Zaman Küpü
Troya Medeniyeti’nin ve bölgenin tarihi değerlerini bir araya getirip yaşatmak üzere tasarlanan müze projesinin tasarım sürecini ve bu müzenin geleceğe bırakacağı mirası, mimarı Ömer Selçuk Baz ile konuştuk.
ET: Troya Müzesi ulusal mimari tasarım yarışmasıyla elde edilen bir proje oldu, yarışma sürecinden ve ana tasarım kararlarınızdan bahseder misiniz?
Ömer Selçuk Baz: Projelendirme sürecinden çok önce, Troya’nın 1998’de Unesco Dünya Mirası Listesi’ne girmesi akabinde, kaçırılan eserlerin buraya dönmesi ve tekrar yerinde sergilenebilmesi için bir müze ihtiyacının doğması, hikayenin mesnetini oluşturuyor. Buradaki arkeolojik alanın kazı başkanlığını yürüten Manfred Korfmann’ın, bir müze sayesinde bunun için ciddi bir fırsat yaratılacağı fikrini ortaya atmasıyla bu müzenin gerçekleşmesi fikri doğuyor. Bu konu farklı politik ortamlarda tartışılıyor. Nihayetinde Troya Müzesi Ulusal Mimari Proje Yarışması, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2011 yılında açıldı. Bu yarışmaya 132 proje katıldı ve bizim yaptığımız proje birinci ödüle değer görüldü. 2012 yılında biz proje çalışmalarına başladık, 2013’ün ortalarında inşaat başladı. Yaklaşık beş yıl içinde, yedi yüz kişilik bir inşaat ekibinin çalışmasıyla müze tamamlandı ve geçtiğimiz Ekim ayında ziyarete açıldı. Toplam
11.500 m2 alanda, farklı dönemlere ait yaklaşık 6000 eser sergileniyor.
Projeye başladığımızda ilk düşüncemiz şu olmuştu: Neredeyse hiç görünmeyecek bir bina yapabilir miyiz? Ama belki biz de çok hazır değildik buna ve sonra dedik ki, görünmez bir bina yapmayalım ama görünen parçasının, salt yapı olmanın ötesinde bir anlamı olabilsin ve bu coğrafyanın hikayesiyle bir bağ kurabilsin. Bu fikir de; yeryüzünde göstereceğimiz parçanın sadece buradaki eserlere ev sahipliği yapacak sergi mekanı olması, geri kalan bütün destek işlevlerinin bir peyzajın altında yarı kamufle olması şeklinde gelişti.
Bu peyzaj, yakın çevrede var olan bitki türlerini içeren ve kırsaldaki tüm bu ekili biçili alanların geometrisinden türeyen bir peyzaj olarak kurgulandı. Yapının, doğal bir dokunun içinden yükselen, anlam dünyasında da daha soyut duran; herhangi bir imgeye veya bildiğimiz bir nesneye referans vermeyecek kadar da anonim ve geride durabilecek bir etkisi olmasını sağlamaya çalıştık.
Bunun da iki sonucu vardı. Kimilerine göre, yapı çok sert, çok mesafeli, “herhangi bir şey” olarak algılandı. Ama görüp içine girenler de genelde tam tersine “Bunun içi böyle miymiş?” dediler. Çünkü dışarıdan çok sert ama içeride, ışığı içeri değişken şekillerde alma halinden dolayı ziyaretçiler için beklenmeyen bir sonuç ortaya çıkıyor.
Bir yandan da o soyut ifadenin kurmak istediğimiz imgeler dünyasında şöyle bir karşılığı vardı: Her bakan kişi, bu yapı üzerinden kendine göre bir hayal kurabilir. Yarışmanın kolokyumunda herkes kazananla ilgili bir şeyler söylüyor, niye böyle anonim bir yapı, neden kare prizma gibi sorular geliyor haklı olarak. Çok iyi hatırlıyorum, Baykan Günay şöyle bir şey söyledi: “Ben bu binaya bakınca o basamaklı pencerelerinde duran Akalı askerleri görüyorum, bu yapı benim için bir at”. Ardından müsteşarlardan bir tanesi, “Ben Troyalı askerlerin paslanmış zırhlarını görüyorum” dedi. Hiç aklımıza gelmemişti böyle şeyler, bizim için soyut zamansız bir kutuydu. Bu kadar soyut bir duruşunuz olunca başkalarının zihninde de bambaşka imgelerin canlanabileceği bir sahne oluşturuyorsunuz.
ET: Dolayısıyla yapmak istediğiniz net bir mesaj ya da imge üzerinde ısrarcı olmadan yoruma açık bir tasarım ortaya koymaktı, diyebilir miyiz?
ÖSB: Kare prizma yönsüz ve zamansız. Dolayısıyla tasarım bunun üzerine kuruldu. Peyzajın üzerinde, aslında bu dünyaya son derece yabancı bir nesne olarak var oluyor. Onun referansını da kuramıyorsunuz. Tam olarak nereye ait, geçmişe, bugüne yoksa geleceğe mi ait? Bu soruların hepsi boşa çıkıyor…
Mesajı da imgesi de benim için net: Bir rampayla içine dalınan peyzajın içinde, geride kalan bugünkü dünya ve derinliklerine doğru yolculuğa çıkılacak Troya hissini pekiştirecek bir mekan kurmak. Ziyaretçiler de bu hisse yaklaşabiliyorlardır umarım.
ET: Troya ören yeriyle de baskın bir ilişki kurmak yerine girişten terasa kadar uzanan kurgu içinde geçmişe dair bir tür hayal kurma imkanı yaratmaya çalışıyorsunuz. Bu tarif de bu soyutluk üzerine şekilleniyor öyle değil mi?
ÖSB: Baskınlık konusu oldukça göreceli aslında. Başka bir açıdan bakıldığında da belki yaptığımız şey çok baskın. Müze çevrede hiç olmayan büyüklükte, biçimde ve yine çevrede olmayan malzemelerle inşa edildi. Yarışma sırasında ifade edilen bir şey vardı: yalnızlık. Yapı yalnız duruyor, bir şeyin yokluğu üzerine kurulmuş, yok olmuş bir uygarlık.
Böyle bir his verebilir mi mimarlık? Bir nesne var, bakıyorsun ama dokunamıyorsun, uzakta bir peyzajın içinde duruyor. Nereden geldiği belli değil, yani yeryüzünden mi çıkmış yoksa gökyüzünden mi düşmüş? Muğlak bir yerde duruyor ve bir rampayla içine doğru yavaş yavaş giriyorsun.
Rampa bizim için en önemli yapısal öğeydi. Şundan ötürü: Burası yalnızca bir arkeolojik alan değil, önemli mitolojik unsurlarla da çevrelenmiş bir uygarlıktan söz ediyoruz. Böyle bir dünyaya girerken bir kapı kolunu çevirerek içeri girmek bana tuhaf geliyor. Bunun yerine rampa her şeyi biraz yumuşatıyor, daha kabul edilebilir kılıyor, yavaşlatıyor, uzatıyor, alıştırıyor; o uzamda rampa aslında bir kapıya dönüşüyor. Onun da sonunda gerçek bir kapı var ama o kapı aslında geçilecek bir sınır sadece. Bütün tarihsel katmanların aşılarak yeraltına inildiği hissi bu rampayla kuruluyor.
ET: Müzeyi Troya’nın dokuz tarihsel katmanına eklenen onuncu katmanı olarak gördüğünüzü ifade ettiniz. Tasarım bu katmanlarla nasıl ilişkileniyor? Mekan kurgusunda neler belirleyici oldu?
ÖSB: Aslında müze değil, şu an yaşadığımız dönem onuncu katman. Müze de bu katmanın bir parçası tabi ki. Bu çok alışılmış belki banal bir söylem olabilir ama bir tür zamanda yolculuk olarak tarif edilebilir. Sizi bir rampa ile Troya’nın atmosferinin içine çeken bir düzenekle başlıyor. Tabi ki şunu kabul etmek gerekiyor: Bu bir müze, yeni bir yapı, kurmaca bir dünya. Bu mekan eserlerin gerçek bağlamı değil. Biz orada bir sahne üretiyoruz ve bir anlatı üzerinden onları tekrar sunuyoruz. Bu kurgu da rampayla, tarihte geriye doğru inmekle başlıyor. Ziyaretçiler bu rampanın sonunda müzenin destekleyici işlevleriyle buluşuyor. Şematik olarak son derece basit bir planı var, gezdikten sonra mimar olmasanız dahi rahatlıkla zihninizde canlandırabilir, tekrar çizebilirsiniz. Sergi yapısı da yine rampalarla dolaştığınız ve her katında farklı parçalarına ulaştığınız bir dünyayı size sunuyor.
ET: Sergileme tasarımını da siz mi gerçekleştirdiniz? Konsept, yarışma sürecinde belirlenmiş miydi?
ÖSB: Evet, bizim işimizin bir parçasıydı. Bugün müzede gördüğünüz videolar ve interaktifler dahil her şey bir şartnameyle birebir bu şekilde tanımlanmıştı. Özellikle şu da çok önemli; burada sergilenen eserlerin yüzde sekseni, Çanakkale Müzesi’nden getirildi. Ama teşhir eserlerinden ziyade depodaki eserler incelendi bunun için. Buranın teşhirlerdeki eserlerden çok daha derin bir envanteri var ama o envanteri sergilemek bugüne kadar olanaklar dahilinde olmadığı için eserler depolarda duruyordu. Proje kapsamında da eserler arkeologlarla birlikte tasnif edildi, eserlerin küratöryel içerikle birlikte doğru pozisyonda kullanılması ve kurgunun da ona göre tekrar değerlendirilmesine özen gösterildi.
Yarışmadaki kurgu çok daha esnekti ama bu sergileme çizgisi hep vardı: Bir rampayla iniyorsunuz, sonra kronolojik-tematik olarak önce zemin katta Troas bölgesindeki kentler tanıtılıyor. Rampayla ulaştığınız birinci katta Troya I-VII katmanlarından eserler yer alıyor, ikinci katta Homer ve İlyada, Helenistik Dönem; son olarak üçüncü katta da Troya’nın arkeoloji tarihi, yitik miras ve popüler kültür temaları işleniyor. Her katın kurgusu, anlattığı dönemin mekansal karakterine bağlı ifade ediliyor. Kronolojik bir sergi değil bu, tematik-kronolojik olarak ilerliyor ve çizgi üzerindeki istasyonların yoğunluğuna, hangi eserlerle temsil edileceğine Küratör Deniz Ünsal ile birlikte ekip olarak karar verdik. Vitrinlerde gördüğünüz eserlerin büyük bölümü de projede tanımlandıkları yerde duruyorlar şu anda.
ET: Yapının geleceğe bırakacağı mirası da “inşa etmenin arkeolojisi” olarak tanımlamışsınız. Bu da yapım tekniklerinin ve malzemelerinin tıpkı arkeolojik alanda olduğu gibi, açık bir biçimde okunabilmesi üzerine kurulu. Kavram, tasarımda nasıl bir karşılık buldu?
ÖSB: Bunun birkaç farklı yönü var. Bu yapı, bir kamu yapısı ve bunu üretmenin belirli zorlukları var, bunların neler olduğunu tahmin edersiniz. Kamu için yapı yapmak özel sektöre yapı yapmak gibi değil. Yükleniciyi, üreticiyi, işçileri seçemezsiniz; bunlar üzerinde kontrol gücünüz çok olmayabilir. Dolayısıyla, biraz da hissi olarak, aklımızdaki sorulardan bir tanesi de “Vasat inşa edilse dahi iyi bir yapı nasıl olabilir?” idi. Bununla, ince bitişlerle var olmayacak bir yapıyı kastediyorum. Çok iyi bir bitişi olmasa da, örneğin süpürgelikler mükemmel olmasa, beton tam düzgün olmasa da -ki ahşap kalıbı seçmemizin sebeplerinden biri de oydu- tümdeki hissin doğru bir yerde durabileceğini düşünmüştük. “İnşa etmenin arkeolojisi” de bununla ilgili. Gezildiği zaman görülebilir, beton bir yerde kötü dökülmüşse öyle duruyor... Birisi gelmiş betonun üzerine kot çubuğu koyup çizmiş, silemiyoruz, öyle duruyor. Aynı şey corten çelik için de geçerli; montaj sırasında üzerinde bir sürü çizik oluştu ve onlar geçmiyor. Dolayısıyla bu binada hataları kapatma şansımız yoktu ve böyle de mutluyduk; zaten öyle kurulmuştu yapı. Ayrıca inşaata dair süreçlerin de okunaklı olmasını sağladı bu yöntem; “inşa etmenin arkeolojisi”nden de kastımız buydu.
ET: Malzemelerin zamanla değişecek olması, ahşap yüzeylerin beton kalıp izlerini takip etmesi gibi ilişkiler kuruyorsunuz. Kullandığınız tüm malzemeler arasındaki sürekliliği de sağlayan bu iletişim bilinçli bir tercih miydi?
ÖSB: Projenin ilk aşamalarından beri kararımız bu yöndeydi. Az malzeme ve süreklilikler. Ahşap kalıp brüt beton, zeminde silinmiş beton, ahşap bölücü duvar, düşey donatılı gazbeton, paslanmış çelik, metal kapamalar ve çelik… Bunlar dışında başka bir malzeme olmayacak ve bu malzemeler oldukları gibi kullanılacaktı. Alçıpan ya da taş kaplama gibi indirgenmiş, kaplama yapı malzemelerini kullanmamaya çalıştık. Bir gün gelip bu yapıya müdahale edilirse, kırılan yüzeyin arkasından başka bir şey çıkmayacak, yapı bitişi kendisi olabilecek…
Brüt betonun yanı sıra gazbeton paneller var. Bunlar dokuz metrelik tek parça halinde düşeyde getirilip birbirine bağlandılar. Masif ahşap kaset tavanlar ve zeminde 12 cm kalınlığında beton kullanıldı. Tüm bu çaba yapı malzemelerini kendi anatomilerine ve ifadelerine uygun, daha dingin ve azaltılmış bir mekan kurmak için kullanma niyetinden kaynaklanıyor.
İlgili İçerikler:
-
Bir Kıyı Yerleşimi Bağlamında Hopa İlçesi Kent Merkezi Fikir Projesi Yarışması
-
MEKAN2024 İç Mimarlık Öğrencileri Ulusal Bitirme Projeleri Yarışması Sonuçlandı
-
BursaSMD 2024 Ulusal Öğrenci Mimari Tasarım Yarışması: Mimarlık Pavyonu
-
Odak Ürgüp Kent Merkezi için Fikir Projesi Yarışması Sonuçlandı
-
Karadağ Ulusal Pavyonu Tasarım Yarışmasını Slot Mimarlık Kazandı
-
Bodrum Sağlık Vakfı Fizyoterapi ve Hidroterapi Merkezi Ulusal Mimari Proje Yarışması
-
Seul Robot & Yapay Zeka Müzesi
-
Odak Ürgüp Kent Merkezi İçin Fikir Projesi Yarışması