Korumanın “Normal” Toplumsuzluğu

ERAY ÇAYLI

Ne zaman bir mimari proje paftasıyla karşılaşsam, gözüm ilk olarak insan figürlerine yapılan muameleye kayıyor. Senem’in geçen ayki yazısının görselleriyle karşılaştığımda da böyle oldu. Görseller, yazıya konu olan kolokyum sırasında yaşananlara hicven Senem’in “normal” ve “normal değil” ifadeleriyle etiketlediği yarışma sunum paftalarından oluşuyordu. “Normal değil” addedilen paftanın “normal” addedilenlerden insan figürlerine yapılan muamele anlamında ayrıştığını sezinledim. “Normal olmayan” pafta, özellikle sol tarafında görülebileceği üzere, insan figürlerinin birçoğuna birbirlerinin yüzüne bakar ve öbekler oluşturmuş halde yer vermişti. Bunun, mekanı kullananları birbirleriyle etkileşime giren, toplum olmaya çalışan ve mekanı da böylesi bir toplumlaşma üzerinden sahiplenen bir kitle olarak tahayyül etmeye çalışan bir tavır olduğunu düşündüm. Diğer paftalardaysa, artık bu tür mimari sunumlarda alışılageldiği şekilde, ezici çoğunluğu tekil bireylerden oluşan bir kitle tahayyülü vardı. Elbette bunları söylerken niyetim ne birer pafta üzerinden bu projelerin derin bir tahlilini yapmak, ne de birebir tanıklık etmediğim bir kolokyumun eleştirisine yeltenmek. Ancak, burada sezinlenen tahayyül farkını, ana akım koruma pratiklerine de damgasını vuran bir yaklaşımı çağrıştırdığı için önemli ve üzerinde durulmaya değer buluyorum. Dolayısıyla Senem’in yazısında eleştirdiği “normal”lerin de bu farkla ilgisiz olmayabileceğini düşünüyorum.

“Normal” addedilen koruma pratikleri, öteden beri, mimarlığı, onu korunmaya değer görülecek noktaya gelene kadar bir şekilde yaşatan toplumlardan arındırma eğiliminde. Korunacak binalara atfedilen “kültürel” miras statüsündeki “kültür” kavramı dahi tanım itibariyle bir dizi seçici ve dışlayıcı pratiğin konusu. Zira, kavramın böylesi nesne odaklı bir şekilde kullanımı, ana akım koruma pratiklerince korunmaya değer görülene kadar mimari mekanları sahiplenen ve kullananları büyük oranda dışlıyor. Bu kesimlerin, korunmaya değer bulunan “kültür”ün parçası görülmek bir yana dursun, ana akım korumanın kurtarıcılığı sayesinde mimarlığın yeniden kazanacağı kültürel değere halel getiren kesimler oldukları ima ediliyor. Daha da önemlisi, bu ima çoğu kez sadece kavramlar üzerinden değil fiziksel pratikler üzerinden de yapılıyor. 2015’te IŞİD tarafından yıkılmasından yalnızca bir sene sonra dijital teknolojiler vesilesiyle “aslına uygun” şekilde yeniden üretilen1 Bel Tapınağı Zafer Takı üzerinden koruma ve miras gündemine damgasını vuran günümüz Suriye’sindeki Palmira örneğini ele alalım. Zafer Takı’nın reprodüksiyonunun görücüye çıktığı Londra’nın merkezi meydanı Trafalgar’daki açılış konuşmasını yapan dönemin belediye başkanı Boris Johnson’ın sözleri bu anlamda dikkate değer. Konuşmasında Zafer Takı’ndan barbarların şiddetinin yıktığı ancak medeniyetin yeniden dirilttiği bir kültürel miras örneği2 olarak bahseden Johnson, aslında ana akım koruma pratiklerinin, her zaman bu kadar alenen ifade edilmese de, meşruiyetlerini dayandırdıkları apolitik ikili karşıtlıkları özetliyordu. Tabii bunu yaparken de söz konusu pratiklerin kendi kökeninde yattığını söyleyebileceğimiz barbarlık ve şiddeti örtbas ediyordu.

Palmyra kentinin Zafer Takı’nın reprodüksiyonu, Trafalgar Meydanı, Londra; fotoğraf: manateedugong erişim: https://flic.kr/p/Gu7Hqa
Whanganui Nehri, Yeni Zelanda; fotoğraf: Kathrin & Stefan Marks, erişim: https://flic.kr/p/dV6djj

Ana akım koruma pratiklerinin şedit köklerinin izini yine Palmira örneği üzerinden sürmek mümkün. Palmira’nın “kültürel miras” alanının konusu haline gelişinin hikayesi 17. yüzyıl sonlarında başlıyor.3 İngiliz sömürgeciliğinin ticari ve kültürel ayağını oluşturan oryantalistlerin 1691 yılında şehre gelmesiyle “keşfedilen” kentin, o zamana kadar sadece klasik metinlerde adı geçer ve kayıp sanılırken 1751 yılına gelindiğinde oryantalistlerin beraberlerinde getirdikleri İtalyan mimar Giovanni Battista Borra’nın gravürlerine konu olmaya başlaması böylece mümkün oluyor. Tabii Palmira o tarihlerde, öteden beri olduğu gibi, canlı bir toplumsal yaşama ev sahipliği yapan bir kent. Borra’nın çizimleri, yazının girişinde andığım toplum-miras ilişkisine dair tahayyüller bağlamında bakılırsa, bir dizi şedit müdahaleyi içeriyor. Çizimler, Palmira’nın sakinlerine neredeyse hiç yer vermiyor. Tasvir edilen insanlar, antik kenti entelektüel bir merakla etüt etmekte olan oryantalistlerden oluşuyor. Dahası, Borra, Palmiralılar’ın “kültürel” nitelikten yoksun görülen ev ve binalarını gerçekte olduklarından çok daha küçük resmediyor. Antik kentin kalıntılarını ise şişiriyor. Bu gibi bir tasvirin İtalyan bir mimar tarafından 18. yüzyıl ortalarında yapılabiliyor olması onu daha da problemli hale getiriyor. Zira Borra’nın içinden çıktığı Avrupa klasisizminin temsilcileri, kendi kıtalarındaki antik kentlerin tasvirinde önceki yüzyıllarda takınılan steril ve belgeci yaklaşımı o dönemde terk etmeye başlıyor. Örneğin, Borra’nın adaşı Giovanni Battista Piranesi, Roma’daki antik kalıntıları, ideal bir geçmişin belgeleri olarak sterilce etüt edilecek birer nesneden çok, şimdiki zamanda yaşayan ve sıradan insanlar tarafından yaşatılan birer toplumsal mekan olarak tasvir ediyor.4 Roma’ya gösterilen bu hassasiyet Palmira’ya gösterilmediği gibi, bu tür tasvirler üzerinden temellenen “kültürel miras” tahayyülü, koruma pratiklerinin iyiden iyiye kurumsallaştığı 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde fiziksel mekana da etki etmeye başlıyor. 1929’da, Suriye’yi o dönem kontrolü altında tutan Fransa, Palmira’nın “kültürel” miras niteliğini “korumak” adına kenti sakinlerinden arındırma5 ve yerli nüfusu Tadmur adı altında kurduğu yeni şehre taşıma kararını alıyor.

İşte bugün “normal” addedilen koruma pratiklerinin temelinde böylesi şedit bir toplumsuzlaştırma yatıyor. Dahası söz konusu toplumsuzlaştırma bugün artık koruma pratiklerinin yöntemsel normali haline geldiğinden ve dolayısıyla kökenlerinde yatan sömürgeci ve oryantalist bakış açısı görünmez olduğundan, dünyanın farklı noktalarında filizlenmekte olan yeni uluslaşma projelerince dahi sorgulanmaksızın benimsenebiliyor. Geçtiğimiz günlerde Dünya Anıtlar Fonu tarafından “yeniden yerleşim alanı haline getirileceği ”6 açıklanan Erbil Kalesi bu durumun en güncel örneklerinden. Kale, “dünyanın en uzun süredir aralıksız ikamet edilen alanı” sıfatıyla Haziran 2014’te UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmıştı. Tabii bu noktaya sekiz senelik bir hazırlık süreci sonucu7 gelinmişti. Bu süreçte, yereldeki yetkililer kaleyi onyıllardır orada barınan ve çoğunluğu yoksun, yoksul ve dahası mültecilerden oluşan 840 ailelik nüfusundan arındırmıştı. Bu nüfus Erbil’in 10 kilometre dışındaki yeni bir yerleşime yollanmış, burada her aileye 4.000’er dolar ve 250 metrekarelik birer arsa verilerek kendi konutlarını kendileri yapmaları salık verilmişti. Ancak, bu nüfusun tümünü kaleden kovmak onun “insan yerleşimine kesintisizce ve en uzun süredir ev sahipliği yapma” statüsünü tehlikeye atmak demek olacağından yalnızca tek bir aile kale içinde bırakılmış ve kendilerinden UNESCO Dünya Mirası adaylık sürecinde mekana bekçilik yapmaları istenmişti!

Peki, korumanın artık “normal” hale gelen toplumsuzluğu ne gibi yaklaşımlarla aşılabilir? Bu soru üzerine düşünürken epeyce farklı bir alandan geliyor olsa da son dönemde yankı yapan diğer bir dizi koruma pratiğine konu olan ekolojiye bakmak faydalı olabilir. Ekoloji ve korumadan bahsederken aklımda özellikle günümüzde dünyanın farklı yerlerinde nehirlere verilmeye başlanan yasal statüler etrafında gerçekleşmekte olan tartışmalar var. Sanayileşme ve kentleşme gibi süreçler karşısında yok olma tehdidiyle yüz yüze kalan nehirleri koruyabilmek adına bugün birçok nehre yasalar nezdinde tüzel kişilik statüsü tanınıyor. Ancak bu tür bir statünün farklı bağlamlardaki veriliş biçimlerine yakından bakıldığında,8 korumanın toplumla olan ilişkisinin tahayyülüne dair önemli nüanslar fark ediliyor. Örneğin Ekvador ve Bolivya gibi yerlerde nehirlerin şirketlere tanınana benzer toplumsuz bir tüzel kişiliğin konusu olduğunu ve dolayısıyla toplumların hak arama süreçlerine baskın çıkabildiklerini görüyoruz. Bundan farklı olarak, Yeni Zelanda’daki Whanganui Nehri’ne yaklaşık iki sene önce tanınan yasal statü, nehir kıyısını yüzyıllar boyu mesken edinmiş toplumu nehrin hukuki temsilcisi olarak atadı. Korunan mekanı onu yaşatan toplumdan arındırmayan, toplumu o mekanın kültürel değerinin banisi olarak tanıyan bu tür bir yaklaşım, mimari mirası toplumsallaştırmak isteyenlere ilham olabilir.

NOTLAR
1 "IŞİD'in Yıktığı Palmira'nın Üç Boyutlusu Yapıldı”, 11 Ocak 2016 tarihli Sol haberi, erişim: haber.sol.org.tr/dunya/isidin-yiktigi-palmiranin-uc-boyutlusu-yapildi-142280
2 Murawski, M., (2016), “Arch of History: What the Ruins of Palmyra Reveal About Conflicting Visions of the East and West”, The Cavert Journal, erişim: https://www.calvertjournal.com/features/show/6145/power-and-architecture-palmyra-boris-johnson
3 Press, M., (2016), “Why Do We Care About Palmyra So Much?”, Hyperallergic, erişim: https://hyperallergic.com/299983/why-do-we-care-about-palmyra-so-much/
4 Huyssen A., “Nostalgia for Ruins”, Grey Room, No.23 (Spring 2006), MIT Press, erişim: museotamayo.org/uploads/publicaciones/HUYSSEN-Nostalgia-for-Ruins.pdf
5 Quinn, J., (2018), “Nothing Beside Remain”, London Review of Books, Vol.40 No.2, erişim: https://mobyclub.com/review/nothing-beside-remains
6 “Erbil Kalesi'nde iki yeni restorasyon”, 21 Şubat 2019 tarihli Gazete Duvar haberi, erişim: https://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2019/02/21/erbil-kalesinde-iki-yeni-restorasyon/
7 Zeynep Çelik Alexander, Lucia Allais, Eric C.H. de Bruyn, Noam M. Elcott, Byron Hamann, John Harwood, Matthew C. Hunter (eds.), “Introduction: A Discussion on the Global and Universal”, Grey Room, No.61, MIT Press Journals, erişim: greyroom.org/media/files/grey61_pp066-127_rt_ed_finaltoeditors.pdf
8 Tanasescu M., (2017), “When a River is a Person: From Ecuador to New Zealand, Nature Gets Its Day in Court”, The Conversation, erişim: theconversation.com/when-a-river-is-a-person-from-ecuador-to-new-zealand-nature-gets-its-day-in-court-79278

Etiketler:

İlgili İçerikler: