Mimar, Akademisyen, Anne… Afife Batur - 2/2

ZEYNEP AYŞE GÜNGÖR ZEYNEP GÜNEY KİŞİ

Prof. Dr. Afife Batur’un; 50 yılı aşan kariyeri, akademik çalışmaları ve mimarlığa olan katkılarıyla birlikte, anneliğini, öğretmenliğini ve mesleğiyle özverili ilişkisini, kızı Y. Mimar Z. Ayşe Güngör’den dinledik.

İlk bölüm için tıklayın.

Zeynep Güney Kişi: Afife Hoca D’Aronco çalışmaya nasıl başladı?

Zeynep Ayşe Güngör: Annemin doktora yaptığı dönemde İTÜ’ye ders vermek için İtalya’dan gelen Paolo Verzone’nin etkisiyle oldu. Annemi Verzone’nin yanına asistan veriyorlar, onun önerisiyle Art Nouveau akımı üzerine çalışmaya başlıyor. Aslında annemin kişiliğiyle çok örtüştüğünü düşünüyorum ve onu klasik Osmanlı çalışırken değil de hep batılılaşma dönemine yakın buluyorum. Bence bu yüzden Art Nouveau’yla tanışınca hayran kaldı ve kuramsal manifestosunu kendine yakın buldu. Annemin belli etmediği protest ve aynı zamanda reformist bir yapısı vardır, bu yapıya da uyuyordu Art Nouveau.

Zamanla Raimondo D’Aronco çalışmaya başlıyor. D’Aronco, Abdülhamit’in baş mimarı olarak İstanbul’a geliyor, derken büyük İstanbul depremi oluyor (1894). Depremden sonra D’Aronco zorunlu olarak, hasar gören Osmanlı yapılarının onarımı işine girişiyor.

Raimondo D’Aronco’nun hayatı ve İstanbul Art Nouveau’su isimli bir kitap projesi vardı. Kitabı hazırladı, envanterlerin, eklerin düzenlenmesi için son bir aylık bir çalışması kalmıştı. Ben de yardım ediyordum anneme ama araya başka kitaplar girince tamamlanamadı. Yayıncıyla görüştüm, annemin isteği ve vasiyetiydi, inşallah ben tamamlayacağım kitabı.

Annemin bu kitapla ilgili uzun soluklu çalışmalarını alarak kendi kitabını yazan insanlar oldu. Annem iyi niyetiyle bilgisini paylaşır, anlatırdı. Çok üzüldüğünü biliyorum. Aslında araştırmalarının kullanılmasından ziyade, insanların bu kadar kötü niyetli olabileceğine, ihanet edebileceğine ihtimal vermediği için hayal kırıklığı yaşadığını düşünüyorum. O duygu onu çok rencide etti ve kendisine yapılan bu kötülüğü hiç unutmadı.

Annemin çok önemli bir özelliği de herkesin emeğine ve bilgi birikimine saygı göstermesiydi. Hiç unutmuyorum, Galata ve çevresiyle ilgili bir akademik çalışma önerisi gelmişti ama “orayı Nur Akın çalışıyor” diyerek Nur Abla’ya yönlendirmişti. İstese rahatlıkla yapabileceği halde, öğrencisinin önüne geçmemişti. Nur Abla’nın o kadar emeği vardı ki, yıllarını vermişti o bölgeye. Bir işte emek veren her birey o işin bir parçasıdır. Mesleki ahlak, saygı ve yazılmamış etik kurallardır bunlar. Annemi belki birçok hocadan ayıran da budur. Bizlere de en önemli miraslarından ve öğretilerinden biridir.

ZGK: Birçok ilkle andığımız Afife Hoca Doğan Kuban'ın da ilk asistanıymış, biraz anlatır mısınız?

ZAG: Doğan Bey çok değişik bir insandı, ben çok severdim. Çok okuyan, entelektüel, araştırmacı ve özgün fikirleri olan bir Türk aydınıydı. Düşündüğünü korkmadan söylerdi. Çok paylaşımcı değildi ama kötü niyetinden değil, o kadar odaklanırdı ki yaptığı işe, sanıyorum düşünemiyordu. Doğan Bey gibi zeki insanlar bazen çok yoğun çalıştıkları için etraflarındaki başka hiçbir şeyi fark etmiyorlar.

Doğan Bey benim tez hocamdı, yüksek lisansımı onda yaptım. Çocukluğum hep onlarla geçti. Yani hem elinde büyüdüm, hem hocam oldu, hem de bir yıl evinde asistanlığını yaptım. Onun için çok iyi gözlemleme fırsatım oldu. En sevdiğim yönü, inanılmaz eleştiriye açıktı. Küçük büyük demeden herkesi dinleyen, herkesin eleştirisini koşulsuz kabul eden ve gerekirse samimiyetle tartışan çok demokrat ve aydın bir insandı. Bu anlamda çok saygı duyuyorum.

Annem Doğan Bey'in asistanı olarak, notlarını tutmak, sınav kağıtlarını okumak, slayt çerçevelemek, arşiv düzenlemek, kahve yapmak gibi bütün işlerini yapmıştır. Ama bunları yaparken bir yandan da çok şey öğrendiğini hep gülümseyerek anlatırdı. Birlikte karış karış Anadolu’yu gezmişler. O zamanlar ikinci sınıfta, bahar dönemi öğrencileri Batı Anadolu gezisine götürülürmüş. Mevsim koşullarına göre Güneydoğu’ya da gittikleri olurmuş. Sabahattin Eyüboğlu bütün antik yerleşimleri anlatır, tek tek gezdirirmiş. Öğrenciler için olduğu kadar annemler de çok faydalanmışlar bu gezilerden.

ZGK: Taşkışla’yla da özel bir ilişkisi, gönül bağı vardı değil mi? Hatta önemli bir direniş hikayesi var orada.

ZAG: Taşkışla’nın bugün İTÜ Mimarlık Fakültesi olarak kullanılabiliyor olması annemler sayesindedir. Annem, Erol Kulaksızoğlu, Yıldız Sey ve Mete Tapan’la başlayan mücadeleye daha sonra Zeynep Ahunbay da destek vermiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal Taşkışla’yı otel yapmak istiyordu. Annem sanırım o zamanlar doçentti. Erol Hoca’yla birlikte kendi maddi olanaklarıyla ve tanıdık hukukçularla dava açmışlardı. Hukuk Fakültesi’ndeki akademisyen arkadaşlarının da destek verdiği, yıllarca süren mücadeleyle davayı kazandılar.

Mimarlık fakültelerinin şehirden uzak, apayrı kampüslerde olmasına çok karşıyım, böyle anıtsal yapılarda konumlanması çok değerli bence. Mimarlık öğrencisi şehrin içinde yaşayarak çevresini izlemeli ve tanımalı. Mimarlık okurken, tasarlanmış bir yapının içinde olmalı, o yapı ilk girdiği andan itibaren öğrenciyi etkilemeli. Yani mimarlığın ne olduğunu görerek yaşaması lazım. Apartman dairelerinde okuyarak mimar olunmaz mı; sadece yapı yapabilen bir mimar olunur.

Mezunu olmaktan gurur duyduğum İstanbul Erkek Lisesi’nin dergisi için benimle söyleşi yapmışlardı ve nasıl mimarlığı seçtiğimi sormuşlardı. Tabii annemin doğrudan etkisi büyük ama aynı zamanda İstanbul Erkek Lisesi’nin binası da çok etkilidir bu seçimimde diye düşünüyorum. Kapıdan girildiği anda o kubbeyi içeriden görmek çok etkiler insanı. Heybetiyle ezmez ama sarıp sarmalar, çok güzeldir. Mesela Türkiye’nin en ücra köşelerinden biri denilebilecek Buldan’a gittiğimde şehrin en merkezi yerindeki, en güzel binanın okul olduğunu görmüştüm. Bir çocuğun, hayran kaldığı bir okulda okuması ona vereceği önemi belirler. Belki çocukken bunu kelimelerle anlatamazsın ama hissedersin.

Bu yüzden Taşkışla’nın mimarlık fakültesi olarak kalması annem için çok önemliydi. Taşkışla’yı çok severdi, okuluna karşı olağanüstü bir aidiyet duygusu vardı. Bir gazeteciyle görüşme yapacak olsa, "evde istemiyorsan gel ofiste görüş" derdim, ama o illa Taşkışla’ya randevu verirdi; “Okuluma gideyim ben” derdi. Okulu onun için bambaşkaydı. Emekli olduktan sonra da ders vermeye devam etti. 2012’den sonra emekli hocalar okuldan bir anlamda zorla uzaklaştırıldılar. Belki annemin hayatındaki en büyük üzüntülerinden biriydi bu. Odasını toplamaya gitmek istememişti, beni göndermişti. Hatta eşyalarını bile istemedi, hepsini bizim ofise getirdik. Şu an oturduğum koltuk annemin odasında kullandığı, herhalde 60-70 yıllık koltuktur. Maalesef Taşkışla konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.

Gökkafes direnişi; Mete Tapan, Yıldız Sey, Mine İnceoğlu ve Nilüfer Tapan ile
Gazhane şantiyesinde; Feridun Çılı, Yıldız Salman ve Gülsün Tanyeli ile (2017)
Selimiye Camii ve çevresi alan araştırmasında kızı Z. Ayşe Güngör ve Mimar Özge Açan ile birlikte (Ocak 2010)
Mimar torunu Yasemin ve kızı Ayşe ile ofislerinin yeni yerinin açılışında

ZGK: Son zamanlarında Gazhane için de oldukça emek harcadı, her çarşamba oradaki toplantılara katıldığını hatırlıyorum. O süreç nasıl başladı?

ZAG: Gazhane süreci, çevredeki esnafın, o bölgede oturanların bir gönüllüler derneği kurup annemi bulmasıyla başlıyor. Annemin evine çok yakın olduğu için çoğunlukla bizim evde toplanırlardı. Bir süre sonra Sami (Yılmaztürk) de katıldı. Çok uzun bir mücadelenin sonunda kazanılmış bir yerdir Gazhane. Önce AVM yapmak istediler. Hasanpaşa Gazhane Gönüllüleri’nin direnişiyle ve annemin yoğun çabasıyla Kadir Topbaş döneminde İTÜ’nün Restorasyon Kürsüsü’nün önderliğinde çalışmalara başlandı. Annem hiçbir zaman ilişkisini kesmedi, her çarşamba şantiye toplantılarına aksatmadan giderdi. Bittiğini göremedi. Onun en sevdiği tonozlu bir yapıyı kütüphaneye dönüştürerek "Afife Batur Kütüphanesi" ismiyle anısını yaşattılar...

ZGK: Yakın zamanda belediyenin müdahalesiyle tekrar gündeme gelen Botter Apartmanı’nı sormak istiyorum. Restorasyon projesi işi size nasıl gelmişti? Afife Hoca’yla ilişkisi neydi?

ZAG: Botter Apartmanı R. D’Aronco’nun yapısıdır. D’Aronco’nun İstanbul’daki üç önemli binasının restorasyon projesini hazırladım. Büyük onur ve şans tabii ki. Botter Apartmanı için de mal sahipleri anneme ulaştılar. 2008 yılıydı. Biz o sırada ofis olarak İzmir Alsancak’taki Tekel Sigara Fabrikası’nın rölövesinde çalışıyorduk. Çok yoğun bir dönemdi. 12 tane yapı vardı ve altı ay süremiz. Annem Botter Apartmanı’ndan bahsedince yapamam, mümkün değil dedim, nasıl yapayım? 20 kişi gece gündüz İzmir’de müthiş bir tempoda çalışıyoruz. Annem yapmalısın diyerek şart koştu. İzmir'deki ekibi getirdim, çocuklarla büroda yatıp kalkarak Botter’e başladık. Restitüsyon projesi için İtalya’ya Udine’ye belge araştırmaya gittim. Annem de yapının mimarlık tarihi ve Art Nouveau dönemi içindeki yerini, stilistik özelliklerini kaleme alarak büyük katkı verdi. Restorasyon ve Yeniden İşlevlendirme Projesi sürecinde Han Tümertekin’le ortak çalıştık. Restorasyon uygulaması mal sahibinden kaynaklanan çeşitli nedenlerle başlayamamıştı.

İBB de bu konuda beni hayal kırıklığına uğrattı. Lansman açılışı yapılmadan bir gün önce beni aradılar. O zaman Çanakkale’deydim. Sabah sizi bekliyoruz dediler. Yetişmem mümkün değildi, gidemedim. Daha sonra Kültür Varlıkları Daire Başkanı ile görüştüm. Ruhsatla ilgili prosedürleri tamamlayıp sizi arayacağız dediler. Son durumdan haberim yok.

Bu tür işler son anda müellifi bilgilendirip imza atmasını isteyerek yapılmamalı. Bu benim hazırladığım bir proje ve sürece dahil edilmeliydim. Belediye öne çıkmaya çalışmak yerine, müellifle birlikte hareket etmeli, bütün paydaşlara sahip çıkmalı ve emeklerini savunmalı. Yarıda kalmış, unutulmuş bir işe destek olabilirler tabii, ama sonuçta sıfırdan yapmıyorlar, altında bir çalışma var, o çalışmayı destekleyerek ilerlemeliler.

ZGK: Üzücü gerçekten, ben de merakla izliyorum süreci. Afife Hoca’ya geri dönelim, Mimarlar Odası’yla da aktif bir bağı vardı hep değil mi?

ZAG: Annemin de babamın da (Selçuk Batur) Oda’yla hep yakın bir ilişkisi olmuştu. Babam uzun süre Mimarlık Dergisi’nin de editörlüğünü yapmıştı. Benim de çocukluğum Oda kongrelerinde sandalyelerin üstünde uyuyarak geçti. Oda’nın bugünkü devrimci çizgisine gelmesinde ikisinin de büyük emeği vardır. Bizim aramızdaki tabiriyle "Oda"cıydılar.

Annem bir dönem başkanlığını da yaptığı Oda’nın her zaman karşılıksız, koşulsuz her şeyine koşmuştur. Mimarlar Odası'nın her türlü etkinliğine, yazısına destek vermiştir. Hem meslek örgütü olarak gönülden bağlıydı, hem de orada çalışan herkesi çok severdi. Mücella’ya (Yapıcı), Sami’ye (Yılmaztürk), yani oradaki herkese karşı büyük sevgisi vardı.

ZGK: Afife Hoca’nın eşi Selçuk (Batur) Hoca’dan bahsetmemek olmaz tabii. Nasıl biriydi, mesleki açıdan nasıl bir ilişkileri vardı?

ZAG: Babam çok zeki ve entelektüel bir adamdı. Hatta bazı konularda annemden daha entelektüel olduğunu söyleyebilirim. Çok okuyan, yazan bir adamdı ama çok da ayrıksı bir karakterdi. En son söyleyeceği şeyi ilk başta söylerdi. Herkesle geçinemezdi ama arkadaşları onu çok severdi, çünkü çok dürüsttü. Vefa Lisesi mezunu olmasına rağmen, yani kolejde okumadığı halde çok iyi İngilizce bilirdi. Türkçe’ye birçok kitap kazandırmıştır. N. Pevsner’in "Avrupa Mimarisinin Anahatları" onun çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılmış kitaplardan birisidir. Atilla Yücel’le birlikte ÇEVRE / Mimarlık ve Görsel Sanatlar Dergisi’ni çıkarmışlardı. Nitelikli bir mimarlık dergisiydi ama maddi sebeplerden sanırım ancak 7-8 sayı yayınlayabildiler.

Annem, babamın bilgi birikimine, kişiliğine çok hayrandı. Ama söz geçirilemez oluşuna da kızardı. Katı prensipleri olan bir adamdı babam. Annemle aynı kürsüde asistanken 68-69 kuşağının öğrenci olayları sonrası "Batılılaşma Dönemi Osmanlı Camileri" üzerine çalıştığı doktorasını yarım bırakarak üniversiteden istifa etmek durumunda kalmıştı.

Annem ne zaman bir şey yazsa mutlaka babamın görüşünü alırdı. Müthiş bir eleştirmen olduğu için her şeyini ona danışırdı. Babam annemin doktora aşamasında çok destek vermiş. Ancak annemin profesörlük döneminden sonra babamla ortak çalışmaları pek olmadı. Babam o dönemde Ersen (Gürsel) Abi’yle birlikte serbest mimarlık çalışmalarını yürütüyordu.

Tabii babamın 65 yaşındaki erken vefatı annem için büyük bir yıkım oldu. 2004’te vefat etmişti ve annem onun acısını hep ilk günkü gibi yaşadı. Ölüm yıldönümlerinde (1 Ağustos) mezarı başında dostlarıyla buluşup anardık ve o günlerde annem çok üzgün ve gergin olurdu.

Kardeşleriyle evlerinde müzik yaparken. Piyanoda küçük kardeşi Arkeolog Erkin Emiroğlu, kemanda abisi Yılmaz Emiroğlu ile
Çok sevdiği öğretmen annesi ile
Kuzeni Gülseren ile gençlik günlerinde
Mavi Gezi, Hürriyet Teknesi; Sabahattin Eyüboğlu, Erdoğan Elmas, Selçuk Batur ile birlikte

ZGK: Afife Hoca’nın piyano sevgisi de çok ilgimi çekmiştir. Hiç dinleme fırsatım olmadı ama evde çalıyor muydu?

ZAG: Annem mimarlık fakültesinde okurken bir yandan da İstanbul Konservatuvarı’nda paralel olarak okuyordu. Orada şan bölümünü bitirdi. Ünlü tenör Atilla Manizade annemin sınıf arkadaşıydı. Annem sopranoydu ama tüberküloz geçirdiği için nefes problemi vardı. Sanıyorum şarkı söylemeyi nefesi yetmediği için bıraktı. Tabii sonra mimarlık mesleğine yönelince de şana meslek olarak devam etmemiş. Ama evde hep piyano çalarmış.

Aslında bu bir aile geleneğiydi. Büyük dayım Yılmaz Emiroğlu akordeon, piyano ve keman çalardı. TRT İstanbul Radyosu’nda konserleri olurdu. Gözleri görmüyordu ama profesyonel müzisyendi ve konserler için Bursa’dan İstanbul’a gelirdi. Küçük dayım Erkin Emiroğlu da çok güzel piyano çalardı, caz piyanistiydi. Aynı zamanda bizim üniversitede arkeolog araştırma görevlisiydi. Evde bir dayım keman, diğeri piyano çalarken annemin söylediği fotoğrafları vardır. Evde hep böyle müzik yapılırmış, o yüzden annemin de piyanoya karşı büyük ilgisi vardı.

Ayrıca annem çok güzel resim de yapardı. Karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri vardır. Türkiye'deki tüm resim piyasasını egale edecek yeteneği vardı bana göre. Yani bizim ailenin genel olarak sanata yatkınlığı varmış. Ben hariç, beni atlamış.

Dans etmeyi de çok severdi annem, klasik batı müziğine düşkündü. Oda’nın yemeklerinde, Niyazi Duranay’la ve Mehmet Konuralp’le dansları meşhurdur. Bir de Ege yöresi oyunlarını, zeybeği severdi. Düğünümüzde eşim Taylan Bey’le karşılıklı zeybek oynamıştır.

ZGK: Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim Ayşe Hanım, çok keyifliydi. Son olarak eklemek istediğiniz Afife Hoca’ya özel anekdotlar var mı?

ZAG: Kişisel bakımını hiç ihmal etmezdi ve dağınık giyinen insandan hiç hoşlanmazdı. Saçları her zaman düzgün ve yapılıdır. Derse giderken de hep çok şık giyinirdi, bunun öğrencilerine karşı bir saygı ve sorumluluk olduğuna inanırdı. Röportajlarda da hep bu konuyu sormuşlardır anneme.

Son 10 yıl Caddebostan Kültür Merkezi'nin dönem aboneliğini alırdı ve tüm kış sezonundaki klasik müzik konserlerini takip ederdi. Hemen hemen her akşam bir kadeh kırmızı şarap içerdi. Küçük bir kadehi vardı, onu da yarısına kadar doldurur ve seyreltmek için içine buz atardı. Yemeklerini çok dikkatli, seçerek yerdi.

Kahveyi çok severdi. İtalya’da kaldığı dönemde kahveye çok alışmış. Eskiden kız çocuklarına kahve verilmezmiş. Annem liseden mezun olduğunda dedem anneanneme “hanım bir kahve yap da kızımla karşılıklı içelim” demiş. Baba-kız karşılıklı oturup içtikleri o kahveyi gururla anlatırdı. Daha sonra da İtalya’da kahve kültürünü yakından tanımış. Henüz Türkiye’de filtre kahve vs. yokken annem İtalya’dan French Press türü bir makine getirmişti. Çocukluğumda kahvesini kendisi çektirir, o makinada her gün yapar, içerdi.

Cumhuriyet Gazetesi’ne de özel bir sevgisi ve bağlılığı vardı. Gençliğinden beri, hiç aralıksız alırdı. Okuyamasa da mutlaka alınırdı o gazete. Bunu bir tür sorumluluk olarak görürdü. Önemli ve hoşuna giden yazıları, her zaman masasının üzerinde duran makasıyla özenle keser, üzerine tarih atar ve okumam için bana verirdi.

Kızı Ayşe ile doktora tez araştırması sırasında (1968)

Etiketler: