“Çok Katlı Konut Sevdasından Vazgeçilmeli”

ÖMER DABANLI ZEYNEP GÜNEY KİŞİ

İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından görevlendirilerek, deprem bölgesinde incelemelerde bulunan Koruma ve Restorasyon Uzmanı, Yüksek Mühendis-Mimar Doç.Dr. Ömer Dabanlı'yla bölgeye dair gözlemlerini, depremin kültürel miras üzerindeki izlerini ve bundan sonra izlenecek yol önerilerini konuştuk.

Zeynep Güney Kişi: Deprem bölgesine ne zaman ne amaçla gittiniz? Hangi şehirleri incelediniz? İzlenimlerinizi anlatır mısınız?

Ömer Dabanlı: Deprem bölgesine kültür varlıklarının durumunu incelemek üzere 13-20 Şubat tarihleri arasında ziyarette bulundum. Geçtiğimiz hafta Hatay’a birkaç günlük bir ziyaret daha yaptım. İlk ziyarette önce Adana’ya ulaştığım için incelemeye oradan başladım. Adana’da sadece bir bölgede depremden hasar gören binalar vardı, ancak gittiğimizde bina enkazları kaldırılmıştı, binaların boş arsalarını görebildik. Şehir normal hayatına dönüyor gibiydi. Daha sonra Kadirli ve Osmaniye tarafına geçtik. Kadirli’de Ala Cami’nin restorasyonu sırasında bilim heyetinde yer almıştım, o yüzden onu görmek istedim. Camide hafif hasarlar vardı, ama ilçedeki başka camilerde özellikle minarelerde daha ağır hasarlar mevcuttu. Osmaniye il merkezinde ise hasar daha büyüktü, çünkü fay merkezden geçiyor. Envar-ül Hamid Camii epeyce zarar görmesine rağmen ayakta idi.

Osmaniye’den sonra İskenderun’a doğru ilerledik. Akşam karanlığı çökmüştü, ana yolun iki tarafındaki binaların büyük bir kısmı yıkılmıştı, korkunç bir görüntü vardı. Antakya’ya ulaştığımızda ise İskenderun’daki tüyler ürpertici görüntülerin sadece bir fragman olabileceğini anladık. Gece ulaştığımız Antakya tam bir hayalet şehre dönmüştü ve dehşete düşmüştük. Araçla nereye gittiğimizi bile bilemeden moloz yığınları arasında ilerliyorduk. Neredeyse hiç ayakta bina kalmamıştı, kalanlar da çok ağır hasarlıydı. Tüm referanslar, yollar kaybolmuştu. Elektrik yok, her yer zifiri karanlık ve ürkütücü bir manzara vardı. Sonunda şehrin merkezine ulaşabildik ve birkaç asker ve polis görünce biraz rahatladık. O geceyi arabanın içinde geçirdik. Sabah olunca gece gördüğümüz manzaranın kat be kat fazlasına şahit olduk. Şehir neredeyse tamamen yok olmuştu. Tarihi binaları dolaştık, Habib-i Neccar Camii’nin kubbesi ve minaresi yıkılmıştı. Ulu Cami ise tamamen bir moloz yığınına dönüşmüştü.

Sonra büyük bir yıkıma uğrayan Islahiye ve Nurdağı’ndan geçerek Kahramanmaraş’a ulaştık. Kahramanmaraş’ta ağırlıklı olarak merkezdeki eski binalar yıkılmış olsa da enkazlar korkunç manzaralar oluşturmuştu. Daha sonra ilk depremin merkezi olan Pazarcık’a uğradık, bu ilçe beklediğimizden çok daha iyi durumdaydı. Ancak Adıyaman yolu üzerinde, zayıf bir zeminde konumlanmış Gölbaşı ilçesi neredeyse tamamen yıkılmıştı. Adıyaman’a ulaştığımızda da yürek burkan manzaralara rastladık. Gördüğüm kadarıyla Hatay’dan sonra en büyük yıkım Adıyaman’daydı. İkinci depremin merkezi olan Elbistan’da da oldukça büyük bir hasara şahit olduk. Bu seyahatte gördüğüm manzaraları kelimelere dökmek çok zor, maalesef hiçbir zaman insanın aklından çıkmayacak görüntüler gördük.

Adıyaman, Fotoğraflar: Ömer Dabanlı
Adıyaman
Adıyaman
Adıyaman Çarşı Cami

ZGK: Yaşananlardan sonra sadece inşaat yöntemlerinde değil, kentsel planlama, yapı denetim ve kullanım süreçlerinde de önemli eksiklikler ve yanlışlar olduğunu gördük. Bu çok aktörlü yapım faaliyetlerinde nelere dikkat edilmesi gerekir, sizin tespitleriniz neler?

ÖD: Deprem bölgelerinde gördüğüm en çarpıcı manzaralardan birisi şudur: Hatay ve Kahramanmaraş’ta, hiçbir mimarlık ve mühendislik hizmeti almamış, yapı kalitesi son derece zayıf olan derme çatma binaların bulunduğu yamaç ve tepelerdeki gecekondu mahallelerinde deprem hemen hemen hiçbir soruna yol açmamış. Ancak bu şehirlerin merkezindeki pek çoğu mimarlık mühendislik hizmeti almış, üstelik bazıları da yakın zamanda inşa edilmiş 8-10 katlı binalar yerle yeksan olmuştu. Bu manzarayı karşımıza alıp üzerinde uzun uzun düşünmek lazım. Fakir halkın kendi gayretiyle, yamaç ve tepelerde yaptığı derme çatma evlerin, varlıklı insanların inşa edip oturduğu şehrin merkezindeki apartmanlardan çok daha güvenli olduğu görülüyor. Ayrıca çılgın apartmanlaşma karşısında gecekondu mahallelerini ben hep daha insani de bulurum. Bu manzara, 70-80 yıldır ülkemizde uygulanan şehircilik, mimarlık ve mühendislik politikalarının tamamen çöktüğünü gösteriyor.

Şehirlerdeki sorunların, temelde imar planlarından kaynaklandığını söylemek mümkün, çünkü yerleşim kararları ve yoğunluk bu planlarda belirleniyor. Pek çok şehirde, zayıf nitelikte olduğu bilinen alüvyal topraktan müteşekkil ovalar imara açıldı. Buralar aynı zamanda verimli tarım arazileridir. İmara açılmaması gereken zayıf zeminler deprem etkisini olduğundan çok daha büyük bir hale getiriyor. Tasarım sorunları, malzeme ve işçilikteki problemler düşünüldüğünde riskin yüksek olduğu zayıf zeminlerdeki binalar felakete göz göre göre davetiye çıkardı. Zayıf bir zeminde bina inşa eden 10 kişiden dokuzu yanlışlar yapıyor ve riskli bina inşa ediyor. Bu tür yerlerde sadece onda biri düzgün yapacak diye bu kadar büyük bir riske kapı açmanın hiçbir anlamı yok. Kulağa pek hoş gelmese de, zayıf zeminlerin veya tarım alanlarının imara açılması ve çok katlı binaların inşa edilmesi konusunda son derece katı yasakların getirilmesine ihtiyaç var. Bölgede tespit ettiğimiz bir diğer önemli husus ise epeyce yeni binanın yıkılmış olması. Marmara depremini bir milat olarak kabul edersek, öncesindeki binaların önemli zayıflıklar içerdiğini kabul edebiliriz. Ancak sonradan inşa edilmiş, hatta birkaç yaşındaki binaların da çöktüğünü görüyoruz ve sayıları hiç de azımsanacak kadar değil. Malzeme, işçilik ve denetim konusunda problemler yaşandığı her zaman söylenebilir, ama daha çarpıcı bir tespiti yapmak mümkün: Göçen binaların taşıyıcı sistem tasarımlarında büyük hatalar var. Malzeme ve işçilik harika olsa bile, taşıyıcı sistem tasarımındaki hatalar binaları ağır hasarlı hale getirmeye veya yerle bir etmeye yetmiş görünüyor. Bu çok acı ve ibret alınması gereken bir manzara.

ZGK: Ortaya çıkan molozlar hem miktarıyla hem de insan ve doğa sağlığına etkileriyle ciddi bir problem oluşturuyor. Bu atıkların kaldırılmasında nasıl bir yol izlenebilirdi? İnşaat atıklarının döküldükleri alanda ekolojik çevreye etkilerini azaltmak için nasıl önlemler alınabilir?

ÖD: Enkazlardan çıkan milyonlarca ton moloz en büyük sorunlarımızdan birisi. Betonarme bina enkazında demir donatılar hariç hemen hemen hiçbir şey geri dönüştürülebilir durumda değil, dönüştürmeye kalkmak da çok maliyetli olduğundan anlamsızlaşıyor. Bu yüzden enkazın çok büyük bir kısmı atık – çöp haline geliyor. Geleneksel mimarinin bu konuda büyük bir farkı var. Mesela doğal taş, tuğla ve ahşaptan yapılmış tarihi binalarda enkazın büyük bir kısmı tekrar kullanılabilir haldedir. Hiç kimse bu binaların enkazına çöp olarak bakmaz, çünkü malzemeyi neredeyse % 99 oranında tekrar kullanabilirsiniz. Betonarme binalarda ise durum tam tersi. O yüzden bu atıklarla baş edilebileceğini düşünmüyorum. Yine de zararların en aza indirilmesi için kafa yorulmalı.

ZGK: Tabii bölgedeki kültür mirası da bu afetten etkilendi. Ahşap iskeletli yapılar belki daha kontrol edilebilir hasarlar alırken, kagir yapılarda tamamen yıkıma varan ciddi hasarlar olduğunu görüyoruz. Sizin gözlemleriniz neler? Bölgedeki kültür mirasının korunması için bundan sonra nasıl bir yol izlenecek?

ÖD: Gezdiğim tüm bölgelerde, tarihi binaları özellikle inceledim. Tarihi camilerde önemli hasarlar var, pek çoğunun minaresi, üst örtüsü zarar görmüş ama ağır hasar görmüş olsa da binaların duvarları çoğu zaman ayakta. Antakya Ulu Cami gibi az sayıda tarihi eserde ise maalesef toptan göçme görüyoruz, bu çok üzücü manzaranın sebepleri ayrıntılı olarak incelenmeli. İlk izlenimlerim hasarların büyük oranda önceki dönemlerde yapılmış hatalı müdahale ve onarımlardan kaynaklandığına işaret ediyor. Sivil mimaride ise beklenenden çok daha iyi bir durum var. Mesela Antakya’da, tarihi merkezde yer alan sivil mimari örneklerinde hasar olmasına rağmen toptan göçen bina çok az. Pek çoğu ayakta ve içinde yaşayan insan varsa onların can güvenliğini korumuş gibi görünüyor, betonarme apartmanlar gibi katledercesine insanların üstüne tümden yığılmadığını görüyorsunuz.

Tarihi kârgir binalarda kısmi hasarlar var; bir binada bakıyorsunuz bir veya birkaç duvar yıkılmış ama bina ayakta. Ahşap binalar ise en iyi durumda olanlar. Hafif oldukları için depremden çok az etkilendiklerini görmek mümkün. Bölgede tamamen yıkılan tek bir ahşap bina gördüm, Kahramanmaraş’ta. O bina da zaten yıllardır terkedilmiş halde, harap bir bina imiş, depremde de tümden yıkılmış, ama enkazına baksanız, içinde insan olsa bile sağ çıkma ihtimali çok yüksek. İnsanlar kendi çabalarıyla bile enkazdan çıkabilir veya etraftakiler kolayca yardım edebilir. Ama çok katlı betonarme bina enkazlarında vinç, kırıcı, kesici gibi teknik donanım ve eğitimli personel olmadan müdahale neredeyse imkânsız gibi.

Her ne kadar kültür varlığı niteliğindeki tarihi binalarımızın pek çoğunda hasar olsa da, bunların büyük oranda onarılabilir hasarlar olduğunu söylemek mümkün. Ama restorasyon uygulamaları çok çaba ve mali kaynak gerektiriyor. Anıtların restorasyonunun hızla tamamlanacağı söylenebilir, sivil mimari için ise o kadar ümitli konuşmak zor, onarım ve restorasyonları uzun yıllar alabilir.

ZGK: Özellikle Hatay gibi, kentsel ölçekte tarihi değere sahip şehirler, demografik yapıları ve tarihi dokuları korunarak tekrar nasıl ayağa kaldırılabilir?

ÖD: Hatay çok katmanlı bir kültür şehri. Farklı dini inançlara ve etnik kökenlere sahip insanlar yaşıyor. Çok renkliliği de buradan kaynaklanıyor. Birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkün. Yerli insanların pek çoğu Türkçe ile birlikte Arapça konuşuyor. Tarihi mimarinin korunması şehrin bu çok kültürlü ve katmanlı yapısını ayağa kaldırmak için en önemli kaldıraç olabilir. Çünkü bahsettiğimiz bu farklı kültürleri temsil eden fiziki unsurlar geleneksel mimaride saklıdır. Bu sebeple kültür varlıklarının korunması bir tercih meselesinden öte önemli bir zorunluluktur. Eski haline dönmesi muhakkak zaman alacaktır, ancak şehrin hafıza mekanları, binaları ve bunların oluşturduğu tarihi çevre ayağa kalktığında iyileşmenin de hızla başlayacağını söylemek mümkün.

Antakya Ulu Cami'nin molozu üzerinden yamaçlardaki gecekondu mahalleleri
Antakya'da ahşap bina
Antakya'da hasarlı ama ayakta kalabilmiş tarihi kargir bina
Hatay'dan az hasarlı sivil mimari örnekleri
Hatay

ZGK: Herkes inşaat teknikleri, zemin durumu, kaçış ve toplanma alanları üzerine konuşur hale geldi. Yapı stoğunun büyük çoğunluğunu oluşturan betonarme yapılara karşı oluşan güvensizlik ve önyargı nasıl giderilebilir? Var olan betonarme yapılar nasıl daha güvenli hale getirilebilir?

ÖD: Marmara Depremi öncesinde inşa edilmiş eski binalara şüpheyle bakmak lazım. Ancak bu depremlerde çok sayıda yeni binanın da yıkıldığını gördük. Bu üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir husus. Taşıyıcı tasarımlarında, malzeme ve işçilikte, yani denetimde bazı sorunların olduğu aşikâr.

Betonarme inşaat herkesin çok iyi bildiğini zannettiği, ama aslında pek çok kişinin detaylarına hâkim olmadığı bir teknik. İnşa ederken hata götürebilen, deprem olana kadar da idare ediyor gibi görünen betonarme binalar ülkemizin bence en büyük sorunu haline geldi. Bugüne kadarki bilgi ve tecrübelerimize son depremlerdeki hazin manzaraları eklediğimizde, çok katlı betonarme binalardan bir an önce vazgeçilmesi gerektiğini söylemek mümkün. Az katlı binada herhangi bir noktadaki hatanın nispeten daha az risk oluşturacağı açık. Çok katlı binalar ise sadece içinde yaşayan insanlar için değil çevresi için bile büyük bir tehdit haline dönüşüyor. Mesela çok katlı bir betonarme bina önündeki yola çöktüğünde bölgeye olan tüm ulaşımı kesebiliyor. Deprem bölgesinde enkazıyla yolları tamamen kapatan pek çok binayla karşılaştık. Arama kurtarma ve yardım faaliyetleri yolların tıkanması sonucu sekteye uğruyor, insanların bölgeden kaçıp uzaklaşması da dahil olmak üzere tüm gerekli ulaşım ve hareketliliği imkânsız hale getiriyor. Bu asla kabul edilebilir bir manzara değil. İmar planlarındaki yol genişlikleriyle bina yüksekliklerinin ne kadar orantısız olduğunu, imar planlarının ne kadar büyük gaflet ve hatalarla dolu olduğunu çok acı bir şekilde bir kez daha anlamış olduk.

Ülkemizde yüzlerce insanı tek bir binaya toplayıp onların can güvenliğini de bir betonarme kolon içindeki donatıya bağlamanın akıllıca bir iş olmadığını artık kabul etmek lazım. Çok katlı konut sevdasından vazgeçilmelidir. Ayrıca yapım teknikleri mümkün mertebe çeşitlendirilebilir, ahşap, çelik, kârgir binalar inşa edilebilir. Geleneksel yapım teknikleri, bilinçli bir şekilde kullanıldığında tatmin edici yaşam şartları, güvenlik ve sürdürülebilirlik açısından betonarmeden çok daha iyi sonuçlar verebilir. Ancak şunu da kabul etmek lazım ki, ülkemizde betonarme haricindeki yapım tekniklerinin kullanılması için yeterince hazırlık yok. Bu yüzden acil konut üretiminde de yine sadece betonarmenin tercih edilmesi şaşırtıcı gelmiyor bana. Yeterince hazırlıklı değilseniz, diğer tüm alternatifler sadece birer romantik temenniden ibaretmiş gibi algılanıyor.

Peki mevcut binaları ne yapacağız, güvenli hale getirilebilir mi? Doğal olarak herkes bu soruların cevabını arıyor. Mevcut binaların zeminini değiştirme imkanı yok, dolayısıyla bina yıkılmayacaksa, güçlendirme bir çözüm olabilir. Ancak güçlendirme de her durumda mantıklı olmayabilir, mesela güçlendirme maliyeti yeniden inşa maliyetinin %30’unu aşıyorsa ekonomik olarak avantajlı olmaktan çıkıyor. Ancak burada başka parametreler de devreye girebiliyor, örneğin, imar durumu. Pek fazla konuşulmuyor olsa da imar durumu binaların yenileme veya güçlendirme kararlarında en büyük etkiye sahip parametre. Eğer yenileme yapıldığında önemli miktarda kat ve alan kaybı oluyorsa, insanlar bina kalitesi ve maliyet konusuna fazla bakmadan güçlendirmeyi tercih ediyor. Mevcut binalar işinin ehli olan mühendisler tarafından güçlendirilebilir. Ama bu konuda yine aynı hataları yapma tehlikesi var. Güvenilir kurumlardan nitelikli inceleme, analiz, proje ve uygulama hizmeti almak çok önemli.

ZGK: Yapıların depreme karşı dayanımının tespiti için yapılan ölçüm yöntemleri neler? Hangi yolu izlemek gerekir? Bazıları çok hızlı sonuçlanan bu testler gerçekten güvenilir mi?

ÖD: Riskli bina tespiti için yönetmeliklerin tarif ettiği yöntemler var. Bu yöntemler takip edilmez ise hukuki sorunlar yaşanması muhtemel. Dolayısıyla, riskli bina inceleme konusunda yönetmelik dışı yöntemlerden kaçınmak gerek. Yönetmelik haricinde hızlı değerlendirme yapmak için bazı yöntemler kullanıldığına rastlansa da, bunlara dayanan değerlendirme raporlarıyla karar vermek hukuki açıdan sorunlu. Hızlı yöntemler çoğu zaman binaya riskli diyebilmek için kullanılıyor, ama aynı yöntemle binaya sağlam demek mümkün değil.

Zayıf binalar uygun yöntemlerle güçlendirilebilir. Ama bu konuda yönetmeliklere uygun bir şekilde çalışma yapacak, işinin ehli ve tecrübeli olan kurum ve mühendislerden hizmet alınması çok önemli. Zaman zaman medyada gerek inceleme, gerekse de güçlendirme yöntemleriyle ilgili pek çok doğru olmayan, yanıltıcı bilgilerin dolaştığını da görüyoruz. Yönetmeliklerde öngörülen yöntemler dışında yapılan incelemelerin resmi bir geçerliliği yok. Ayrıca bazı inceleme yöntemlerinin ve malzemelerin, analiz ve güçlendirme adı altında abartılı bir şekilde sunulmaya çalışıldığı görülebiliyor. Mesela karbon lifleriyle güçlendirme her derde deva bir çözüm olarak sunuluyor. Güçlendirmede bu tür malzemeler de belirli koşullar altında kullanılabilir, ancak bunların kullanılabilmesinin bazı asgari şartları var, her problemi böyle çözmek mümkün değil. O yüzden insanlar dikkatli bir şekilde güvenilir kurumlarla hareket etmeli.

ZGK: Kaçak yapılaşma ve imar barışı hakkında neler düşünüyorsunuz?

ÖD: Deprem hakkında konuşurken kaçak binalar ve imar barışı da sürekli gündeme geliyor. Bazıları sorunun tamamen kaçak yapılardan ve bunları yasal hale getiren imar barışlarından kaynaklandığını düşünüyor. Kaçak yapılaşma elbette engel olunması gereken bir husus, ancak depremde yaşanan felaketi tamamen kaçak yapılaşmaya ve imar barışına bağlamak meselenin önemli bir kısmını görmezden gelmek olur. Eğer sorun tamamen kaçak yapılardan kaynaklı olsa idi, depremde sadece kaçak binaların yıkılması lazımdı. Kaçak binaları yapanlar da binamız neden yıkıldı diye kimseye şikayette bulunma hakkına sahip olamazdı. Ama depremde pek çok ruhsatlı, iskanlı, mimarlık ve mühendislik hizmeti almış bina da çöktü. O halde sorun kaçak yapılaşmadan çok daha büyük. Ayrıca her ne kadar taraftar olmak mümkün olmasa da imar barışı da sorunun temel kaynağı değil. İmar barışı yapılmamış olsa, insanlar riskli binaları yenilemek için birbiriyle mi yarışıyordu? İmar barışı olsun veya olmasın, insanlarımız riskli binalarda oturmaya hep devam ediyor. Yerel yönetimler hiçbir zaman kaçak binaları yıkma teşebbüsünde bulunmadığı gibi, riskli olduğu tahmin edilmesine rağmen insanları taşınmaya razı etmek bile çoğu zaman mümkün olmuyor. O halde, meseleyi sadece kaçak yapı ve imar barışı gibi hususlara indirgemek yerine, büyük resmi görüp bütünlükçü bir yaklaşımla çözüm üretmek lazım.

Kahramanmaraş'ta, yıkılmış apartmanlar arasından Yusuflar (Tekke) Mahallesi'nin hasarsız görünümü
Kahramanmaraş'ta kapanan caddeler
Kahramanmaraş'ta yıkılan betonarme bina bitişiğinde ayakta kalan geleneksel yapı
Kahramanmaraş'ta kargir üzeri ahşap bina
Kahramanmaraş'ta yıkılmış metruk bina
Kahramanmaraş Ulu Cami
Kahramanmaraş Ulu Cami
Elbistan Ulu Cami

ZGK: Bu yaşananlardan ders çıkarmak gerektiğini söylüyoruz ve bunun için atılacak en temel adımlardan biri eğitim alanında olmalı. Üniversitelerin mühendislik ve mimarlık bölümlerinde yeterli eğitimin verildiğini düşünüyor musunuz? İyileştirmek için sizce neler yapılabilir?

ÖD: Ülke genelindeki uygulamalar ve yaşadığımız felaketler mimarlık ve mühendislik eğitiminde önemli sorunlar olduğunu gösteriyor. Bu gerçeğe gözümüzü kapatırsak bedellerini acı bir şekilde ödemeye devam ederiz. Artan üniversite sayılarıyla, hemen hemen her üniversitede mimarlık ve inşaat mühendisliği bölümlerinin açıldığını görebilirsiniz. Köklü üniversitelerde bir kürsüdeki öğretim üyesi sayısı, yakın zamanda kurulmuş pek çok üniversitede bu bölümlerin toplamından bile daha fazla. Bazı inşaat mühendisliği ve mimarlık bölümlerindeki öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun farklı disiplinlere mensup olduğunu da görmek mümkün. Bu pek çok düşündürücü husus ortada iken, tüm üniversitelerde aynı seviyede eğitim verildiğini düşünmek mümkün mü? Ayrıca bu kadar fazla mimar ve inşaat mühendisine ihtiyaç var mı? Sektörün mimar ve mühendisten çok, ara elemanlar olan tekniker ve teknisyenlere ihtiyacı var. Usta ve işçilerle mimar/mühendis arasında konumlanacak nitelikli ara elemanlar, pek çok sektörde olduğu gibi inşaat sektöründe de önemli kazanımlar getirebilir. Yeterli insan kaynağına sahip köklü kurumlar dışında, tüm mimarlık ve inşaat mühendisliği bölümlerini yüksekokula dönüştürmek ve ara eleman yetiştirmeye hız vermek hakkında düşünülmeli.

Bir diğer önemli husus da mimarlık ve inşaat mühendisliği meslekleri arasındaki kopukluk. Bu sıralar sıklıkla ve hayranlıkla Japonya’dan örnekler verildiğini görüyoruz. Japonya’da binaların taşıyıcı sistem tasarımı ve hesaplarını mimarlar yapıyor, yani bina tasarlayan mimarlar inşaat mühendisliği bilgisi ve yetkisine de sahip. İnşaat mühendisleri ise yol, tünel, baraj gibi büyük altyapı projelerinde görev alıyor. Peki bu model ülkemiz için de bir çözüm olabilir mi? Türkiye’de mimarlık ve inşaat mühendisliği eğitimi birbirinden çok kopuk. İki fakülte mezunu olan birisi olarak bunu çok iyi görebiliyorum. Mimarlık eğitimi ve dolayısıyla da meslek pratiği, taşıyıcı sistem tasarımı da dahil olmak üzere teknik içeriğini uzun süredir kaybediyor, bir bakıma, dolu dizgin ressamlığa doğru ilerlediğini düşünmek mümkün. İnsan hayatından daha değerli ve önemli bir şey olamayacağına göre, afet riskinin yüksek olduğu ülkemizde bu iki mesleği birbirine yaklaştırmak ve belki de birleştirmek düşünülebilir. Eskiden zaten bu iki meslek bir aradaydı, hatta belirli bir yaşın üstündeki meslektaşlarımız mimar-mühendis unvanına sahip olarak mezun oluyordu. Böylece binaların tasarımında mimari ve mühendisliği birlikte düşünen, uyumsuzluklar ve hatalı tasarımları baştan engelleyen, sorumlulukları birbirine havale etmeden sahiplenen bir mesleki eğitim ve uygulama modeli oluşturulabilir. Japonya gibi afetlerle yaşamayı öğrenmiş ülkelerden izolatör ithal etmeye çalışmak yerine, onların mesleki eğitim ve uygulama yaklaşımları üzerinde düşünmek daha faydalı.

Etiketler: