinin çöpe gidiyor olması çok ağır bir gerçeklik. Yeryüzünden aldığı hammadde, besin vb. hediyeleri çöp olarak geri veren tek canlı türü ise insan. Üretim süreçlerimiz, nesnenin kullanım ömrü bitince ne olacağının öngörüsüyle başlamalı.
• Kentler, çeperini sömüren, emen, kurutan organizmalardan kendi ihtiyacını karşılayabilen, kendi kendine yeten, ayak izi küçük organizmalara dönüşmeli. Besin kıtlığı önümüzdeki on yılların en önemli sorunlarından biri olacak gibi görünüyor. Kentsel tarımı, yiyecek ormanlarını içinde barındıran yeni bir kentsellik anlayışı ve bu anlayışın devamlılığını sağlayan yeni bir kentli çiftçi nesli ortaya çıkmalı. Bu yeni nesil çiftçi, kimyasallara, pestisitlere, makinelere ve petrole bağımlı endüstriyel tarımın yerine permakültür ve agrokültür pratikleri üzerinden ekolojik bir tarım anlayışını benimseyip geliştirmeli.
• Kentler biyoçeşitliliği desteklemeli. Tek kentli türün insan olmadığı bilincinden hareketle kentli bitki ve hayvanların gelişip çoğalabileceği yaşam alanları, ekolojik koridorlar, dokunulmamış yeşil bölgeler bırakılmalı. Yapılar ve altyapılar boşluklarıyla, yüzeyleriyle, malzemeleriyle, yeşil duvarlar ve çatılarla kentlerin biyolojik çeşitliliğini destekleyecek biçimde tasarlanmalı.
• Kentin ve kent çeperinin toprağı canlı olmalı. Toprağın ölümüne sebep olan kimyasal ve zehirler üretim pratiklerimizden çıkmalı.
• Kentlerde suyun toprakla buluşmasına fırsat veren, suyu tutan ve yeraltı katmanlarına aktarabilen bir su ve yağmur yönetimi olmalı. Kentsel yüzeyler ve kesitler suyun yer altına sızmasına izin veren geçirgenlikte tasarlanmalı. Yağmur hasadı yapılmalı, gri ve siyah sular arıtılarak su döngüsüne geri katılmalı, denizlere atık deşarj edilmemeli.
• Kentler temiz enerji üretmeli ve kullanmalı. Kentsel yüzeyler, duvarlar, çatılar birer pil ya da enerji jeneratörü gibi ele alınarak yeniden tasarlanmalı. Sera gazları emisyonu ve karbon ayak izi sıfır kentler tahayyül edilmeli.
• Kentsel ulaşım ağları temiz enerji ve toplu taşıma merkezli olarak yeniden ele alınmalı. Kendine yeterli mahalleler kentlinin trafik ve sera gazı üreten gereksiz hareketliliğini azaltacak biçimde tasarlanmalı. Bisiklet ve yaya dostu, toplu taşımayı önceleyen, özel otomobil kullanımını minimize etmeyi hedefleyen ulaşım politikaları üzerinde çalışılmalı.
• En önemlisi, sonsuz büyüme ve sınırsız tüketme hayalini arkamızda bırakmalıyız. Kentler sınırlarını bilmeli. Dünyanın ormanlarına, yaban hayatına, dokunulmamış diyarlarına gizemleri ve özerklikleri geri iade edilmeli.

Evimiz küresel ısınma sebebiyle, gerçek anlamıyla yanmaktayken, Prometheus’un ateşi hala bizimle. Sorun ateşte değil, bizde. Bu ateşi Mars’ta koloni kurmak, asteroit madenciliği yapmak gibi teknofiks çözümler peşinde harcamak yerine, dünyaya karşı suç ve sorumluluğumuzun kavrayışıyla yeni bir hikaye yazmak için kullanmak da mümkün.

Gezegenimizin cellatları değil koruyucuları, büyük hayat ailesinin ceberrut hükmedicileri değil şevkatli ve onurlu fertleri olduğumuz bu hikayeye de kapitalizme inandığımız kadar inanabilsek, altıncı yok oluşun kıyısından dönebiliriz belki, kim bilir? Tüm afetler ve felaketler, unutkan Epimetheus’un eşi Pandora’nın kutusundan yayılmıştı dünyaya evet, ama o kutunun dibinde umut da vardı. Şimdi, umudu kutunun dibinden bulup çıkarmanın ve işe koyulmanın zamanı.

Referanslar:
Bradiotti, R. (2019). “Posthuman Knowledge”, Harvard GSD konuşması, 14 Mart 2019. https://www.youtube.com/watch?v=0CewnVzOg5w&ab_channel=HarvardGSD

Bridle, J. (2020). Yeni Karanlık Çağ: Teknoloji ve Geleceğin Sonu, Metis Yayınları, İstanbul.

Crutzen, P. (2002). “Geology of Mankind”, Nature, 415, 3 Ocak 2002:23.

Deleuze G. & Guattari, F. (1983). Capitalism and Scizophrenia, University of Minnesota Press, Minneapolis.

Foucault, M. (2008). The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France, 1978-1979, Ed. Michel Senellart. Palgrave Macmillan, N.Y.

Harari,Y.N. (2015). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Kolektif Kitap, İstanbul.

Hardt, M., Negri, A. (2018). İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Harraway, D. (2016). Staying with the Trouble: Making Kin in the Chtuhulucene, Duke University Press.

Harraway, Tsing & Mitman (2019). Reflections on the Plantationocene: A Conversation with Donna Haraway & Anna Tsing Moderated by Gregg Mitman, Edge Effects Magazine.

Servigne, (2019). A Future Without Oil, video. https://www.youtube.com/watch?v=7WRojM9_uAI&ab_channel=sylvainBrousse

Servigne, (2018). La Pensee Horisontale, video. https://www.youtube.com/watch?v=1BPe8zFzzPE&ab_channel=TEDxTalks

Stiegler, B., (1998). Technics and Time I, Stanford University Press, Stanford CA.

Etiketler:

İlgili İçerikler: