XXI’in Yuvarlak Masa toplantıları, TUNA Ofis’in katkılarıyla yeniden hayata geçiyor.
XXI’in Yuvarlak Masa toplantıları, TUNA Ofis’in katkılarıyla yeniden hayata geçiyor. 26 Aralık 2024’te gerçekleşen Yuvarlak Masa’nın ilk konusu ise günümüzde Türkiye mimarlığına katkıları ile isimlerinden ve yapılarından söz ettiren bir grup genç mimarın Karadeniz Teknik Üniversitesi’ndeki mimarlık eğitimleri sırasında Ayhan Usta ve Gülay Usta ile karşılaşmaları. Türkiye mimarlığı açısından bu sürecin değerli bir sözlü tarih oluşturduğuna olan inancımızla Yuvarlak Masa etrafında Ayhan Usta, Gülay Usta, Çetin Ayık, Tuna Han Koç, Sıddık Güvendi, Kadir Uyanık, Güneş Erden ve Ali Kemal Şeremet ile bir araya geldik.
Ferhan Yalçın: Türkiye mimarlık dünyasında hem pratik hem akademik alanlarda ve yarışmalar bağlamında önemli isimlerin bir araya geldiği bir ekip olarak bugün bir aradayız. Ancak bu ekibin bir araya gelmesinin arkasında farklı bir hikâye var. Bu süreci ve o dönemde yaratılan dinamiği bizlerle paylaşır mısınız?
Gülay Usta: Biz Ayhan Hoca ile 1981 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde birlikte eğitime başladık ve sınıf arkadaşıydık. Ben oldukça meraklı ve başarılı bir öğrenci olmama rağmen yarışmalarla ilgili bilgim pek fazla yoktu. Ayhan ise ikinci sınıftan beri yarışmalara ilgi duyan ve katılan biriydi. Biz, sınıf arkadaşları olarak mimarlık yarışmalarına katılmanın nasıl bir duygu olduğunu ve nasıl bir motivasyonla hazırlanıldığını ondan gördük, öğrendik diyebilirim. 1985 yılında mezun olduktan hemen sonra okulda asistan oldum ve akademik kariyerime yüksek lisans ve doktora çalışmaları yaparak devam ettim. Bu süreçte ilk yarışma deneyimim 1992 yılında Ayhan Hoca’yla birlikte katıldığımız Fethiye Belediyesi’nin açmış olduğu bir yarışmaydı. O yarışmada tüm projeyi öğrencilerimizle birlikte çizmiştik. Ondan sonra da katıldığımız tüm yarışmalarda ekibimizde her zaman meraklı ve hevesli öğrenciler yer aldı. Zaman zaman bölümden öğretim elemanı arkadaşlarımızdan da ekibe katılanlar oluyordu. 1990'lı yıllarda projeler rapido, T cetveli ve gönye ile çiziliyordu. Yarışma deneyimini merak eden öğrenciler katılmak istediklerini belirterek ekibe dahil oluyordu. Ekipteki arkadaşların yarışma teslim süresince bazen evimizde kaldığı zamanlar olurdu. Bu masadaki arkadaşlarımız o yıllarda henüz okula başlamamışlardı. Ama ilerleyen zamanlarda bu anlayışın devamı olarak ekibe dahil oldular.
Bir yandan akademik çalışmalar devam ederken bir yandan da yarışmalara katılıyorduk. Başarısız sonuçlanan Ankara Büyükşehir Belediyesi Hizmet Binası ve Çevresi Yarışması'nın ardından 2001 yılında Çevre Bakanlığı Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması'na katıldık ve birinci olduk. Bu iki proje bilgisayar ortamında çizdiğimiz ilk projelerdir. Ayrıca Çevre Bakanlığı yarışması birinciliği bizim için bir kırılma noktası oldu. Bu yarışmayı kazanmamız hem inancımızı pekiştirdi hem de “evet, olabiliyormuş” diye düşünmeye başlamamıza neden oldu ve sonrası için güçlü bir motivasyon yarattı. Zaten Ayhan Hoca’nın her zaman “olabilir” düşüncesi vardı ama benim yarışmalarla ilgili motivasyonum onun kadar yüksek değildi. Çünkü daha önce de söylediğim gibi bir yandan akademik hayat da devam ediyordu ve belli çalışmaları yapmak, derslere girmek durumundaydık. Bu nedenle yarışmalara katılmak için akademik mesai sonrasında okuldaki ofislerimizde uzun gece mesaileriyle devam ediyordu. Geceleri ben belli bir saate kadar okulda çalışıp eve gidiyordum. Ayhan Hoca’nın ise sabaha kadar kalarak çalışmalarına devam ettiği zamanlar oluyordu. O dönemde aramıza katılan hevesli öğrenciler oldu ve yarışma katılımı bir süreklilik haline geldi. Özetle, 2001 yılından sonra ekipler -öğrencilerin mezuniyet durumuna bağlı olarak- zaman zaman değişse de her zaman ekip ruhuyla katıldık, diyebilirim.
Aynı anda birkaç yarışmaya birden hazırlandığımızı hatırlıyorum. Özellikle 2006 yılı yaz döneminde ve buradaki arkadaşların da içinde olduğu kalabalık bir ekiple bir çok yarışmaya katıldık ve bir çoğundan çeşitli ödüller kazandık. Yaz dönemi ve okul tatil olduğu için KTÜ Mimarlık Bölümü’nün arka avlusuna bakan bir stüdyoyu adeta bir ofise dönüştürmüştük. 2006 ve 2007 yaz aylarında açılmış olan neredeyse tüm yarışmalara katıldık ve çeşitli ödüller kazandık. İşte o zamanlar birlikte çalıştığımız ekibin büyük bir çoğunluğu şimdi bu masa etrafındalar. Büyük bir heyecanın yaşandığı ve birçok anının paylaşıldığı o ekibin sinerjisiyle birbirini de besleyen çok güzel işler çıktı. Ekipte yer alan arkadaşlarımız artık bugün Türkiye mimarlığında çok önemli projelere imza atan mimarlar oldular. Bu durum beni çok mutlu ediyor ve gururlandırıyor. Ama burada tabii ki -kendisi çok mütevazidir- Ayhan Hoca’nın yeri ayrıdır. Kendisi hiçbir zaman kabul etmez ama ekip liderimiz Ayhan Hoca’ydı. Ben her ne kadar projelerin farklı süreçlerinde etkin olsam da onun kadar zaman ve emek sarf edemediğim zamanlar oldu. Hatta akademik görevlere ek olarak okuldaki idari görevler ve ayrıca daha küçük yaşlarda olan çocuklarımızın sorumlulukları nedeniyle buradaki arkadaşlar kadar sürecin içinde olamadığım zamanlar da oldu. Geriye dönüp baktığımda bu yoğunluk içinde sanırım 70’in üzerinde proje yarışmasında ekipte yer aldığım görülüyor. Güzel, heyecanlı, keyifli bir var olma süreciydi. Ben böyle bir başlangıç yapmış olayım, teşekkür ederek, sözü sizlere bırakayım.
Ferhan Yalçın: Ayhan Hocam ekip lideri demişken sizinle devam edelim dilerseniz.

Ayhan Usta: Yarışma aracılığıyla mimari sorunlara karşı sözünü söyleme biçimi öğrencilik yıllarımda başladı ve mezun olduktan sonra da devam etti. Asistan olduğum için her zaman Gülay gibi asistan arkadaşlar ile ya da bazen hocalarımla ama her zaman öğrencilerin de içinde olduğu ekiplerle yarışmalara katıldım. Fakat esaslı bir ekip olarak yarışmalara katılmam Gülay’la evlendikten sonra oldu. Burada bulunan arkadaşlar da (ki burada olmayanlar da var) bir dönem ekipte yer alanların en karakteristik olanları. Şunu hemen ve öncelikle söylemek gerekirse bu durum, en başından beri kurgulanmış bir şey değildi. Düşünsel temelini mimarlığa karşı olan tutkunun oluşturduğu ve o anlamda da o tutkuyu hissedenlerin bir araya geldiği kendiliğinden gelişmiş, kendiliğinden oluşmuş amatör bir yapıydı. Amatör bir yapıydı ama profesyonel işliyordu.
Bu yapının nasıl oluştuğu, nasıl kendiliğinden geliştiği ve tabii nasıl başarılı olduğu konusu üzerinde zaman zaman düşünüyorum. Kanımca iki nedenle: En önemli unsur Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Trabzon şehri. Birincisi mimarlık kültürü için birçok olanağa sahip İstanbul ve Ankara gibi merkezlerden uzakta olmanın yarattığı boşluk. İkincisi ise, bu boşluğun bir deneyim mekânına dönüşmesini sağlayan Trabzon’un ve KTÜ kampüsünün mimari varlığı ile birlikte mimarlık bölümünün kendine özgü atmosferi.
Trabzon bir şehir olarak dünyanın en eski kentlerinden birisi. Bugün artık tanınmaz halde olsa bile coğrafyası ve kültürüyle karakteristik bir şehir. KTÜ kampüsü ise başlı başına müthiş bir deneyim mekanı. Master planını Mustafa Polatoğlu ve Nihat Güner’in tasarladığı kampüste açık, yarı açık ve kapalı mekan dizgeleri denize paralel uzanan bir dokuya sahip. Kampüsteki -master planı da dahil- birçok yapı mimari proje yarışması sonucunda inşa edilmiş. Kampüsteki mimarların dışında, Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Erkut Şahinbaş’ın işlerinin olduğu kampüs, peyzajıyla birlikte tam bir mekansal deneyim sunuyor. Her ne kadar zaman içinde olumsuz müdahaleler yapılmış olsa da kampüs, mimarlık öğrencisi ya da bir mimar için gerçek anlamda yaşayarak öğrenilen bir okul gibi. Ben mimarlığı keşfettiğim andan itibaren kampüste tek başıma çok uzun zamanlar geçirdim. Bu anlamda benim ustam kampüsün kendisidir.
Sizler de hatırlarsınız yarışmalar dolayısıyla birlikte olduğumuz zamanlar, tasarımda kararsız kaldığım anlarda kampüse çıkardım, çıkardık. Binaların kendi aralarındaki ilişkilerini, bir binada mekan kurucu öğelerin nasıl konumlandığını, stüktürel seçim ve malzemelerin organizasyonunu, gün ışığının mekanda yarattığı etkiyi, merdivenin yapısını, boşlukları tekrardan kendi içimizde tartışarak deneyimlerdim, deneyimlerdik. Bu o kadar derin bir iz bırakmış ki üzerimde ustaya saygıdan olsa gerek ne zaman Trabzon'a gitsem kimseye uğramasam bile kampüsü mutlaka ziyaret ederim, özlüyorum kampüsü.
Mimarlık bölümü ise bir evin yaşama mekanı olan salon ne ise odur. Mimarlık ailesinin bir araya geldiği ve bir aile içinde yaşam nasıl geçiyorsa öyle geçtiği bir salon. Mimarlık ailesinin bu salonun duvarını süsleyen fotoğraflar vardır. Bunlardan biri mimarlık bölümü zemin kat koridorunda neredeyse 2x2 metre boyutlarında siyah-beyaz bir fotoğraftır. Şimdilerde aile üyelerinin çoğu orada olmayan kimileri de hayatta olmayan bir fotoğraf. Muhtemelen Hasan Saltık hocanın bir çalışmasıdır. O da efsane bir grafik ve fotoğraf sanatçısıdır aynı zamanda. Efsane hocalardan olan Erdem Bey'in, Özgönül Hanım’ın, 1402 ile okuldan uzaklaştırılmış olduğu için fotoğrafta yer almasa da varlığı hissedilen Zafer Hoca’nın, Kutsal Hoca'nın, Şengül Hoca'nın, Sevinç Hoca'nın ve o dönemdeki diğer hocaların yer aldığı bu fotoğraf o yaşama mekanının sesi olarak orada durur. O fotoğrafın karşısında durup o sese kulak verdiğinizde mimarlık bölümünün nasıl bir aurası olduğu konusunda size çok şey söylecektir. Zaten bir süre sonra da o aura sizi kendine dahil edecektir. Üzerinize sinen bu aura size "olmak" konusunda başka türlü bir deneyim sunar.
Böyle bir atmosferde ikinci sınıfta öğrenciyken Ağa Han Vakfı tarafından Bursa, Cumalıkızık ile ilgili bir öğrenci yarışması düzenlenmişti. Benim yarışma projeleriyle temasım ilk öyle oldu. Bir grup arkadaşımla -ki onun da uzun bir hikayesi vardır- yarışmaya katıldık ve mansiyon kazandık. Hep diyorum ya, Türkiye'de ilk Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazananlardan biriyim diye (Gülüşmeler). Sonra anımsayabildiğim kadarıyla üç ya da dört öğrenci yarışmasına katıldım ve ödüller kazandım. Mezuniyet sonrasında profesyonel yarışmalara karşı ilgimin gelişmesinin şöyle bir hikayesi var. Bir gün Mimarlar Odası Trabzon Şubesi’nin bir etkinliği için Ankara'dan, aralarında Hasan Özbay’ın da olduğu mimarlar gelmişti. Ben Hasan Özbay - Tamer Başbuğ ikilisini efsane yarışmacı mimarlar olarak tanıyorum zaten. Ama bizim tanışıklığımız katıldığım öğrenci yarışmalarından birinde onun jüri üyesi olmasıyla ilgili. Toplantı sonrasında aramızda konuşurken "neden profesyonel yarışmalara katılmıyorsun?” dedi. İşte bugünü o soruya karşı tutkuyla geliştirdiğimiz "yapabiliriz" tavrı yarattı.
Bu tavrın, buradaki arkadaşlar için de benzer bir biçimde geliştiğini düşünüyorum. Çünkü biz birlikte yapabilmeyi hiçbir beklenti içinde olmadan zamanı ve yaşamı paylaşarak gerçekleştirdik. Ben bu sürecin en güzel ve akılda kalan tarafının bu olduğunu düşünüyorum. Zamanı ve yaşamı beklentisizce paylaşmak. En azından ben öyle hissediyordum. Birlikte olmadığımız zamanlarda bile birlikteymişiz gibi hissediyordum.
Zamanı ve yaşamı beklentisizce paylaşmanın ne olup ne olmadığı konusunda farklı deneyimlerim oldu. Bunlardan en önemlisi asistanlığımın ilk yıllarında Erdem Aksoy ve Özgönül Aksoy ile ilgili. Erdem Bey’e kısa bir dönem asistanlık yaptım ve o süreç içinde bir insan ve bilge bir mimar olarak kendisinin üzerimde çok etkileri oldu. Her zaman şunu söylüyorum, Erdem Bey'le tanıştıktan sonra nasıl birisi olmam gerektiği konusunda kendime bakışım değişti. Erdem Bey’in varlığı nasıl bir şeydi diye düşündüğümde şöyle bir anı geliyor aklıma. Erdem Bey 12 Eylül sonrası okuldan uzaklaştırılmış ve neredeyse 10 yıl sonra bölüme dönmüş. Mimarlık tutkusu ve heyecanı ile uluslararası açılmış bir yarışmaya hazırlanılıyor. Ekipte Kutsal Hoca ve Mustafa Kandil Hoca da var. Düşünün Kutsal Hoca ve Kandil Hoca birbirlerine küsler ya da gibiler. Buna karşın Erdem Bey'in varlığı bu ikiliyi bir araya getirmiş. Hiç unutmam Erdem Hoca, diğer hocaların proje ile ilgili eskizlerini taşıyıp projenin gelişmesini sağlamıştı ve proje teslim edilmişti. Tabii yarışma süreci içinde paylaşılan diğer anlar da var.
Konu Erdem Bey olunca benim bile söyleyecek bir şeylerimin olması (kısa bir dönem onunla çalışabildiğim için) gerçekten hep etkileyici gelmiştir. Bugün bile Türkiye'de tasarım kuramları konusundaki ilk referanslardan birisidir. “Mimarlıkta Tasarım Bilgisi” adlı kitap, kuramsal içerikli olmasına karşın mimari tasarıma ilham veren bir bakış açısı kazandırır.
Sonra Gülay’ın da bahsettiği gibi, zaman böyle yarışmalarla ve farklı ekip deneyimleri ile geçti. O zamanlar çoğunlukla girdiğimiz yarışmalardan başarılı sonuçlar da alamıyorduk. Ta ki Gülay’ın hem hayat arkadaşı hem de ekip arkadaşı olarak katılmasına kadar. Gülay’ın varlığı bizim yarışma projeleri süreçlerimiz için de bir eşiktir. Çünkü Gülay daha disiplinli bir insan. Daha prensipli, kolay vazgeçmez, yapacağım diyorsa yapar. Ama ben öyle değilim, kendimi biliyorum, yeri geldiğinde çabuk pes edebiliyorum. Hatta hatırlıyorum Tekirdağ Devlet Hastanesi Yarışması'nı çizerken, hastanede amaliyathaneyi çalışıyorduk bir kirli koridoru vardı ve çözemiyorduk. Gecenin ikisi, üçü oldu çözemedik, ben de uyuyalım artık sabah çözeriz dedim. Gülay’ın, “sen yat uyu, ben uyumam”, dediğini hatırlıyorum. Dolayısıyla onun varlığı, optimist inancı hakikaten önemli bir eşik oldu. Ki sonrasında oldukça başarılı bir dönem geldi.
Bu arada ben sürekli olarak Ankara'ya gidip geliyorum. Sabah otobüse biniyorum, Ankara'ya gidiyorum, projeyi teslim ediyorum veya kolokyuma katılıyorum, akşam otobüse binip geri dönüyorum. Bu süreçte Ankara’da yarışmalara katılan ekipleri de çok iyi tanıma fırsatı buldum. Merih Karahaslan, Nuran Ünsal, Affan Yatman, Nesrin Yatman, Cem Açıkkol, Mustafa Aslaner, Mehmet Soylu, Mete Öz ve diğerleri... Sonra İstanbul’daki ekiplerle tanışmalarımız, Selim Velioğlu, Bünyamin Derman, Orkun Özüer, Özgür Bingöl ve diğerleri...
Konuşmamın başında da çok yan yola gireceğimi söylemiştim. Çünkü her ne öğrendiysem o yan yollarda öğrendim. Tekrar masanın konusuna dönersek, hepimizin aynı duyguyla ve tutkuyla, zamanı ve yaşamı paylaşmamızın sebebi belki de Trabzon’da mimari anlamda bir fırsatı yakalama şansımızın olmamasıydı. İstanbul'da olsa belki de böyle bir yapı olmayabilirdi. Oranın kendine özgü doğası öyleydi ve o doğanın bizi bir araya getirdiğini düşünüyorum. Birçok projede birlikte olduk. Geriye dönüp baktığımda bizim ekibin en başarılı olduğu dönemin -konuşmamın başında söz ettiğim kendiliğinden oluşmuş olan- buradaki arkadaşlarla birlikte olduğumuz dönem olduğunu düşünüyorum. Bu durum da bir rastlantı değil galiba çünkü şimdilerde her biri çok başarılı.
Gülay Usta: Bu arada birkaç şey de ben eklemek isterim. Aslında Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Anadolu’da kurulmuş ilk mimarlık okulu. Bölümün kuruluş tarihine bakıldığı zaman 1960'lı yıllarda Erdem Aksoy ve Özgönül Aksoy’la karşılaşıyoruz. Aksoyların İstanbul’dan Trabzon’a ”çağdaş bir mimarlık eğitimi nasıl verebiliriz?” gibi bir düşünceyle geldiklerini ve bu doğrultuda mimarlık bölümünü kurduklarını görüyoruz. Anadolu’daki ilk mimarlık bölümü olarak, çağdaş bir mimarlık eğitim modeli için programlar hazırlanmış, güçlü bir akademik kadronun oluşturulması için hocaların çoğu yurt dışına gönderilmiş ve aynı zamanda da yurt dışından dönemin ünlü hocaları bölüme davet edilmiş. O dönem yapılmış olan tezler Türkiye’de mimarlık anabilim dalında yapılmış en önemli çalışmalar arasında yer alıyor. Dolayısıyla mimarlık bölümünde, mimari tasarım eğitiminin bilimsel bir yaklaşımla nasıl olabileceği konusunda bilimsel araştırma ve tartışmalarla stüdyolara aktarıldığı bir dönem yaşanmış. Bu durum KTÜ Mimarlık Bölümü’nü ulusal ve uluslarası düzeyde görünür hale getirmiş. Onların kurdukları bu eğitim modeli, kültür ve iklim 1980'lere kadar sürüyor. 1981'de bizler öğrenci olarak kısa süre de olsa da Aksoyları tanıma ve birlikte çalışma fırsatı bulduk. 1980 darbesi sonrası Aksoylarla birlikte bazı hocalarımız okuldan ayrılmak zorunda kaldılar. Ne kadar ayrılan olsa da o iklimin etkisinin KTÜ Mimarlık Bölümü‘nde bugün bile kaldığını düşünüyorum. Öyle ki Aksoylar'ın oluşturduğu modelin yarattığı mimarlık atmosferi sonradan gelen kuşaklara da sirayet etti. Ayhan’ın da dediği gibi bizler için yarışmalar konusunda motivasyon kaynağı kanımca bu atmosferdi.
Ferhan Yalçın: Sizlerin Ayhan ve Gülay Hoca ile buluşmanız nasıl oldu? Onlarla geçirdiğiniz dönemde kazandığınız tecrübeler kariyerinizi nasıl şekillendirdi?

Çetin Ayık: Ayhan Hocamın da dediği gibi burada Trabzon şehrinde olmak çok kritik. Trabzon, KTÜ, Ayhan ve Gülay Hocaların varlığı... Bir de ben şanslıyım tabii. Ben onlara katıldığımda bizden önce kurulan ve işleyen bir düzen vardı. KTÜ’de mimarlık okumaya gidince, biraz da mesleği tanıyıp ilgi duymaya başladığınızda bir bakıyorsunuz Ayhan Usta gibi bir dağ var karşınızda. Bütün bu hikayeyi başlatan kişidir Ayhan Hoca. Siz de bir öğrenci olarak bir şekilde o sisteme dahil olmak istiyorsunuz. Nedir bu sistem? Sistemin merkezinde Ayhan Hoca duruyor ve onun etrafında halkalanmaya başlıyor. Birinci halkada Güneş ve Ali Kemaller var. Sonra üst sınıflara geçip yarışma yapmak isteyen ya da mimarlıkta biraz daha tecrübe edinmek isteyenler ekleniyor yavaş yavaş o halkaya. Bu aşamada mimarlığa ilgi duymak ve o duyduğunuz ilginin karşılığını alabileceğiniz yeni bir muhatapla karşılaşıyorsunuz. Ayhan Hoca diye bir kült var orada ve doğal olarak siz de ona eklemlenmek istiyorsunuz.
Benim ekibe katılma sürecim nasıl gelişmişti? Sanırım Tuna Han benden önceki halkada girmişti sisteme. Bana bir yarışmaya girilecek demişti. Tabii bunun için ara tatile de yaz tatiline de gitmemeniz gerekiyor. Ben ikinci sınıfı yeni bitirmiştim, Tuna Han gelir misin demişti. Ben de o dönemde yeni yeni mimarlıkla ilgili bir şeyler öğrenmiş biri olarak o halkanın en dışından eklemlendim ve okulu bitirene kadar da beraber çalışmaya devam ettik. 2006 sonları 2007 başlarında ara tatil döneminde katıldığımı hatırlıyorum. İlk olarak, Bursa Kızyakup Kent Parkı Kentsel Tasarım ve Mimari Proje Yarışması'nın maketi için destek olmuştum, ilerleyen dönemlerde 2007 yazında Kahramanmaraş Belediye Başkanlığı Hizmet Binası Ulusal Mimari Proje Yarışması ile birlikte ekibe tamamiyle dahil oldum.
O yaz biz dört yarışmayı aynı anda yapıyorduk: Trabzon Eski Tekel Binası Yeniden Canlandırma Yarışması, Kahramanmaraş Belediye Başkanlığı Hizmet Binası Yarışması, TBMM Kütüphane - Araştırma Merkezi Yarışması ve Balıkesir Çamlık Kentsel Tasarım Yarışması. Gruplar halinde yarışmaların sorumluları oluyordu. Yarışmanın şartnamesi, eski fotoğraflar, ihtiyaç programı inceleniyordu. Arazi maketini yapacak, çalışma maketlerini oluşturacak ve çizimleri yapacak ekipler ayrılıyordu. Yarışmaların teslim tarihlerine göre de ekip birleşiyordu ve yarışma teslim ediliyordu.
Bütün bunları Trabzon'da yapmak çok zor. Hocama bir nevi Don Kişot’luk yapıyoruz dediğimi hatırlıyorum. Her şeye ulaşmak çok zor aslında Trabzon’da. İstediğiniz fotobloğu yaptıramıyorsunuz, istediğiniz kalitede çıktı alamıyorsunuz vs... Birçok şey kısıtlı ama burada asıl mesele bunu yapmak ve sürdürmek bence. Bütün bunların temelinde mesleğe duyulan ilgi ve ilginin başlangıcında karşılaştığınız ve etrafında gelişeceğiniz Ayhan Hoca ve Gülay Hoca var.

Tuna Han Koç: Ben 2003 - 2004 yılıydı sanırım, ikinci sınıftayken okulun panosunda küçük bir poster gördüm: Anayasa Mahkemesi Binası Mimari Proje Yarışması Üçüncü Ödülü Ayhan Usta, Gülay Usta. Yarışmalarla ilgili de çok bilgim yok o zamanlar. Sonrasında şans eseri Gülay Hoca’nın aynı yarışma ile ilgili seminerine denk geldim ve dinledim. Büyülenmiş gibiydim. Çünkü o ana kadar "mimarlık tamam iyi güzel de ne yapacağım, nasıl kendimi ateşleyebilirim, nasıl bir ivme kazanabilirim" diye bir duygu içindeydim. Herkeste vardır bence bu duygu. Yarışma ile ilgili sunumu da izleyince, yarışma fikri, bunun bir ürünle sonuçlanması ve bu ürünün anlatılabilecek bir şey olması bana çok etkileyici geldi. Ödül kazanmak, takdir görmek, takdir edilmek, özellikle de bir fikrin takdir edilmesi müthiş bir histi. Şöyle hissettiğimi hatırlıyorum: Yapmak istediğim şey bu olsa gerek. Ondan sonra da ikinci sınıfı bitirdiğimiz yaz bir öğrenci yarışmasına katılmıştık. Hatırlamıyorum şu an projeyi, ödül alamadık ama teslim ettik. Teslim etmiş olmak bile büyük bir olaydı benim için.
Sonrasında üçüncü sınıfta Ayhan Hoca’nın proje grubuna girmiştim. O zamanlarda ben Ayhan Usta ve ekibini de biliyordum artık. Ali Kemal’i ve Güneş’i tanıyordum ve bir şekilde o ekibe dahil olmak gerektiğini hissediyordum. Oradan başlamak bir şans ve bunu değerlendirmek lazım diye düşünüyordum. O dönem projede çok konsantre olarak çalıştığımı hatırlıyorum. "Hocam beni de ekibe alır mısınız?" diyebilecek bir cesaretim yoktu ve onun çağırmasını umut etmek daha konforluydu.
Ayhan Hoca dönem başında herkese bir mimarın ya da bir ofisin (uluslararası / ulusal fark etmez) bir projesini seçip onu inceleme ödevi veriyordu. Hatta ilk birkaç hafta bu çalışmaları yapıyorduk. O dönem ben mi seçmiştim, verilmiş miydi hatırlamıyorum ama ben OMA’yı incelemiştim. Benim tek amacım çok iyi çalışarak Ayhan Hoca'nın dikkatini çekmekti ama bunun karşılığında OMA'yı da tanımış oldum. OMA’yı tanımak da benim için bir kırılma noktasıydı. Sonra bir gün kantinde otururken Ayhan Hoca "Yazın bizimle çalışır mısın?" diye sordu, ben de seve seve dedim. Böylece başlamış oldu. Hatta ilk yaptığımız proje Pendik Belediyesi Yeni Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması'ydı. Hikaye böyle başladı, sonrasında sanırım yaklaşık 12 - 13 projede beraber çalıştık.
Şu an bulunduğum noktadan bütün bu hikayenin kendisine bakınca; bütün bu süreçte neyi ne zaman öğrendim, hangi bilgiye ne zaman vakıf oldum, tam bilmiyorum. Kimsenin de bilebileceğini zannetmiyorum böyle şeyleri. Ama şunu biliyorum, mimarlığın bir camia ve kültür işi olduğunu çok erken fark etmiştim. Bütün bu hikayenin içinde kiminle ne zaman karşılaştığımız çok kritik. Ben Ayhan Usta'dan Gülay Usta'dan ne öğrendiğimi bilemem ama o kültürün içerisine oradan girdiğimi biliyorum. Şey vardır ya, kazananların yanında olmak size de kazandırır. Kazanmayı bilmek diye bir şey vardır. Kazanmayı bilen insanların yanında olduğunuz zaman kazanmaya hep yakın olursunuz. Ama şunun da altını çizmek lazım, kazanmayı bilmek -buradaki herkes bunun çok iyi farkında- kaybetmeyi bilmekle birlikte olan bir şey. Bu konuya ayrı bir başlık açılması gerekiyor.
Benim kendi hayatımda karşılaştığım ilk entelektüel profiller Ayhan Usta ve Gülay Usta. Bu çok kritik bir konu bence. “Karşılaştığınız herhangi bir konu üzerine akıl yürütme yoluyla bir yargıya varmak” dediğiniz şeyi ilk deneyimlediğim andı bu. Tabi böyle bir anı unutmuyor insan. Haliyle o karşılaşma benim için çok kritik. Ne öğrendiğimi bilmiyorum ama o kültürün içime nereden işlediğini biliyorum. Bu bütün hayatım boyunca beni takip etti ve hala ediyor.
Bir yandan da çok komik, eğlenceli hatta trajik anılar geliyor aklıma. Ayhan Hoca’nın da dediği gibi bu, bir iş birliği ya da bir çalışma ortamından biraz daha fazlasıydı. Bir şarkıyı defalarca tekrar tekrar dinlemeyi de orada öğrendim. “Tekrar” denilen şeyin ne kadar güçlü bir şey olduğunu da o zaman fark ettim. Çünkü daha önce hiç deneyimlememiştim böyle bir şeyi. Bir şarkıyı tekrar tekrar açmak üst üste dinlemek hiç tatmadığım bir duyguydu ve bunu orada defalarca yaşadık biz. Ben hala yapıyorum, ofistekiler de sağolsunlar bir şey diyemiyorlar bana.
Tabii çok değerli insanlar da tanıdım süreçte, işin o tarafı da var. Zaten Sıddık'la daha sonra devam ettik çalışmaya, komşuluk da yaptık. O başlangıç, o girdiğiniz kapının etkileri devam ediyor. Bir pergel gibi ne kadar açılırsanız açılın bir ayağınız orada duruyor. Herhalde bir kültüre ait olmak, içine girmek böyle bir şey. O bir ayak hep orada duruyor.
Çetin Ayık: Tuna Han’ın da dediği gibi karşılaşmalar çok kritik. “İnsan karşılaşmaların bütünüdür” diye bir söz vardı. Mesleki anlamdaki karşılaşmalarımızın ilki ve en kritiği herhalde Ayhan Hoca’yla karşılaşmaktı. Buradaki herkesi birbirine ve mesleğe bağlayan bu karşılaşmaydı bence. Mimarlık sadece bizim bildiğimiz gibi yapılan bir meslek değil, bir sürü alanda yapılabilen bir meslek. Çok fazla KTÜ’lü bürokrat var mesela. Bu karşılaşmalar olmasaydı bizler de başka alanlarda çalışıyor olabilirdik. Bu masada olmamızın sebebi de zaten o karşılaşma. Onun evvelinde de yine bir karşılaşma var mesela, Ayhan Hocamla Erdem Hoca’nın karşılaşması.

Sıddık Güvendi: Güzel bir hoca-öğrenci ilişkisiyle başlayan bu süreçte, başlangıçtan bugüne kadar hiç kopukluk yaşanmadı. Şu an hissettiğim en güzel duygu, bu temasın bir dostluğa dönüşmüş olması. Arkadaşlarım, karşılaşmanın öneminden zaten bahsetti. Geçmişe dönüp düşündüğümde, mimarlık eğitiminde en kritik meselenin bu işe dair bir heyecan duymak olduğunu görüyorum. Bu bence olmazsa olmaz bir şart. Ardından, eğer şanslıysanız, bu heyecanı paylaşabileceğiniz insanlarla tanışmak ve bağ kurmak geliyor. Kendi adıma konuşacak olursam, Ayhan Hocalarla karşılaşmamış olsaydım, şu an ne yapıyor olurdum sorusunun bende bir cevabı yok.
Bu karşılaşmanın benim için çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Mimarlık eğitiminin ikinci sınıfının sonlarına doğru garip bir heyecan hissetmeye başlamıştım ama bununla ne yapacağımı bilmiyordum. Ayhan Hocalarla tanışmak, bu enerjiyi bir kanala yönlendirmemi sağladı. Hoca bir yol açmıştı, bizler iz sürdük. Mesela bir yarışma kazandığım haberini aldığımda, her seferinde o minnet duygusunu tekrar hissediyorum.
İlk gittiğimde ne yapacağımı bilmiyordum. Bir ekibe dahil olacağım ama acaba ne yapacağım? Çizim mi yapacağım, maket mi hazırlayacağım? Hocamın da söylediği gibi, bunun önceden kurgulanmamış bir şey olması önemli. Birinin o ekibe dahil olduğunda ne yapacağı önceden belirlenmiyordu. Orada bulunduğum süre boyunca hep şunu hissettim: Biz orada olmasak da o işler yapılırdı. Bu da çok değerli bir his. Tabii ki sizin enerjiniz ortamın enerjisine bir şeyler katıyordur, ama sizin orada bulunma sebebiniz bir ihtiyaca dayanmaz. Orada bulunma sebebiniz aslında sizin kendi ihtiyacınızdır. İşte bu da çok kıymetli.

Kadir Uyanık: Ben de 2006 kışında ekibe katıldım. Hepimiz farklı kasaba ve kentlerden gelmiştik. İlk kez ailemizden ayrı, çok da kozmopolit olmayan bir şehirde yaşıyorduk. Ayhan Hoca’yı derslerden ve aldığı ödüller sonrasında yaptığı söyleşilerden tanıdım. Onunla tanışınca, bulunduğumuz ortamda mimarlık üzerine duyduğum söylemlerden çok farklı şeyler işittiğimi fark ettim. Ekibe katılmayı en başından beri çok istiyordum. Sonrasında, Tuna Han’ın da dediği gibi, buranın bizim karşılaştığımız ilk entelektüel ortam olduğunu ve aynı zamanda müthiş bir bilgi kaynağı sunduğunu gördüm.
Bugün takip ettiğimiz ve bildiğimiz birçok mimarı, o günlerde odadaki kitaplardan, dergilerden ve bizzat Ayhan Hoca’dan dinleyerek öğrendik. O dönemde internet ortamında mimarlıkla ilgili ulaşılabilir kaynak neredeyse yoktu. Çalıştığımız oda benim için adeta dünyaya açılan bir pencere gibiydi; sürekli yeni şeyler keşfediyordum. İlk zamanlar çay demlemek dışında pek bir iş yapmıyordum. Zaten yapabilecek birikime de sahip değildim. Fakat sadece izleyerek ve dinleyerek çok şey öğrendim. O günlerde mimarlık ve tasarım dünyası bizim için yepyeni bir kavramdı. Üstelik küçük bir kentte olduğumuz için, klasik bir öğrenme isteği de içimizde çok güçlüydü.
O dönemdeki motivasyonumuzu, Harlem’den NBA’e girmeye çalışan genç basketbolculara benzetiyorum. Bugün Anadolu’daki üniversitelere söyleşi için gittiğimizde de o dönemde hissettiğimiz bu duyguyu sıkça hatırlıyorum. Oradaki insanlar, hikâyelerimizi ve söylemlerimizi büyük bir ciddiyetle dinliyor. Ancak İstanbul’da o konsantrasyonu bulmak çok daha zor. Belki de Trabzon’da olmamız, bu başarılı ekip birlikteliğine en büyük katkıyı sağladı.
Ekibe katıldığım andan itibaren sürekli bir gözlem halindeydim. Zamanla, bir şeyleri taklit ettiğimi fark ettim. Bu durum, hayata yeni başlayan bir bireyin ailesini taklit etmesine benziyordu. Üstelik bu sadece mimariyle sınırlı değildi, o an yapılan her şey öğrenme sürecimizin bir parçası ve bizim için adeta bir “totem” haline gelmişti. Örneğin, ortamda şekersiz ve açık çay içmek ekibin ortak alışkanlığı olmuştu. Hatta görüyorum ki bugün bile burada bulunan herkes bu alışkanlığı sürdürüyor.
Bizim için öğrenme süreci sadece masa başında ya da kâğıt üzerinde değildi. Özellikle sofra muhabbetleri benim en keyif aldığım bilgi kaynağı olmuştu. Projede çıkmaza girdiğimiz anlarda, ertesi gün teslim olsa bile, o an işi bırakıp ortamdan uzaklaşıyor ve sofradaki sohbete dönüyorduk. Burada hissettiğimiz şey, sadece “yapılacak bir iş” değildi, aksine, ortaya çıkarılmaya çalışılan özgün bir değerdi. İşte bu motivasyon, gece saat üçte bitirdiğimiz bir işin ardından sabah dokuzda aynı istek ve enerjiyle masanın başına geçip üretime devam etmemizi sağlıyordu. Çalıştığımız süre boyunca her günümüz bu tempoda geçti.
Sonrasında, mesleki olarak deneyim kazandıkça o dönemde edindiğimiz değerleri çok daha iyi anladığımı fark ediyorum. Taklitle başlayan süreç, aslında hayata nasıl bakmamız ve karşılaştığımız zorluklarla nasıl mücadele etmemiz gerektiğini de öğretti. Zamanla, kendi kararlarımızı aldıkça ve bilgi birikimimizi genişlettikçe, ilk başladığımız dönemdeki bu değerlerin, özgün bir şeyler ortaya çıkarabilmemiz için bize bir yöntem geliştirdiğini gördüm. Şimdi geriye dönüp baktığımda, böyle bir sürecin meslek eğitimimizin mutlaka bir parçası olması gerektiğine inanıyorum. Ne kadar zor olduğunu bilsem de…

Güneş Erden: Ankara’dan bir şartname alınması gerekiyordu ben de Ankaralı olduğum için Ayhan Hoca benden rica etmişti. Döndüğümde bize katılabilirsin dedi. Tabii ki Trabzon'da böyle bir ekibe katılmak büyük bir lütuftu. Tam da Çevre Bakanlığı Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması'nın kazanıldığı zamanlardı. Bizden önce Cem ve Macit vardı ve biz başladığımızda onlar gitmişlerdi. Bu bizim için de iyi bir fırsattı aslında. Tuna Han’ın dediği gibi o ortamda entelektüel birileriyle karşılaşmak farklı bir şey katıyordu. Tabi ki bu teklifi kabul ettikten sonra hayatınız artık eskisi gibi olmuyor. Öncelikle duyarsız olma lüksünüzü Ayhan Hoca elinizden alıyor ama siz bunu çok geç anlıyorsunuz. Çünkü mesleğin duyarlılık gerektirdiğini yaşayarak öğreniyorsunuz.
Ben KTÜ’de Gemi İnşaat Mühendisliği okuyordum. Mimarlık isteğimi sonradan anladım ve mimarlık bölümüne geçtim. Haliyle zaman kaybettim ve kaybettiğim o zamanı kazanmam gerekiyordu. Sağ olsunlar Ustalar bana o zamanı verdiler. Çünkü o deneyim avantajını öğrenciyken bana yaşattılar. Sıddık’ın dediği gibi eğer Ustalarla birlikte olmasaydık şimdi nerede olurduk? İnanın ben de bilmiyorum.
Ankara'dan gelmeme rağmen mezun olduktan sonra bir travma yaşadım açıkçası. Çünkü Trabzon gibi değil Ankara ve kimseyi tanımıyorum orada. Ankara’da da bir sürü meslektaş, iyi ofisler, öğrenciler, yarışma çizen ekipler var. Sağ olsunlar hocalarım yarışma kültürüyle beni öğrenciyken tanıştırdığı için mesleğe tutunabilmemin de bir yolu oldu aslında yarışmalar. Kendi başıma da mesleği yapabilmeme fırsat verdi. Şansım da yaver gitti ve 1-2 yarışmadan ödül aldım. Sonra ben erken bıraktım yarışmaları. Çünkü benim için yarışma, mesleği yapabilmenin bir yoluydu. Yarışma sadece bir yarışma ortamı kazandırmıyor size, önem skalası yüksek bir konuda söz söyleyebilme fırsatı da veriyor. Bu özel bir parsel, özel bir kurum ya da özel bir konu olabilir. Çünkü mimarlık “hadi oturalım da bir müze yapalım” diyip kendi kendinize yapacağınız bir iş değil. Mesleğe yeni başladıysanız ve böyle bir hevesiniz varsa, yarışmalar size bu fırsatı veriyor. Ustalar ile tanıdım mimarlık ortamını ve henüz öğrenciyken iki sene boyunca çok yoğun çalıştım. Ustalar bana usta oldular. Ancak ben onlardan onlar gibi mimarlık yapmayı değil, mimar olmayı ve mimarlık yapmayı öğrendim aslında. Daha sonra Ankara'ya döndüğümde de süreç devam etti ve bu 22 yıl sürdü.
Bu masanın etrafında oturanlar dışında başka arkadaşlarımız da geldiler ama sonrasında mesleğin başka taraflarını seçtiler. Özel bir şirkette ya da devlette görevli olsalar da buradaki havayı koklayanlar bahsettiğim o duyarlılığı muhakkak hayatında yaşamıştır diye tahmin ediyorum. Ve bunun avantajını kullanmıştır, ben kullandım açıkçası. Bu ekibin bir parçası olmanın lüksünü bugün daha iyi anlıyorum ve kendimi şanslı hissediyorum.
Ayhan Hocam’ın da dediği gibi sadece zamanı paylaşmadık, yaşamı da paylaştık. Bugün hala birlikteyiz onlarla. Bu 22 yılın çoğunda aslında meslek hayatımız ayrı geçti. 22 yılın çok az bir bölümünde beraber çalışma fırsatı bulduk. Zaman ve mekanı tutturamadığımız çok uzun zamanlar oldu. Bugün bile mekanımız ayrı ama artık zamanı tutturabiliyoruz. Beraber çalışma kültürümüzü devam ettirme fırsatı yarattık kendimize.
Bugün anlıyorum ki biz bir zümreymişiz. Bu zümre de doğal, kendiliğinden oluşan, amaçlamadığımız bir yan ürün olarak ortaya çıkmış galiba. Bunun planlanmış bir şey değil, tesadüfi bir durum olduğunu düşünüyorum ancak bu grup içerisindeki arkadaşların başarısı tesadüf olamaz. Çünkü o gruba seçilmenin bir kriteri yoktu. Hoca şöyle bir gözüme baktı, halime vaktime baktı ve “olur herhalde” diye düşünerek beklentisiz bir şekilde çağırdı beni aslında. Herkesin de bu şekilde dahil olduğunu düşünüyorum. Buradaki kriter heyecan duymaktı galiba.
Ali Kemal gerçekten çok ciddi bir aktör orada. Ali Kemal’in tarif edilemez bir eforu var, bununla ilgili birçok hikayem var ama burada anlatmakla bitmez. Gülay Hocam da çok ciddi bir aktör. Gülay Hocam hem bizim garantörümüz hem de günün sonunda bizi toplayan kişidir.

Ali Kemal Şeremet: Benim ekibe dahil olmam tamamen şans eseri oldu diyebilirim. Kötü bir dönem geçirdiğim sıralarda arkadaşım Hüseyin Tok aracığıyla ekibe dahil oldum. Temel tasarım dersi alıyorum ve en son sırada oturuyorum, Gülay Hoca geliyor, 35x50 çalışma kağıdına yaptığım çalışmaya bakıyor, bu olmamış diyor. Araya gidiyoruz, tekrar yapıyorum, yine olmamış diyor.
Gülay Usta: E bak oldurduk sonunda... (Gülüşmeler)
Ali Kemal Şeremet: Neyi yanlış yaptığımı da bilemiyordum. İlk dönem en iyi dersim matematik ama başka da iyi olan bir dersim yok. Öylece kötü bir başlangıç yaptım mimarlık eğitimine… Sonra ikinci dönem mimarlık eğitimine devam etsem mi etmesem mi diye düşünmeye başladım. Hatta ailemle bile paylaşmıştım bu durumu. Onlar da bahar döneminde de devam et, fikrin değişmezse diğer dönem devam etmezsin dediler. Ben diş hekimliği istiyordum o olmadı ama mimarlığa da iyi bir puanla girmiştim. O zamanlar bilgisayara karşı da bir ilgim vardı. Hatta AutoCAD’i mimarlık bölümüne başlamadan önce öğrenmiştim ama hiç proje çizmemiştim tabi ki. Hüseyin, benim bilgisayarla ilgilendiğimi biliyordu, o beni Ayhan Hoca’yla tanıştırdı. Yoksa Ayhan Hoca beni tanımıyordu, daha önce görmemiş bile olabilir hatta.
İlk olarak Doğukent Yarışması ile başladık beraber çalışmaya. Henüz ikinci sınıfa yeni geçtiğim yaz tatili sürecinde yarışmayı çizdik ve çok zor bir süreçti. 1,5 - 2 ay çalıştık ve zar zor teslim ettik yarışmayı. Ama hiç unutmuyorum; Ayhan Hoca geliyordu ve ne olursa olsun teslim etmemiz gerektiğini söylüyordu. Bizde hiçbir zaman teslim etmeme durumu olmadı. Başladığımız bir proje varsa o mutlaka teslim edilecekti. İyi ya da kötü, bir şekilde teslim ediliyordu projeler. Bırakalım moduna girince Gülay Hoca geliyordu, bir strateji geliştiriyorduk ve o iş hızlıca toparlanıyordu.
Ben Trabzonluyum, Ayhan Hoca benim okuldan sonra Trabzon'da kalacağımı da düşünerek askere gidene kadar deneyelim dedi. O öyle deyince ben başka bir alternatif düşünmedim açıkçası. Öylece başladık, 23 yıl oldu ve ben hala askere gidemedim.
Bizim Ayhan Hoca’yla bu kadar uzun süre çalışabilmemizin bir nedeni de bence şu: O benim hocamdı ve hala da hocam. Tabi ki tartıştığımız zamanlar da oldu, elbette her zaman aynı şeyi düşünmüyoruz. Ama son karar aşamasında geri çekilerek sözü ona veriyoruz. Başka ekiplerle olsam böyle uzun bir birliktelik olmazdı belki de. Çünkü genellikle her mimarın az ya da çok bir egosu var. Ama o hoca-öğrenci ilişkisi bunu törpülüyor bence. Gülay Hoca da ekibe katıldığında hiçbir zaman aynı fikri taşımıyor, her zaman eleştirel kısımda kalıyor. En son kararı her zaman Ayhan Hoca’ya bırakıyoruz. Bahsettiğimiz ekip başı oydu. Bazen olmayacağını düşünsen bile ona inanarak devam ediyorsun. Devam etmezsen, inanmazsan zaten yapamazsın. Böylece devam eden birliktelikte 23 yılı geride bıraktık.
Tuna Han Koç: Son kararı Ayhan Hoca’ya bırakma konusunda şöyle bir deneyimiz vardı. Ali Kemal ile Kahramanmaraş Belediye Başkanlığı Hizmet Binası Ulusal Mimari Proje Yarışması'na hazırlanırken bir maket yaptık. Ayhan Hoca baktı güzel olmuş ama biz bunu teslim etmeyiz dedi. Tamam dedik biz de çok üzülemedik tabii Ali’yle, vardır bir hikmeti diye düşündük. O noktada şunu da anlıyorsunuz; yarışma kazanmak için oradayız ama başka bir şey de var aslında. Sadece yarışma kazanmak için her tuşa basmıyoruz, orada bir kültür var ve ödül alınsa da alınmasa da o kültürün sürmesi gerekiyor. Bu da değerli bir şeydi.
Kadir Uyanık: Çok yoğun çalıştığımız zamanlarda bile kendi okul projelerimizi ihmal etmiyorduk. Mesela benim Ayhan Hocalarla çalışmaya başlamadan önce projelerim de notlarım da iyi değildi. O pratik içinde olunca mazeret uydurmamayı da öğrendim kendi adıma.
Tuna Han Koç: Bu arada şunu da eklemek istiyorum. Ayhan Usta’nın normal bir insan olduğunu ilk orada deneyimlemiştim. Arkadaşımız bitirme projesini hazırlarken onu ziyarete gelmişti elinde tatlısıyla. O gün de Avrupa maçı vardı, onu izlerken dedi ki: Bir ülkenin futbolu neyse o ülke de odur, bakın anlarsınız. Bu olay benim zihnimde kalan önemli anlardan birisiydi. Sonrasında birkaç yıl sonra da biz bitirme projesi yaparken bizim eve gelmişti yine elinde bir tatlı kutusuyla. Bu da bir kültürün devamıydı aslında.
Ayhan Hoca geç saatlere kaldığımızda arabasıyla hepimizi eve bırakırdı tek tek. Biz de bazen ofisten geç çıkınca ben de bizim arkadaşları eve bırakmak istiyorum. Çocuklar diyor ki gidebiliriz metro var vs... Ama ben yine de bir şekilde onları arabayla götürüp evlerinin önüne kadar servis yapıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Zihnimde o anlara geri dönüyorum.
Ferhan Yalçın: Ali Kemal sen hala hocalarla birlikte çalışıyorsun, İstanbul’a geldikten sonra da yarışmalara devam ettiniz mi?
Ali Kemal Şeremet: Bizim Trabzon’daki yarışma performansımız gayet iyiydi. Ben Trabzon'dayken yarışmalar dışında herhangi bir iş yapmadan kendi hayatımı idame ettiriyordum. Tümüyle yarışmalar üzerinden geçinebiliyordum. Yarışma çiziyoruz, kazanıyoruz ama maalesef uygulama şansı bulamadık hiçbir şekilde.
Gülay Usta: Birinci olduğumuz Çevre Bakanlığı Hizmet Binası Projesi'nin uygulama aşaması için bir süreç izlendi. Dönemin çevre bakanı bizi davet etti ve projeyi uygulamak istediklerini söyleyerek süreç başladı. O ekipte Ayhan Karadayı ve Özge Cordan da vardı. Ayhan Hoca Ankara ile görüşmeleri sürdürüyordu, projeyi yapabilmek için şirket kurmamız istendi. Epey yol alınmıştı ve bizler de projemiz uygulanacağı için çok heyecanlanmıştık. Fakat sonrasında çevre bakanlığı kapandı, adı değişti vs... nedenlerle uygulamaya geçilemedi.
2012 yılında İstanbul’a taşındık ve Kültür Üniversitesi'nde çalışmaya başladık. İstanbul’a ilk geldiğimiz zamanlarda çeşitli yarışma deneyimlerimiz oldu, ancak akademik hayatın yoğunluğundan yarışmalara Trabzon’daki kadar yoğun zaman ayıramadık. Ama her katıldığımız yarışmada her zaman öğrencilerimiz ekipte yer aldı.
Ferhan Yalçın: Aynı anda dört yarışmaya birden hazırlandığınızdan bahsettiniz sanırım.
Gülay Usta: Tabi aynı anda hazırlandığımız yarışmalar oldu. Ben bir tanesini seçip ona katılalım isterdim ama Ayhan Hoca hepsine birden organize olup katılabiliriz diye düşünürdü ve öyle de olurdu. 2006 yazında Trabzon Eski Tekel Binası Yeniden Canlandırma Mimari Proje Yarışması, Kahramanmaraş Belediye Başkanlığı Hizmet Binası Ulusal Mimari Proje Yarışması, Balıkesir Çamlık Kentsel ve Mimari Tasarım Ulusal Proje Yarışması ve Maltepe Bölge Parkı Fikir Projesi Yarışması'na katıldık ve çeşitli ödüller kazandık.
2008 yılında katıldığımız Kayseri İç Kalesi'nin Korunarak Dönüştürülmesine Yönelik Ulusal Yarışma, çok vakit ve emek ayırdığımız bir yarışmaydı. Kayseri Kalesi'nin müze olarak yeniden işlevlendirilmesi projesi oldukça araştırmaya dayanan yapısıyla özgün bir tasarım olmuştu, çok ayrıntılı raporlar da hazırlamıştık. Biz Trabzon’dan yarışmaya katılırken Kadir Uyanık da İstanbul’dan farklı bir ekiple katılmıştı. Biz ekiple üçüncülük ödülü alırken Kadir Uyanık ve ekibi de birincilik ödülünü kazandılar ve projeyi uygulama şansı buldular. Önceki yıllarda ekibimizde yer alan arkadaşlarımızın ödül alması bizi hep gururlandırdı ve mutlu etti. Sonrasında Sıddık Güvendi, Tuna Han Koç ve diğerleriyle çeşitli yarışmalarda rakip olduk, onlar da çeşitli ödüller aldılar, hep kendi ekibimiz ödül almış gibi hissettik ve halen de öyle düşünüyorum.
Güneş Erden: Türkiye’de yarışmayla yapılan binaların sayısı aslında çok az. Yarışma sonucu elde edilen bir projenin uygulanabilmesi için birinci olmak yetmiyor, şanslı da olmak gerekiyor. Mesela Sıddıklar, Tuna Hanlar son zamanlarda çok birincilik aldılar ama bunlardan kaç tanesi hayata geçti? Geçseydi eğer mimarlığa katkısı da fazla olurdu.
Bizim için de birkaç tane kırılma noktası var. Mesela Başakşehir Kent Merkezi ile ilgili açılan yarışma iki turlu ve çok büyük bir yarışmaydı. Hatta projenin hayata geçirilmesiyle ilgili karar da alındı, görüşmeler de başladı ama şansımız yaver gitmedi.
Mesela benim için Kayseri İç Kalesi'nin Korunarak Dönüştürülmesine Yönelik Ulusal Yarışma da çok önemli. Kadirler için de o çok iyi bir başlangıç noktası oldu. Oradaki deneyimi meslek hayatında çok güzel ortaya koydular. Yine bu zümre içerisinden bir birinci çıktı. Kayseri İç Kalesi bana göre şu ana kadar yaptığımız en iyi projeydi. Hep aklımızda kalmıştır. Hala bugün bile zamanın ötesinde bir projeydi. Bir kırılma noktası oldu bizim için de.
Kadir Uyanık: Başakşehir Kent Merkezi Yarışması bizim mezuniyet dönemimize denk gelmişti. Hep beraber olduğumuz bir yarışmaydı. Hatta iki aşamalı olduğu için kışın başladık, yazın devam ettik. Aklımızda kalan birçok hikayenin kaynağı da bu yarışmadır. Ve sonunda bir de birincilikle bitti. Benim Ayhan Hoca’yla çalıştığım yarışmalardaki tek birinciliğimdi. O kadar keyifli bir süreç geçirdik ki unutulmazdı benim için.
Sonra 2007'de mezun oldum ve Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans programına başladım. İstanbul’da da yurtta kalıyorum bu arada. Ayhan Hoca aynı sene beni Zafer Hoca’yla tanıştırdı ve bir taraftan da Kültür Üniversitesi’nde derslere girmeye başladım. O sırada da Kayseri İç Kalesi Yarışması'na katıldım. Yurt odasında çiziyordum projeyi. O zamana kadar bildiğim tek şey Ayhan Hoca’nın yanında çalıştığım şeyler kadardı ve bütün o süreci taklit ederek hazırlandım aslında yarışmaya.
Ödül töreninde Ayhan Hocam yanımda, beraber ödül alıyoruz… Bu çok önemliydi benim için de. Tabi bu bir kırılma noktası yarattı bende de. Çok uzun bir süreçti, 2013’de başladı 2019'da bitti. O süreç içinde müzecilikle tanıştım ve müzecilik alanında çalışan birçok kişiyle de orada temasımız olmuş oldu. Hatta benim daha önce ilgim olduğunu düşündüğüm birçok şey de önüme geldi ve araştırma fırsatı buldum.
Sıddık Güvendi: 2008’de geldim İstanbul’a. Ondan önce kısa bir Ankara maceram vardı. Sonrasında, üç yıl boyunca farklı ofislerde çalıştım. Mesleki anlamda en keyifli ve mutlu olduğum dönem, Ayhan Hocalarla çalıştığım zamanlardı. Oradan ayrıldıktan sonra çalıştığım diğer ofislerde de benzer bir atmosfer bulacağımı düşündüm. Zannediyordum ki girdiğim bürolarda bu öğrenme ortamı ve samimiyet devam eder. Ama öyle olmadı. O dönem bir bocalama anında Ayhan Hoca’yı aradım ve “Trabzon’a geliyorum” dedim. Mesleki açıdan zor bir süreçten geçiyordum. O yaz bir kez daha birlikte çalıştık. Bu deneyim sonrasında İstanbul’da kendi büromuzu açma cesaretini bulabildik.
Şunu söylemem lazım: Kendimi karşılaştığım insanlar bağlamında hep çok şanslı biri olarak görmüşümdür. Burada bahsettiğim sadece mesleki anlamda değil, gerçekten iyi insanlarla karşılaşmış ve temas etmiş olmak. Önce Ayhan Hocalar, ardından Ankara’da Güneşler, sonrasında Tuna Han’la ortaklığımız ve şu anki ekibim…
Yarışmalara gelirsek, bu konuda zamanla farklı hissetmeye başladım. Yarışmalarla ilgili konuşmalara davet edildiğimde, konuların genellikle hep aynı olduğunu fark ediyorum ve bu durumdan biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Ama mesleki pratik açısından bakarsak, önüme bir şartname aldığımda hala aynı heyecanı hissediyorum. Ancak sonuçlar açısından hissizleştim. Ödül alıp almamak, birinci olup olmamak, bir işin sözleşme aşamasına gelmesi, projelendirme süreci... Bunların her birini defalarca yaşadım.
Bu yolda devam etmenin bir yönü var ki insanı kendisiyle yüzleştiriyor: Kendi ellerinizle kendinizi bir performans öznesine dönüştürüyorsunuz. Sürekli garip bir şekilde yarışta olma hali… Bunun bir konforu da var. Biz bir şeyi tasarlarız, sonra birileri bunu alır ve inşa eder gibi bir süreç yaşanmaz. Tasarımlar, pek çok aşamadan geçtikten sonra inşa ediliyor. Bu da bir anlamda hata riskini azaltan bir süreç.
Kadir Uyanık: Türkiye’de her şey kendi değerini biraz yitirdi bence. Yarışmalarda da biraz öyle oldu diye düşünüyorum. Mesela 2010'larda çok fazla yarışma açıldı. Bizim de katıldıklarımız, ödül aldıklarımız, alamadıklarımız oldu. Daha önce ekip arkadaşı olduğun kişiler ödüller alıyor. Sen de almak istiyorsun. Ben bir de akademideydim. Akademideyken mimarın motivasyonu yarışma ile kendini pratikte var etmek oluyor. Sonrasında kendi kendime şunu sordum: Yarışma, acaba mimarlık yapmak için doğru bir yol mu? Güneş'in söylediği gibi ne kadarı inşa ediliyor. Bizim de birinci olduğumuz yarışmalar oldu. İki tanesinde sözleşme de imzaladık ama o, işverenle zorunlu bir birliktelik oluyor. Onlar da sizi istemiyor belki, onların da kontrolü olmayan bir yerden bir birinci çıkıyor ve arzulanmayan bir birliktelik mecburiyeti doğuyor. Ve o mecburiyetten kaynaklanan o birliktelik olumlu sonuç vermiyor. Benim deneyimlerim bu yönde.
Çetin Ayık: Benim tecrübelerim Tuna Han’ın ve Sıddık’ın tecrübelerinden biraz farklı. Sadece yarışma özelinde değil, Türkiye’de herhangi bir projeyi uygulatmak zaten çok zor. Örneğin sözleşme imzalıyorsunuz, işverenle severek aynı masaya oturuyorsunuz, projeyi yapıyorsunuz, birlikte geliştiriyorsunuz ama uygulanmıyor bir şekilde. Sebebi, onlarca şey olabiliyor. Türkiye'de bunun sadece yarışma projelerine has olduğunu düşünmüyorum. Bir şeyi, hele de tasarladığın gibi hayata geçirmek çok zor.
Sıddık Güvendi: Avrupa’da bizim ölçeğimizdeki bir ofisin internet sayfasına baktığınızda, çok daha az sayıda proje görürsünüz, ancak bu projeler hem daha iyi işlerdir hem de çoğunlukla hayata geçirilmiştir. Bütçeler sağlamdır, güçlü sözleşmeler yapılmıştır. İnşa edilmemiş proje sayısı azdır. Bizde ise tam tersi bir durum var, çizilmiş ama inşa edilmemiş işler çok daha fazladır.
Tuna Han Koç: Biz de bir süre mimarlık yapmanın tek yolu yarışmaymış gibi davrandık açıkçası. Güzel ve keyifli zamanlardı ama bu algımız zaman içinde değişti. Tabi, hep bir elimiz bir ayağımız yarışmalarda hala, ama onun dışındaki farklı iş üretme yöntemlerinin de bizi mesleki anlamda zenginleştirdiğini görüyoruz. Çünkü bir işverenle ya da bir komisyonla bir masaya oturup bitmiş bir fikir üzerinden karşılıklı konuşma değil de gelişme aşamasındaki fikirleri masaya yatırıp tartışmak bambaşka bir dinamik doğuruyor.
Ben de son sözlerimi söyleyip toparlamak istiyorum. Geriye dönüp baktığım zaman, bu masadaki insanlar da dahil olmak üzere karşılaştığım insanların varlığı iyi hissettiriyor her zaman. Sıddıklarla ilk bir araya geldiğimiz zaman büyük bir açlıkla -belki hiçbir zaman o kadar verimli ve o kadar konsantre olmamışımdır ben kendi adıma- çok verimli bir 4-5 sene geçirdik. Bir süre sonra insanların mesleğe bakışı, hayata bakışı değişiyor ve başka bir yol çiziyorsunuz. Bir şekilde kendinizi aşmaya çalışıyorsunuz her seferinde. Bir adım daha atıp kendi sırtınıza tırmanmaya çalışıyorsunuz. Bu bitmeyen bir şey. Böyle bir hareket içindeyiz. Ama geldiğim noktada kendimi hep iyi hissediyorum. En azından mimarlık kültürünün bir parçası olmak çok iyi hissettiriyor. Bu kültürün tüketicisi olmak başka bir konu ama bu kültüre katkı verebildiğini hissetmek çok önemli bir şey. Proje yapmak, bina yapmak ya da -bugünkü gibi- sohbetlerin içinde bulunmak hep iyi hissettirmiştir. Yarışma kazanana kadar en önemli şey o oluyor, yarışma kazandıktan sonra en önemli şey bina yapmak oluyor. Ama geldiğimiz noktada şu an bu masada bulunup bu konuşmaları yapmak, insanlarla bir arada bulunmak, bu mesleğe bu ortama katkıda bulunmak ya da bulunduğunu hissetmek bende yeterli bir duygu yaratıyor. O yüzden size, bizlere böyle bir imkan sunduğunuz için teşekkür ederiz.
Ferhan Yalçın: Davetimize icabet ettiğiniz için biz çok teşekkür ederiz. İsterseniz son sözü sizden alalım Ayhan Hocam. Kadir’in şu sorusunu da değerlendirmenizi rica edeceğim sizden: Yarışma, acaba mimarlık yapmak için doğru bir yol mu?
Ayhan Usta: Bu masada, hepimiz KTÜ Mimarlık Bölümü'nden mezun mimarlarız. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi birçok olanağa sahip merkezlerden uzak olmamız gerçeğine karşın ve bu masadaki herkesin şu anda Türkiye’deki mimarlık ortamında gerçekten etkin birer mimar olduklarını düşünecek olursak bu, konuşmamın başında da bahsettiğim gibi okulun aurasıyla ilgili. Ben bu auranın kendim için ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Mimarlık tutkusunun o atmosferde bana nasıl temas ettiğini üzerime nasıl sindiğini ve beni bunun nasıl harekete geçirdiğini.
Dolayısıyla orada benim olmuş olmam, karşılaşmalarımız olsa olsa benzer bir duygu yaratmış olabilir: "Yapabilirim”, "başarabilirim" duygusu ve güçlü bir motivasyon. Ben olmasam olur muydu, olmaz mıydı? Bunu kimse bilemez elbette. Belki daha iyi olurdu. Öyle bir gerçeklik de var, bunu bilemeyiz.
Konuşmalardan siz de hissetmiş olabilirsiniz, hepimiz birbirimize temas ediyoruz. Bir araya geldiğimizde hep söylediğim şey, herkes birbirinin hem zihinsel ve duygusal hem de fiziksel anlamda inşasında yer aldı. Birbirimizi inşa ettik yani. Belki "var ettik" demek daha doğru. Fikir olarak, yapı olarak, karakter olarak, yaşam felsefesi olarak... Freud’un bir sözü var, "her insan karşılaştığı kişilerin kalıntısıdır” diye. Dolayısıyla kimde ne kadar ne kalıntısı var bilmiyorum ama bir şeyler var. Ben bende olan kalıntıların sadece mimarlık açısından değil hayatımı her anlamda zenginleştirdiğini söyleyebilirim.
Burada olan arkadaşların -ki konuşmamın başında söylediğim bu karakteristik ekibin- Türkiye mimarlık kültüründe söyleşileri, tasarımları, başarıları ve inşa edilebilen tasarımlarıyla etkin bir yeri var. Bu yadsınamayacak bir gerçeklik. Ve bu gerçeklikte yarışmaların önemli bir yeri var. Çünkü kendi potansiyelinizi işverene kanıtlayabileceğiniz neredeyse tek yol. Özellikle iş alma yöntemlerinin tartışmalı olduğu bir coğrafyada yaşıyorsanız.
Yarışma, mimarlık yapmak için doğru bir yol mu? Şöyle düşünün, okuldan yeni mezun olmuşsunuz genç ve yetenekli birisiniz, kendinizi nerede kanıtlayacaksınız? Sadece Türkiye'de değil uluslararası ortamda da böyle. Örneğin kimi uluslararası yarışmalara bakıldığında, kimse önemli bir işi yeni mezun deneyimsiz birine teslim etmek istemiyor. Ama yeni mezun genç mimarların ne kadar farklı fikirlere sahip olduğunun da herkes farkında. Bunun için profesyonelleri çağırmakla birlikte, gençlerin de fikirlerini sunabilmesi için bir kontenjan ayırmayı ihmal etmiyor yarışmayı organize edenler. Bu yarışma yoluyla mimarlık yapmak sorunu değil bence. Yeni, yetenekli, genç insanların kendilerini var edebilmesi için bir alan yaratmak.
Türkiye’de de mimarlık eğitiminin kendine özgü bir yapısı var. 4 yıllık okulu bitirdikten, diploma aldıktan ve Mimarlar Odası’na kayıt olduktan sonra herkesin her şeyi yapabilme yetkisine sahip olmasının yarattığı bu durum normal değil. Bu masadaki herkesin yaşadığı bir deneyim; okulu bitirip, yarışmayı kazanıp, o yapıyı yapabilme hakkını kazanmak sorgulanması gereken bir durum. Çok büyük bir cesaret ama büyük bir korku ve sorumluluk aynı zamanda. Bizim bu kadar senelik deneyimimiz var, hala bir işimiz uygulama alanına yöneldiyse, şantiyeden çıkmadığımız zamanlar oluyor. Sürekli bakıyoruz, kontrol ediyoruz. Neredeyse yaptığımız her projenin -korkuluğuna varıncaya kadar- çok ayrıntılı modeli var elimizde. Bir bütçeyi, bir kaynağı yönetiyorsunuz. İnsan kaynağını, doğal kaynağı kullanıyorsunuz. O yapı orada en az 100 yıl yaşayacak ve onunla ilgili her şeye siz karar veriyorsunuz. Bu çok büyük bir sorumluluk ve bitmez tükenmez bir deneyim alanı. Bazen sevdiğimiz bir konuyla ilgili bir yarışma oluyor, heyecanlanıyoruz, buna bir öneri verelim diyoruz. Ama aramızda konuyu açtığımızda, bunu yapmayalım gerek yok, buna gerek yok, şuna gerek yok derken bir bakıyoruz bizim gerek yok dediğimiz şeyleri gerekli kılmış birisi birinci olmuş. Olağan elbette. Ama yarışma söz konusu olduğunda üzerinde en çok konuşulması gereken konuların başında da jüri oluşumu gelmeli diye düşünüyorum. Bu konunun da tartışılması gereken bir çok yönü var ama girmeyelim oraya şimdilik.
Bu nedenle burada olmamızın esas nedenine dönecek olursak, bir dönem mimari proje yarışmaları ile mimarlık tutkusu peşinden koşan bu ekibin yaşadığı deneyim, eşsiz ve sıra dışıydı. Beklentisizce zamanı ve hayatı paylaşma sırasında bu deneyimin Sıddık’ın dediği gibi dostluğa dönüşmüş olması da ayrıca çok değerli ve güzel.
Gülay Usta: Ben yarışmaları araştırmanın, öğrenmenin ve yenilenmenin bir yolu olarak gördüm her zaman, belki akademisyen olduğum için hep öyle baktım. Serbest çalışan mimarların herhangi bir mimari soruna ve dolayısıyla yarışmaya bakış açısıyla akademisyenin bakış açısının aynı olmadığını düşünüyorum. En azından bizim için öyle. Kaldı ki akademik yaşamda olup bu denli mimarlığın pratik alanıyla yoğun yaşayan akademisyen de sayıca az. Bu masadaki ekibin de birlikte çalıştığımız dönemde bunu yakından gözlemlediklerini, dolayısıyla onların da yarışmalara bakışının benzer olduğunu düşünüyorum. Yarışmalarda ürettikleri işlere bakıldığında davranış olarak popülist yaklaşımların aksine, düşünsel temeli ve derinliği olan, araştırma tabanlı bir yaklaşımı yeğledikleri görülüyor.
Öte yandan yarışma süreci oldukça öğretici ve birlikte yaratma heyecanının paylaşıldığı, zamanı yönetme ve sorumluluk duygusu ile birlikte farklı bakış açılarının deneyimlendiği katılmalı bir süreç. Bir anlamda geleneksel usta-çırak ilişkisinin farklı bir biçimde deneyimlendiği ortamlar. Bu hem akademik hem de pratik hayatta işinize yarıyor. Çünkü akademik yaşamda proje derslerine giriyorsunuz, stüdyonun ne olduğu ya da nasıl olması gerektiği, orada bir mentor olarak nasıl davranmanız gerektiği konusunda duyarlılıklar geliştiriyorsunuz. Bu deneyim öğrencilerle güçlü bir iletişim ve etkileşim ortamının nasıl oluşacağı konusunda bir bakış açısı kazandırırken yaratma süreci açısından da stüdyoda başka türlü bir motivasyon ortamını hazırlıyor. Bu anlamda proje üretmedeki zihinsel ve deneysel süreci ben yarışma geçmişiyle öğrendim diyebilirim. O nedenle tasarlamanın ne kadar zor olduğunu ve nasıl bir oyun haline getirilerek yaşamın içine dahil edilebileceğini, öğrencilerime bu deneyimimden hareketle aktarmaya çalışıyorum.