Pritzker Ödülleri, Venedik Bienali ve Mimarlığın Marka Değeri

LERZAN ARAS

Lerzan Aras, mimarlığın toplumla ilişkisinin dönüşümünü ve bu yaklaşımın kurumsallaşmasında bienal ve ödüllerin üstlendiği rolü kaleme alıyor.

3 Mart 2020… Yerel saat ile 17:00’de mimarlık camiasının en prestijli ödülü olarak kabul edilen Pritzker Ödülü’nün 2020 senesi kazananı belli oldu. 2018 yılında Venedik Mimarlık Bienali’nin de küratörlüğünü yapan ve mimarlığın “anlam ve özgürlük” içeren bir mekan tasarlama sanatı olduğunun altını net bir şekilde çizen İrlandalı mimarlar Shelly McNamara ve Yvonne Farrell bu ödüle layık görüldü.

40 seneyi aşkın bir süreyi mesleğe adanmışlık içinde geçiren ve jürinin ifadesi ile “çevreye olan sorumluluklarını bilen ve her çalışmalarında özgünlüğü kucaklarken kozmopolit kalabilen” mimarlar, önümüzdeki Venedik Mimarlık Bienali’nin ana fikri olan “nasıl birlikte yaşayacağız?” sorusu ile birlikte tartışmalı ve aslında mesleğin geleceği adına oldukça umut verici bir döneme giriyor olabileceğimizi de bize hatırlattılar.

Aynı zamanda hem insan hayatı ve mimarlık ilişkisinde mimarın sorumluluğu konusunun farklı yönlerden ele alınması gerektiği hatırlandı hem de mesleğin en prestijli etkinliklerinden biri olarak kabul edilen bienal ve yine aynı derecede öneme sahip Pritzker Ödülü’nün birbiriyle görünmez bir örüntü içinde kurduğu sessiz paralellik gündeme yerleşti. Bu çerçevede mesleğin önceliklerini belirleme ve hatta kriterlerini gözden geçirme ve en önemlisi toplumsalcı bir mimarlığın bu kurumsal düzen ile nereye kadar ilerleyebileceği konularının üstünde biraz tartışmakta açmak için de bize zemin hazırlandı.

Universita Luigi Bocconi; fotoğraf: Alexandre Soria
University Campus UTEC Lima; fotoğraf: Iwan Baan
University Campus UTEC Lima; fotoğraf: Iwan Baan
University Campus UTEC Lima; fotoğraf: Iwan Baan
Université Toulouse 1 Capitole, School of Economics; fotoğraf: Dennis Gilbert

İsterseniz birkaç sene öncesine 2016’ya gidelim. O yıl, Alejandro Aravena’nın aldığı Pritzker Ödülü ile birlikte mimarlığın çok da üzerinde konuşmadığı bir konu olan “sosyal konut” yeniden gündeme gelmişti. Mimarın Şili’de düşük gelirliler için farklı bölgelerde tasarladığı konutlara çevrilen gözler aynı yıl düzenlenen bienalde Cepheden Bildirmek başlığı altında o zamana kadar mesafeli davranılan bazı kavramları da görmeye ve hatta vurgulamaya başlamıştı. Eşitsizlik, doğal afetler, konut sıkıntısı, göç, kirlilik gibi tüm dünyayı ilgilendiren konuları gündemine alan bienalde Aravena’nın o günkü tanımı ile [“savaşılması gereken, farklı boyutların sentezlenebileceği ve tek boyutlu olmanın dışına çıkabilecek”](http:// https://www.labiennale.org/en/architecture/2016/biennale-architettura-2016-reporting-front ){blank} bir mimarlık tartışmaya açılmıştı.

Gerçekten de “mimarlık artık sona mı geldi acaba?” sorusuna cevap aranan bugünlerde bu tartışmalar yaratıcılık ve umut düzeyinin yüksek tutulmasını sağlaması açısından önemliydi. Mimarlık ve toplum arasında oluşabilecek ilham verici bir iletişimin de gerçekten oluşabileceğini düşünmek mümkündü.

Bir sene sonra 2017 yılında “şiirsel bir anlatımla evrensel olanı yerel ile birleştirebilen” tanımı ile Rafael Aranda, Carme Pigem ve Ramon Vilalta Pritzker ödülünü aldılar. Bu ödülü almalarının en büyük sebeplerinden biri köklerine olan bağlılıkları ile birlikte dünyayı kucaklamayı da aynı anda başarabilmeleriydi.

2018 yılındayız… Shelly McNamara ve Yvonne Farrell bu kez bienalin ana temasını Serbest Mekan olarak ilan ettiler. Çok basit gibi görünen bu iki kelime arkasında çok geniş ve derin kavramları barındırıyordu. Temel amaç ise mimarlığın insanlığa nasıl katkı sağlayabileceğini ve insanların içinde yaşadıkları mekanlarda nasıl özgürleşebileceklerini tartışabilmekti.

Aynı yıl mesleğe 60 yılını vermiş bir mimar, Balkrishna Doshi Pritzker Ödülü’nü kazanıyor ve insan ruhunun, çevrenin, kültürün ve toplumun gereksinmelerinin mimarlık açısından doğru yorumlanmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurguluyordu. Başta Hindistan’da düşük gelirliler için tasarladığı Aranya konutları ile birlikte, insan-çevre-gündelik yaşam üçgenine gözler bir kez daha çevrilirken mimarın sorumluluğu konusunda sorular ve cevaplar büyüyordu. Mimarlığın, aslında insan yaşamına olan saygısını göstermenin yollarını artık farklı ve daha geniş kapsamlı kanallarda arayacağını düşünmek de mümkündü.

2019 yılındayız… Arata Isozaki Pritzker Ödülü’nü alıyor. 1960’lı yıllardan günümüze bu mesleğe emek veren mimarın doğu-batı birlikteliğini gündeme getirmesi, genç mimarları yeniyi ve çağdaş olanı yaratmaları konusunda desteklemesi ve eğitimci yönü çok önemli olarak kabul ediliyor; çünkü mimarlığın geleceğinin yeni bir neslin iyi eğitilmesine ve öncelikleri doğru belirlemesine bağlı olduğu gerçeği artık biliniyor 2020 yılına bienalin ana fikrinin tartışıldığı günlere geliyoruz... Eğitimin yanı sıra toplumların geleceklerini şekillendirmelerinin bir yolunun da mimari anlamda kaliteli çözümler üretilmesi olduğu konusunun kabul edildiğini görüyoruz. Paolo Baratta’nın bienalin temel hedeflerini açıklarken ifade ettiği gibi: “Toplumların kimliği, onların gelecek için ürettikleri projelerin kalitesine bağlıdır. Bu projeler ise yoğun bir farkındalık ve iş birliği ile elde edilebilir. Artık problemleri görünür kılmak yeterli değildir. Öneriler, projeler ve başarılarla dolu bir mimarlık için arzumuzu arttırmalıyız.”

Bienalin küratörü Hashim Sarkis de “Nasıl beraber yaşayacağız?” sorusunun aslında mekansaldan öte toplumsal ve politik bir bağlamı olduğundan yola çıkarak hızla değişen sosyal normların, politik kutuplaşmaların, iklim değişikliklerinin ve global eşitsizliklerin bizi bu soruyu çok daha acilen sorma noktasına getirdiğini söylüyor ve mimarın günümüzdeki rolünün ne olduğunu çok daha farklı açılardan tekrar tekrar sormamız gerektiğini bize hatırlatıyor.

Şu ana kadar sadece altı sene içinde mimarlık mesleğinin en değerli kabul edilen ödülü ve en geniş katılımlı etkinliğinin konu seçimlerini ve birbirleri ile oluşturdukları paralellikleri kısaca hatırladık. Bu geri dönüş ile görülen ise, bu çerçevede gelişen kurumsallığın üretim ve toplumsal istekler ve gereklilikler bağlamında olumlu etkiler yaratıp yaratmayacağı sorusuna cevap bulmak için bir altyapının artık var olduğu gerçeğidir.

Bu altyapı aslında şu verileri de içermektedir: (1) Mimarlık tüm kanalları ile çevresine, içinde bulunduğu ortama ve insanın gündelik yaşamına daha duyarlı hale gelmiştir. (2) Güzel ve farklı olanı yaratmaktan öte, yaşamı kolaylaştıracak çözümleri bulmak konusunda daha hassastır ve (3) diğer disiplinlere öncülük etmeye değil, gerekiyorsa birlikte yürümeye daha sıcak bakmaktadır.

Bu üç madde çok basit gibi görünse de mimarlık için büyük adımlardır. Yıllar boyu mimarlık, kendi temelini her zaman “beğenilme” üzerine kurmuştur. İdeolojik yaklaşımların mimari eseri öznel bir konuma oturtmasının altında yatan her zaman bu gerçek olmuştur. Mimar, öncelikli, beğenilen ve sahneyi istediği ile paylaşan bir aktör olarak gündemde kalmayı tercih etmiştir.

Ancak sadece altı sene kadar geri gidilip çok kısa bir bağlantı kurulduğunda bile bu rolün artık tercih edilmediği, bambaşka kriterlerin gündeme geldiği de dikkati çekmektedir. O da toplumsal konulara eğilmek, hatta çözüm üreten konuma gelebilmektir. Mimarlık bu yeni rolünü ne ölçüde başaracaktır? Gelenekselleşen, hatta idolleşen Venedik Mimarlık Bienali, Pritzker Ödülü gibi değerlerin mesleğin gidişatını bireysellikten toplumsalcılığa taşıma gücü nereye kadar gidecektir? 2016 yılında Aravena ile gündeme çok net gelen “düşük gelirliler için konut” kavramının 2018 yılında Doshi’nin çalışmaları ile pekiştiğini, aynı şekilde 2016’dan 2020’ye bienal konularının temelde birbirini takip eden ve “özgür, uzlaşmacı ve çözüm getirici” mekanlar yaratmak üzerine olduğunu da görmekteyiz.

Mimarların pragmatik bir düşünce yapısından bağımsız bir şekilde sadece kendi kimliklerini ortaya koymadan, sosyal ve kültürel etkileri hayata geçirilebildiği, yerel ve küresel olanı rahatlıkla bir araya getirebildiği bir dünyayı hayal etmeleri artık mümkün. Bu yeni dünya sadece “güzeli ve isteneni” sunarak kurulmamakta, “ihtiyaç duyulan ve yaşamı kolaylaştıran” bir düzen olarak karşımıza çıkmayı hedeflemekte. Bu nedenle mimarlık daha cesur, daha kapsamlı ve daha karmaşık düzenlere ilerleme isteği gösterdiğini de ifade etmekte. Bu ifade, her toplumsal probleme mekansal bir çözüm önerisi getirmek gibi yüzeysel bir bakış açısını değil, doğru noktada doğru duruşu sergilemeyi içermekte.

Bu yeni duruşun elbette bir “marka değeri” var. Yani, bilinirlik, sadakat, algılanma şekli gibi kavramların takdimi, değerlendirilmesi ve ortak kabul haline gelmesi ile şekillenen ve geleceğe doğru giden bir kimlik oluşmakta. Bienaller ve Pritzkerlerin dağıtımları arasındaki söze dökülmeden oluşan uzlaşımcı örüntü bu marka değerini güçlendirmekte, mimarlığın tükenip tükenmediği sorusunun devamlı öne sürülmesinden mesleği azade etmekte. Her geçen gün gündelik yaşamımıza dahil olan sorunların mimarca bir bakışla görülmesi, üstünde düşünülmesi ve çözüm önerileri geliştirmek için çalışılması mesleğin geleceğini daha sağlam zemine oturtmakta.

Ancak, yazının içinde sorulan en önemli soruyu tekrar edersek: Toplumsallığı hedef alan kurumsallaşma ve marka etkisi daha ne kadar sürecek? Bir süre sonra bazı kavramların sadece kelime halinde kaldığını mı göreceğiz ve adeta bir trendin yok oluşu gibi yeni kavramlar mı üretilecek, yoksa sürekliliği hissedebilecek miyiz? Kurumsal hale gelmenin en temel özelliklerinden biri olan bireye bağımlı olmaksızın gelişen bağımsız sistemlerin toplum yararına üretilecek her mimari tasarımda ön plana geçmesi sağlanabilecek mi? Bu soruların cevabını vermek ancak uzun yıllar sonra mümkün olacak. Ancak bildiğimiz ve gördüğümüz bir gerçek var: Mimarlık her zaman kendi bildiği biçimi ile toplumu şekillendirmeye çalışmıştır. Modern ideolojinin temelinde bu vardır. Ancak son yıllarda şekil verme kavramını, topluma hizmet etme kavramına dönüştürmek için mimarlık çok ciddi bir çaba içinde ve bunu belli bir kalıp ve sistematik içine yerleştirmeyi de başarmış görünmekte.

Görünen o ki, mimarlık kendi doğrularını toplumsal gerçekler ve ihtiyaçlar konusunda gözden geçirmeyi, yeniden değerlendirmeyi ve ileriye dönük bir bakış oluşturmayı benimsemiş durumda. 2020 yılında gündemimize daha net gelen “nasıl birlikte yaşayacağız?” sorusunun cevaplarını yakın gelecekte alacağımıza dair ümitleri canlı tutmamız dileğiyle...

Etiketler: