Antropoloji, coğrafya ve mimarlık disiplinlerinin arayüzünde çalışan bir akademisyen. Başlıca araştırma konuları arasında toplumsal hafızanın ve afete dair tahayyüllerin mekansal tezahürleri yer almakta. 2015’te Bartlett School of Architecture UCL'de tamamladığı mimarlık tarihi ve kuramı alanındaki doktorasını yapmak üzere gittiği Londra’da 2011’den beri yaşıyor. Araştırma alanları üzerine Londra ve civarındaki çeşitli üniversitelerde 2012'den bu yana vermekte olduğu derslere LSE'de (London School of Economics and Political Science) devam ediyor. Ayrıca, 2008’den beri Türkçe kaleme almakta olduğu mimarlık, kent ve tasarım eleştirilerine XXI dergisinde düzenli olarak devam etmekte. Hakkında daha ayrıntılı bilgiye ve yayınlarının tümüne bu adresten ulaşılabilir.
Koronavirüs salgınına Antroposen bakış açısıyla yaklaşarak üretilen görsel-mekansal virallik, salgının kendisi kadar tehlikeli olmasın?
İngiltere’deki bu tartışmalar, sosyal konut ya da “herkes için konut” gibi yapılı çevre gündemlerinin, aralarında sömürgecilik, ırkçılık ve emek karşıtı iktisadi politikaların da bulunduğu toplumsal ve politik şiddet tarihlerinden bağımsız ele alınamayacağını hatırlatıyor. İlk bakışta bambaşka bir bağlam gibi görünen Türkiye’deki bir dizi güncel gelişmeyi dert edinenleri tam da bu nedenle ilgilendireceklerdir diye düşünüyorum.
16. İstanbul Bienali’nin, doğrudan veya dolaylı yoldan ilişkili olduğu halk sağlığı problemlerini bertaraf etmesi için, asbestli mekanları terk-i diyar eylemesi tek başına yeterli olmayabilir.
Diyarbakır’da deneyimlediğimiz “yürür-çizer” atölyesi de pek tabii bu risklerden tamamıyla azade değildi. Fakat bu riskleri dikkate aldığını düşündüren özellikleri de barındırıyordu. 30 civarı katılımcısının yer yer birleşerek yer yer ise dağılarak tatbik ettiği bir yöntem olması, bir diğer deyişle ufkunu bireyci bir deneyimle sınırlamaktansa belirli bir kitleselliği mümkün kılması bu anlamda not edilmeli.
Ne zaman bir mimari proje paftasıyla karşılaşsam, gözüm ilk olarak insan figürlerine yapılan muameleye kayıyor.
Mimarların kendi gündemleri yerine muhatapları olan mağdurların “özneleşmesine” öncelik verdiğinde açılan alana dikkat çekmek niyetindeydim.
Halkın Planı’na giden süreç, birçok “katılımcı mimarlık” pratiğinde karşılaşılan durumdan epeyce farklı.
Toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliği derinleştirebilme riskinin sadece belirli kavramlara değil dilin kendisine içkin olduğu söylenebilir.
Hapishane tasarımlarının mimarlığın vitrinine çıkmaya başlaması sadece Türkiye’de değil dünya çapında karşılaşmakta olduğumuz bir durum.
Zira koruma, toplumların geçmişleriyle yapılı çevre üzerinden ilişkiye geçmelerinin başlıca araçları arasında sayılır. Ancak ana akım yaklaşımlar korumayı genelde anıtsal addedilen binaların muhafazası ve fiziksel olarak güçlendirilmeleri olarak algılar.
Yaratıcılık -özellikle de teknolojiye dayanan yaratıcılık- gerek arka planında yatan emek süreçleri gerekse gerçekleştirilmesine ön ayak olabileceği gelecek senaryoları babında bireysel-şekilsel değil de kolektif-toplumsal bir olgu olarak yeniden ele alınabilir mi?
Sergiden de aldığım ilhamla, bu yazıda, günümüz sınır mimarlıklarının görünmezliği ve “doğal”lığı üzerine düşünmeye devam etmek istiyorum.
Zincirleme Reaksiyonlar’ın geçen ayki tefrikası, İstanbul’da kentleşmenin doğal alanlara temas ettiği noktalarda yer alan “çitleme” pratiklerinin bu alanları metalaştırdığından bahsediyordu.
Erkeklik krizinin gezegene olan etkisi keşke yalnızca “doğa ana” benzeri metaforlardan ibaret olsa. Oysa metaforlar maddi gerçeği sadece temsil etmekle kalmayıp üretebiliyorlar da.
Söz konusu Sinan Logie olduğunda, konunun er ya da geç kaykaya geleceğini bilmeliydim!
Sinan Logie geçen ay, bu köşede, Venedik Bienali Türkiye Pavyonu etrafında gerçekleşen tartışmaya binaen, “eleştiriye tahammülsüzlük bir norm halini almış gibi görünüyor” diyordu.
Bana öyle geliyor ki, Başdiyakoz karakteri üzerinden “Kitap, mabedi öldürecek.” diyen Hugo’nun kayıt altına aldığı tarihsel dönüm noktası, “mimarlığın yok oluşu”ndan ziyade, mimari üretim süreçlerinin iki boyutlu bir görselliğe hapsolunmasıyla ilgiliydi.
Yine geçen ay bu köşede yer alan yazının bıraktığı yerden devralayım. Evet, 15. Venedik Bienali’ne üç aydan kısa bir süre kalmasına ve Türkiye’yi temsil edecek serginin İKSV tarafından oluşturulan seçici kurulca yaklaşık üç ay önce belirlenmiş olmasına rağmen sergi projesinin ne kavramsal ne de fiziksel ayrıntıları halen kamuoyuyla paylaşılmış değil.
Geçen ay bu köşede İstanbul’dan “Yedi Otoyollu Şehir” olarak bahsedilen yazının bıraktığı yerden devam edeyim.
Söze, geçtiğimiz ay bu sayfalarda da bahsi geçen Christopher Alexander ve kendisinin “A City is Not a Tree” (Kent Bir Ağaç Değildir) makalesiyle başlayayım.