Mimar, Akademisyen, Anne… Afife Batur - 1/2

ZEYNEP AYŞE GÜNGÖR ZEYNEP GÜNEY KİŞİ

Prof. Dr. Afife Batur’u vefatının dördüncü yılında (16 Aralık 2018) saygıyla anıyoruz… 50 yılı aşan kariyeri, akademik çalışmaları ve mimarlığa olan katkılarıyla birlikte, anneliğini, öğretmenliğini ve mesleğiyle özverili ilişkisini, kızı Y. Mimar Z. Ayşe Güngör’den dinledik.


Prof. Dr. Afife Batur


Zeynep Güney Kişi: Afife Hoca’nın kızıyla görüşme fırsatı bulmuşken, “nasıl bir anneydi?” sorusuyla başlamak istiyorum.

Zeynep Ayşe Güngör: Herkes annesini çok sever. Afife Hoca da, kardeşim ve benim için harika bir anneydi diyebilirim. Mesleğiyle anneliğini çok iyi dengelediğini düşünüyorum. Gençken tam böyle düşünmesem de kendim de anne olunca, zorluklarla geçen hayatının yoğun koşturmacası içinde bile bizimle çok yakından ilgilendiğini ve çok fedakâr bir anne olduğunu fark ettim. Hiçbir zaman annemin çalıştığı için bize vakit ayıramadığı hissine kapılmadım, her zaman, her güzel ve zor günümüzde yanımızdaydı.

Çocuklarını herkesin ortasında övmeyi hiç sevmezdi ama bize çok güvendiğini hissederdik, kardeşime de bana da… Bizimle gurur duyduğunu bilirdik. Aman çocuğuma bir şey olmasın diyen aşırı korumacı annelerden değildi. Kardeşim doktor olduğu için belki bana göre biraz daha uzak kaldı ama ben aynı mesleğin içinde olduğum için hep birlikteydim annemle. O yüzden çok büyük bir kayıp oldu benim için; sadece annemi değil hocamı, meslektaşımı, akıl hocamı, iş arkadaşımı, çok yakın arkadaşımı kaybettim. “Anne”den sonra o kadar çok sıfat ekleyebilirim ki, hepsini kaybettiğim için doldurulamaz bir boşluk oldu.

ZGK: Afife Hoca’nın vefatına kadar çok yakın bir ilişkiniz olduğuna ben de şahidim. Meslek seçiminizde de etkisi olmuştu değil mi?

ZAG: Tabii, birebir etkisi oldu. Ben doktor olmak istiyordum ve o kadar iddialıydım ki... 18 tercih hakkımız vardı o zamanlar ve ben sadece iki tıp fakültesi yazmıştım. Annem “hatırım için İTÜ Mimarlık’ı da yaz” dedi ama ben itiraz ettim. Araya en yakın arkadaşımı da sokarak, bir şekilde beni ikna etti ve tercihlerime İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni de ekletti. Sınav Pazar günüydü, ben Cumartesi gecesi hastalandım. Yarım puan farkla tıbbı kaçırdım ve mimarlığa girdim. Sonuçlar önce Fakülte’ye gitmiş ve ilk annemin haberi olmuştu. Başlarda istemediğim için üzdüm onu sanırım, mimarlığı sevdirmek için tüm tanıdıklar ve fakülte seferber olmuştu adeta.

Aslında şöyle bir gerçek var; anneler çocuklarını gerçekten iyi tanıyorlar, kapasitelerini, yeteneklerini, yatkınlıklarını iyi biliyorlar. Ben iyi bir doktor olurdum eminim ama doktorluk yaparken bu kadar mutlu olur muydum ondan emin değilim. Çünkü çok hassas bir yapım var, doktor olsaydım kendimi yiyip bitirirdim muhtemelen. Annem beni iyi gözlemlediği için ısrar etti. İyi ki etmiş, kendi alanımı çok seviyorum. Mimarlık tarihi ve restorasyon gerçekten benim kişiliğime çok uygun, korumacı damarım aileden geliyor.

ZGK: O tercihten sonra, aynı zamanda öğretmeniniz de olmuş. Bir öğretmen olarak oldukça disiplinli ve kurallı olduğunu biliyorum, sizin için nasıl bir hocaydı peki?

ZAG: Şunu anlatarak başlayayım: Bir sene öğrencileri ilk derse girdiklerinde boş kağıt dağıtmış, “bu ders ve benim hakkımda ne düşünüyorsunuz yazın” demiş. İsim belirtmeden, içlerinden geldiği gibi… Bir öğrenci, hiç unutmuyorum, “Afife’yi alma hafife” diye yazmış. Çok gülmüştük ailecek ve bu bir tür motto haline gelmişti aramızda.

Annem bir akademisyen ve hoca olarak gerçekten çok ciddi ve disiplinliydi. Sürekli okuyan, çalışan, araştıran ve yazan bir insandı. Bilimsel çıtası çok yüksekti. Kendini hiç tekrar etmezdi, sürekli geliştirirdi. 10 sene önce anlattığı bir dersi 10 sene sonra çok farklı anlatırdı. Kendisi arşivlerde birebir çalışırdı. Ben de onunla gittiğim için hatırlıyorum; tek tek fişleri yazar, bütün eski arşiv belgelerini tarar, okur ve kendi takip ederdi. Bu işi yapması için yerine öğrencisini gönderenlerden değildi.

Bana göre çok iyi bir hocaydı. Çalışan, iyi niyetli öğrencilerine karşı da son derece fedakârdı. Aynı anneliğindeki gibi… Bazen doktora ya da yüksek lisans öğrencileri çeşitli nedenlerden ötürü kayıt yapmayı unuturdu. Annem onların haberi olmadan Ayazağa’ya gider, kendi ödeyerek kaydını yaptırır ve yüksek lisans ya da doktoralarını tamamlatırdı. Şu anda akademik dünyada, annemin bu şekilde okuttuğu, tanıdığımız birçok insan var. Öğrencisindeki cevheri gördüğü zaman onu bırakmak istemezdi. O öğrenci hayatının zor bir döneminden geçiyor olsa da, ileride pişman olabileceğini bildiği için bırakmasına müsaade etmez, önüne çıkan engellerde öğrencisinin zor durumda olduğunu hissedip, yardım elini uzatırdı. Karşılığında da çok ciddi ve özverili bir çalışma isterdi, yani yüzeysel çalışmalardan hiç hoşlanmazdı.

Benim tanıdığım birçok öğretim üyeleri var; kendi alanlarını çok iyi biliyorlar, iyi akademisyenler ama iyi hoca değiller. Öğrenciyle ilişki kurmak farklı bir şey gerçekten. Gerçek hocalık; öğrenme sevgisini, bilimsel araştırma motivasyonunu verebilmekten geçiyor diye düşünüyorum.

Bizim eve o kadar çok öğrencisi gelirdi ki, kıskanırdım galiba… Akşam eve geldiğimde masanın başında öğrencileriyle çalışıyor olurdu. O zamanlar birçok hocayı çekinip arayamazken, anneme hem saygı duyar hem de yakın hissederlerdi. Çok önemli şeyler bunlar ve gün geçtikçe önemini daha iyi anlıyorum.

Çok sevdiği evinin salonunda
Kızı Z. Ayşe Güngör'le bir panelde
Yunus Nadi Ödülleri Töreni -2010 / Mimar Sami Yılmaztürk ile

ZGK: Siz böyle anlatınca Afife Hoca’nın evi, salonunda gelenleri karşılayan yuvarlak masası canlanıyor gözümde. Zaten eve girer girmez klasik bir oturma düzeninden ziyade, davet eder şekilde ortadaki yuvarlak masa karşılardı misafirleri. O masada hem bir şeyler yenilir, içilir hem de yeme faslı bitince hemen toparlanıp çalışmaya geçilirdi. Ama kendi özel çalışma alanı alt kattaydı değil mi?

ZAG: Evet aynen öyleydi. Apartman dairesinde oturuyordu ama anneminki onun yaşamına göre şekillenmişti. Başka bir dünyaydı. O yuvarlak masa hakikaten sadece yemek yenen bir masa değil, herkesin bir araya geldiği bir buluşma, toplanma yeriydi. Masanın üzerinde her zaman kalem kutusu, not kağıtları, Cumhuriyet Gazetesi ve kitaplar olurdu. Yemek yiyebilmek için masanın üzerini açmak ayrı bir gayret gerektirirdi. Her yerde kitapları ve dosyaları vardı. Yatak odasında bile ayak ucunda kütüphane vardı. Arşiv kayıtları, sanat eserleriyle doluydu her yer. Alt kat ise ayrı bir dünyaydı, kurtarılmış bölge gibi. İnanılmaz seviyordum o çalışma odasını. Lisansın ikinci sınıfındaydım o eve taşındığımızda, öğrenciliğimin büyük bir bölümünü orada geçirdim.

Ve annem o kalabalık arşivin içinde aradığı her şeyi şıp diye bulurdu, bilirdi. Onların zamanında şimdiki gibi dosyalama sistemleri, bilgisayarlar vs. yoktu tabii. Ona rağmen arşivine çok hakimdi.

Dedem, yani annemin babası edebiyat öğretmeniydi ve çok disiplinliydi. Aslında annemin tarafında bütün aile öğretmendi, babası, annesi, dedeleri… Hilmi dedesi ulemaymış ve hep anlatırlar çok aydın görüşlü, müthiş bir insanmış. Ailedeki disiplin anneme, annemden de bize geçmiştir.

Araştırmayı, çalışmayı o kadar çok severdi ki, “siz hiç yaşlanmıyor musunuz?” diye soranlar olurdu, “çalışmaktan yaşlanmaya vaktim yok” derdi. Hakikaten son anına kadar hep çalıştı, üretti. Hatta en son Sıra Evler kitabı üzerine çalışmıştı, hala yayınlanmadı.

ZGK: Yeri gelmişken sorayım, son zamana kadar hem kitaplar üzerine çalışıyordu, hem seminerler veriyordu, hem de Adım Adım İstanbul Turu’nu yürütüyordu diye hatırlıyorum. Enerjisine hayret ederdim. Son çalışmaları nelerdi?

ZAG: Faruk Pekin’i çok sevdiği için sadece Fest Travel ile çalıştı ve Adım Adım İstanbul Turu’nu 83 yaşına kadar yaptı. Art Nouveau turu için Arnavutköy ve Beyoğlu’nu gezdirdi. Maslak Kasrı, Ihlamur Kasrı gibi yapıları gezdirdiği “Köşkler ve Kasırlar” diye bir dizisi vardı. En meşhur turu Dolmabahçe Sarayı’ydı. Sabahtan akşama kadar tüm gün sürerdi. Vefatından iki sene öncesine kadar bile o turu yapıyordu ki çok zor bir turdur. Dolmabahçe Sarayı genelde çok soğuktur, orada bütün gün ayakta gezmek bile yorucuyken, hem gezdirip hem anlatmak o yaş için hakikaten zordu. Dolmabahçe’deki son turuna ben de gitmiştim, ünlü tarihçi Necdet Sakaoğlu ile birlikte gezdirmişlerdi. Bu gezilerine ünlü turizm rehberleri de katılır, bir anlamda ders gibi izlerlerdi.

Bir de Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’yla yaptığı “Kültür Karıncaları” projesi vardı. Okullarla anlaşarak ilkokul, ortaokul öğrencilerine kültür yapılarımızın tanıtıldığı ve korumacılığın öneminin anlatıldığı bir etkinlikti. Onlardan birine ben de katıldım. Öğrencilere Ragıp Paşa Konağı’nı gezdirmiştim ve gerçekten çok değerli geri dönüşler almıştık.

Fest Travel Dolmabahçe Sarayı turunda Necdet Sakaoğlu ile birlikte
Kızıyla Dolmabahçe Sarayı’nda bir mesleki gezide
TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda İstanbul Mimarlık Rehberi için İmza Gününde (2015)

En son kitap çalışması "İstanbul Sıra Evleri" idi. Yıllar önce Atilla Yücel ve Nur (Fersan) Akın’la yaptığı “İstanbul’da Ondokuzuncu Yüzyıl Sıra Evleri: Koruma ve Yeniden Kullanım İçin Bir Monografik Araştırma” (1979) isimli çalışmanın devamı niteliğinde, daha kapsamlı bir sıra evler çalışmasıydı. İstanbul’daki sıra evlerin önemli bir tarihi geçmişi, sosyal altyapısı var.

Sıra evlerin tarihsel süreç içindeki gelişimini ve şehir planlamasındaki yerleşim biçimini, plan şemalarını, yapım teknikleri ve malzemelerini anlatan çok kapsamlı bir envanter çalışmasından oluşan bir yayın projesi. Birçok akademisyenin katıldığı bu araştırma projesinde en büyük yardımcısı çok sevdiği öğrencisi Meryem Fındıkgil’di. Çok detaylı bir çalışmaydı, tamamlandı ama baskı aşamasında kaldı bildiğim kadarıyla.

Bir de tabii D’Aronco kitabı var. Ondan daha sonra bahsederiz.

Annemle birlikte gerçekleştirdiğimiz önemli bir çalışma da İTÜ’nün rektörü, Mimarlık Fakültesi’nin ilk dekanı ve Mimarlar Odası’nı kurucu ilk üyesi olan Ordinaryüs Prof.Dr. Emin Onat çalışmalarıdır.

Bu bağlamda ilk olarak birlikte Anıtkabir'de çalıştık ve Milli Reasürans bünyesinde 10 Kasım 1998 yılında bir sergi düzenledik: “Atatürk İçin Düşünmek, İki Eser: Katafalk ve Anıtkabir İki Mimar: Bruno Taut ve Emin Onat”. Birçok Avrupa ülkesini gezdi o sergi, Kıbrıs’a, Balkanlar’a gitti. Bu araştırma için bir ay boyunca Ankara’da kaldım ve Anıtkabir Arşivi’ni tek tek taradım. O zaman başladı Emin Onat hayranlığım diyebilirim. Anıtkabir’in o kadar farklı bir matematiği ve o kadar ince düşünülmüş detayları var ki… Mesela Şeref Holü’nün tavanındaki halı motiflerini Nezih Eldem tek tek İtalya’da hazırlayıp getirmiştir. Hepsi Anadolu halı ve kilim motifleridir ve her motifin arkasında derin anlamlar, hikayeler vardır. Kimsenin fark etmediği küçük bir kuş evi vardır; Atatürk çok severmiş kuş evlerini. Yani her detayın bir metaforik arka planı var. Bir de dönemin en iyi zanaatkâr ve sanatçılarıyla çalışmışlar. Anıtkabir şantiyesindeki ilk kadın şantiye şefi Sabiha Rıfat Gürayman Hanım’ın da tesadüfi olmayan, özel bir seçim olduğunu düşünüyorum. Atatürk'ün değer verdiği güçlü Cumhuriyet kadını vurgusunun yerine getirilmesi için seçilmiş sanki.

Anıtkabir çalışması sırasında kardeşi Erkin Emiroğlu ile (1998)
Kepirtepe Köy Enstitüsü, Mimarlık Yaz Okulu, Cengiz Bektaş ile
Kepirtepe Köy Enstitüsü, Mimarlık Yaz Okulu, Yazar Özdemir İnce ile

2008 yılında Cengiz Bektaş’ın girişimiyle Emin Onat ve Leman Tomsu’nun projelendirdiği Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde gerçekleşen Mimarlık Yaz Okulu’nda annemle birlikte mimarlık derslerine katılmıştık. Daha sonra da Emin Onat’ın Moda’daki evinin restorasyon projesinin danışmanlığını yapmıştım.

Tabii bu kadar çok Emin Onat yapısıyla ilgilenince annemle birlikte Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Yayını olarak "Emin Onat Yapıları Rehberi"ni çıkardık. Ben korumacı gözüyle binaları değerlendirdim, o mimarlık tarihçisi olarak yorumladı. Birlikte çok güzel bir çalışma yürüttük.

İstanbul Mimarlık Rehberi de çok önemli bir çalışmasıdır. 2005 yılında İstanbul’da yapılan UIA (Union Internationale des Architectes) Kongresi için, İstanbul’u tanıtan turistik olmayan, akademik bir rehber ihtiyacıyla hazırlandı. Mimarlar Odası’ndan Sevgili Sami Yılmaztürk’ün girişimiyle oldu. Aslında önce Türkçe’sini yaptılar fakat baktılar ki ikisi birlikte yayına yetişmiyor; UIA hedef alınarak, gelen yabancı konuklara verilmek üzere hazırlandığı için önce İngilizce’yi basmaya karar verdiler. Sonra Türkçe’sinin de basılması için annem ve Sami Yılmaztürk çok uğraştılar, günlerce kapı kapı sponsor aradılar. Şimdi düşünüyorum ve çok öfkeleniyorum. Aslında belediyenin bu hizmeti kendisinin yapması gerekirken, hazırlanmış böyle değerli bir rehber varken, öyle bir kitabı basmak ne kadar zor olabilirdi? Üstelik o kitaba çok değerli emeklerini veren hocaların hiçbiri maddi karşılığını alamadı. Zeynep Ahunbay, Ayla Ödekan, Afife Batur, Nuray Zeren Gülersoy, Tülay Kılınçaslan, Doğan Kuban, Metin Ahunbay, Aygül Ağır, Gül Köksal ve diğerleri... Çok değerli, tamamen akademik ve bilimsel bir çalışmadır.

Annemin en gurur duyduğu çalışmalarından biri de, Arkeoloji Müzesi karşısındaki Darphane’de kurulan “Habitat II, İnsan Yerleşimler Konferansı” için hazırlanan, “Dünya Kenti İstanbul” (1996) sergisiydi. Tarih Vakfı’yla birlikte hazırlamışlardı sergiyi ve dünya çapında ses getirmişti. İstanbul'un kuruluşundan bu yana, antik dönemden itibaren geçirdiği bütün evreler, gelmiş geçmiş bütün uygarlıklar, yerleşim yerleri, yapılar anlatıldı. Sadece panolarla değil, aynı zamanda katman katman maketlerle, objelerle, özel ışıklandırmalarla düzenlendi. Bilgisayar teknolojisinin olmadığı bir dönem için enfes bir sergiydi.

İkinci bölüm için tıklayın.

Etiketler: