Bienalin Kendisinden Öğrenmek

KORHAN GÜMÜŞ

4.İstanbul Tasarım Bienali’nin konusu “Okullar Okulu”. Bienal’in küratörü Jan Boelen, bu başlık çerçevesinde şu soruyu soruyor: “Tasarım eğitiminin kendisine dönüp bakmamızın ve onu yeniden ele almamızın, tasarlamanın vakti geldi mi?” Biz de, ondan aldığımız ilhamla, acaba aynı soruyu bienal (ve onun temsil ettiği “çağdaşlık” alanı) için sorabilir miyiz? Türkiye’de acaba bienallere, çağdaş sanat kurumlarına, etkinliklerine dönüp yeniden bakmanın zamanı gelmedi mi?

Önce kamu ile ilişkilere bakalım: Büyük sermaye destekli çağdaş sanat kurumlarının temsilcileri kamu yöneticilerine kendilerine karışmadıkları için sınırsız minnet duygularını ifade etmekten kaçınmazlarken, gene her fırsatta kamudan yardım almadıklarını, bu şekilde bağımsızlıklarını koruduklarını belirtiyorlar. Bu söylediklerinden onların kamudan beklentilerinin yalnızca engel çıkarmamaları, işlerini zorlaştırmamaları olduğunu anlıyoruz.

Bu da “çağdaşlık” dediğimiz alanın çerçevelendirilmiş (önceden koşulları belirlenmiş) bir alan içinde iş gördüğünü gösteriyor. Dolayısıyla bir politik baskı, sınırlandırma değil, rıza ile gerçekleşen bir yaklaşım, bir feragat var. Şöyle bir düşünelim: Dünyanın başka kentlerindeki örneklerde gördüğümüz gibi bir kamu kuruluşu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından desteklensin; bu durumda acaba bienalin özerkliği kalır mı?

Şimdi gelelim meselenin gölgede kalan tarafına. Bu soru sorulmadığı sürece meselenin (özellikle ve kasıtlı olarak başka bir alanda) “kültürel kodlar” üzerinden anlamlandırıldığı görülüyor: “Çağdaşlık” ve “gelenek”. Bu konuda iki taraf arasında sanki örtük bir mutabakat var. Her şey gayet açık: Bugünkü iktidar çağdaş sanattan, mimarlıktan yana olmadığı, onları kendi değerlerine uygun görmediği için kamusal hayattan dışlamaya çalışıyor. Dolayısıyla muhafazakar bir iktidarın kamu faaliyetlerinde çağdaşlığa bir alan açmayacağı aşikar. Nitekim bu “tez” iki taraf açısından da doğrulanabilir nitelikte; İktidar da çağdaş sanatın, mimarlığın bir küçük azınlık tarafından halka zorla dayatıldığını söylüyor. Görünüşte “çağdaşlık” toplumun bir kesiminin yaşama biçimi ve sanat anlayışını temsil ediyor, kimi zaman da topluma kendi anlayışını dayatan hakim sınıfları. Muhafazakar iktidar, farklı yaşam tarzlarının, beğenilerin olması demokrasinin kaçınılmaz bir gereği olduğu için çağdaş mimarlık ve sanatın aktörlerine karşı olsa da, hoşgörü göstermek zorunda. Dolayısıyla demokrasinin bir gereği olarak çağdaşlığın aktörlerini kamusal alandan kazımak yerine, kendi alanlarında, kendi kültürlerini yaşamalarına izin veriyor. Bu koşullarda daha başka ne söylenebilir? “Kamu yönetimlerine çağdaş sanat ve mimarlık etkinliklerine karışmadığı, destek vermediği için minnettarız!”

Yapı Kredi Kültür Sanat; fotoğraf: Koray Şentürk
Pera Müzesi
Salt Galata; fotoğraf: Iwan Baan

ACABA ÇAĞDAŞLIĞA GERİ DÖNMENİN VE ONU YENİDEN DÜŞÜNMENİN VAKTİ GELDİ Mİ?
Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde yer alan Türkiye Pavyonu açılışına katılan Kültür Bakanlığı temsilcisi (Telif Hakları Genel Müdürü, Şaban Karataş) şöyle demiş: “Bizim yapacağımız işi siz yapıyorsunuz. Bu iş Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın asli işidir.” Burada sorulmayan ya da üzeri örtülen soru şu: Peki Kültür ve Turizm Bakanlığı ya da herhangi bir başka kamu yönetimi gerçekten bu işi yapmak istese, bu nasıl mümkün olacak? Bugün kamusal alanda bir proje geliştirilmesi gerektiğinde, Türkiye’de kamu yönetimleri gerçekten farklı fikirlerin özgürce yarışabileceği, tartışılabileceği bir ortam hazırlayabiliyor mu?

Bu soru şöyle de sorulabilir: Söz konusu olan kamu değil de özel sektör, bir hayırseverlik kurumu olsa, örneğin, ne değişecek? “Madem parayı ben veriyorum o zaman sanatçılar, tasarımcılar benim istediğim işleri yapsınlar” dediğinde örneğin, ne farkı olacak? Kültürel karşıtlığın burada meselenin üzerini nasıl örttüğünü görüyoruz. 1980’li yılların ortalarına kadar, büyük sermaye kuruluşlarının işleyişinde de benzer koşullar bulunuyordu. Tasarım, ürün ve hizmet geliştirme faaliyetlerinin yönetimi kurumsal bürokrasileriyle örtüşüyordu. Sözgelimi bir sanayi malı üreten bir şirkette, genel müdür karar veriyordu. Fabrikada hazırlanan prototip uzun bir yolculuktan sonra genel müdürün odasına taşınıyor, bu kişi ürüne bakıp, “Bizim fuarda gördüğümüz gibi olsun, şurasını değiştirin!” diyebiliyordu. Her kademede, genel müdürden yardımcısına, teknik işlerden sorumlu müdüre, personel şefine, kalıp atölyesi şefine kadar kurumsal bürokrasi içinde hiyerarşik bir katılım düzeni bulunuyordu; herkes görünüşte ürün veya hizmet üzerinde söz sahibiymiş gibi gözüküyordu. Ama çarklar öyle işliyordu ki, herkes üstündekinin zamanına ve anlayışına bağımlıydı.

Bu koşullar rekabet ortamının oluşması nedeniyle kısmen de olsa ortadan kalktı. Büyük sermaye şirketleri kendilerini yeniden yapılandırarak, mimarlık ve tasarım hizmetlerini kuruluşlarının hiyerarşik düzeninin dışına taşımayı başardılar ve özerkleştirdiler. Buna karşılık bugünün koşullarında gündeme gelmeyen özerklik meselesinin bir bakıma kamuda bu eski şirket yapılarındaki gibi özenle korunduğu görülüyor. Bu çelişkinin nedeni, kapalı devre işleyişiyle felç edilen kamusal niteliğin, arka planda ideolojik bir bagaj (politik patronaj) altında işleyen bir sistemin korunması için ve projelerin özel sektöre devredilmesiyle telafi edilmesi. Bu, toplumu tasarlama idealleri üzerine kurulmuş bir kamu sisteminin, neoliberal sistemin koşullarına uyarlanmış hali; örtük bir mutabakat söz konusu. Dolayısıyla kültürel karşıtlık ile çağdaşlık deyince asıl tartışılması gereken konu, kamunun neden kültür ve sanat alanını bağımlı hale getirmeye çalıştığı maskelenmiş oluyor.

TEMSİLİ (POLİTİK) KURUMLARIN SORUNU NE?
Dikey organizasyonlara sahip olan politik (ya da temsili) kurumlar ne ölçüde tasarım, mimarlık, araştırma alanlarında proje yönetimine elverişliler? “Kamu kurumları proje yönetimine elverişli değiller, onlar yönetmesin, özel sektör yönetsin” demiyorum. Kamu kuruluşları için geçerli olan bu durum STK’lar ve şirketler için de söz konusu olabiliyor çünkü. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kapısında her gün bir dolu bürokrat birikiyor. Onlar ellerindeki dosyalarla başkanlarına bilgi vermeye çalışıyorlar. Falanca yerde yapılacak meydan düzenlemesi projesi, filanca yerde yapılacak metro istasyonu... Görünüşte politikacı karar veriyormuş gibi. Son karar ona ait ama o daha düşünmeden kararlar gelişmiş oluyor; karar, tepede veriliyormuş gibi gözüküyor. Ama bütün taraflar işleyişte kademeli olarak birbirine eklemlenen bir eksikliği üretiyorlar: Kamusal nitelik. Tasarımın, mimarlığın kendi dışıyla, kamu alanıyla ilgili bir sorumluluğu, ilişkisi kalmadığı için işlevi de görünmez oluyor, buharlaşıyor. Örneğin İstanbul’un en önemli kıyı bölgesinin, neredeyse elli senedir şehrin kamusal hayatından koparılmış bir şeklide duran Salıpazarı’nın yeniden işlevlendirilmesi söz konusu olduğunda yatırımcıların mantığı hakim oluyor. Burada tasarımın, mimarlığın, sanatın bir boşluğu doldurmak dışında bir rolleri yok. Yaratıcı fikirler, alternatifler için nefes alacak bir yer kalmıyor.

Studio-X
Arter; fotoğraf: Murat Germen
Akbank Sanat

Kamunun işlevi elbette ki yalnızca bir bütçe sağlamak değil. Kamu aynı zamanda bir karar makamı. Ama kamunun kararı nasıl kamusal nitelik kazanıyor, karanlıkta kalan soru bu. “Orada durdukları sürece onlara orada kimse dokunmaz. Özgürce fikirlerini söylerler. Bu özgürlüğün koşulu onlara tanınan bu alandan, haklardan başkalarına söz etmemeleridir.” Çağdaşlık, tasarım, sanat gibi işlevler yalnızca bağımsız veya özerk oldukları için değil, kendi sorumluluklarından, kamusal alanda etkileşimli ve uygulamalı işlevlerinden de yalıtılmış oldukları için kamu ilişkilerinden mahrumlar. Sanki şöyle söyleniyor: “Burası çağdaş sanatın sergilendiği bir özgürlük alanı, burada sansür yok, yukarıdan dayatma yok. Ama bir koşul var: Dışarı çıkmamak, yani bu alandan firar etmemek. Bunu yapmaya kalktığınızda tepenize bineriz!” O zaman bu nasıl bir özgürlük alanı? Mimarlıkla, sanatla uğraşan insanların, kamusal alanda gerçekleşen projeler, kentsel dönüşüm, sosyal programlar hakkında söyleyecekleri, yapabilecekleri bir şey yok mu? Onlar yalnızca hayırseverlik alanında faaliyet gösteren, büyük sermayenin açtığı alanda mı yer almak zorundalar? Buna, daha çok bir hapishane koşullarını andıran bu duruma özgürlük alanı diyebilir miyiz? Bu koşullarda “çağdaşlık” kendi kamu yararını temsil eden bir topluluk için bir “özgürlük alanı” olduğu kadar bu kararların etkilediği topluluklar için de bir hapishane işlevi görebiliyor.

Sonuçta temsili örgütlenmeler yaratıcı işleri bağımsızlaştırmayı beceremezlerse, tam da fikir geliştirme düzeyi zayıf, otoriter yapılara dönüşüyor. Bu ilişkide kamusal alanda yaratıcı sınıfın eksikliği ile politika sınıfının eksikliği bir karşıtlık değil, birbirini motive eden güçler halini alıyor. Karşıtlık kademeli olarak birbirinin yerine geçen hiyerarşik işleyişi maskeliyor. İşte bu nedenle çağdaşlık yalnızca içerik, kültürel kod olarak kamusal alana getirdiği tanımlarla değil, içinde bulunduğu araçsal bağlamı kavramak, kendi üzerine dönüp bakmak (ve kendi kendisini sorgulamak) açısından kışkırtıcıdır. Çünkü politik iktidara bakarken kendisine de bakabilen bir uğraş, araçsallaştırılmaya karşı direnir. İşleyişi alt üst eder ve yepyeni anlayışların kapısını açar.

Etiketler:

İlgili İçerikler: