Acaba Size “Antroposen” Yerine “Antreposen” Diyebilir Miyim?

KORHAN GÜMÜŞ

“Güncel” denen sanatı farklı kılan, sanatın kendisine tanınan yerde durması, kendini kendisinden beklendiği şekillerde sergilemesi değil, bilinen eylemlilik biçimleri ile kurulamayan ilişkileri başka biçimlerde kurmayı hedeflemesi. İçinde yer aldığı şehirlerle, mekanlarla, topluluklarla bilinen eylemlilik biçimlerinin dışında ilişkiler kurmayı denemesi.  Mimarlık da başka faaliyetler de zannedersem böylesine bir güncellik sorunsalı içinde ele alınabilir. Bienal küratörü Nicolas Bourriaud da sanatın ilişkisel bir yöntemle düşünmemizi, bağlantılar kurmamızı sağladığını söylüyor. 

Diğer taraftan kimi zaman “güncel” sıfatı sanatta, mimarlıkta daha çok bir tarza işaret ediyor gibi gözüküyor: “Güncel” sıfatı (ya da kavramı) günümüze ait olduğunu söylüyor sanatın: Her dönemin kendisine ait bir sanat, tasarım tarzı olduğuna göre “güncel” olan da günümüze ait olan... “Günümüzün sanatı, günümüzün mimarisi, tasarımları”... Günümüzün beğenisini temsil eden bir stil, bir anlayış, bir tercih gibi. Sıklıkla karşılaşılan ve kolay anlaşılır bir sonuç. Bu tarihselci yaklaşım güncellik sorunsalını ehlileştirmeye hizmet ediyor. Sanatın, mimarlığın içinde yer aldığı koşulları sorgulayıcı özelliği, hazır-yapımlara, kalıplara direnci imha edilmeye çalışılıyor. “Güncel sanat” zenginlerin, hayırseverlerin, sembolik sermaye sahiplerinin bir tercihi halini alıyor. Böylece kitleler, alt sınıflar temsille bağlantıları sökmeyi bilmeyen, hedeflemeyen politikacıların, neo-klasik dünyanın kucağına itiliyormuş gibi oluyor. 

Diğer taraftan sanat ve mimarlık bildiğimiz araçsal yaklaşımların, ilişkilerin dışına çıkan yenilikçi, sorgulayıcı eylemsellik alanları. Bu durumda sanatta, mimarlıkta “güncel” olanı Viollet-le-Duc’ün 19. yüzyıl ortasında sormaktan bıkmadığı gibi mi anlamalı?  Viollet-le-Duc’ün “her dönemin bir mimarisi var, günümüzün neden yok” sorusunun her iki şekilde anlaşılması mümkün. O, 19. yüzyılda batı dünyasında hakim olan hazır-yapımların yarattığı koşulları sorguluyor ve bunun karşısına temsil tekniklerinin yarattığı koşulları, malzeme bilgisini gündeme getiriyordu. Sanatın, özgür düşüncenin imhasının, bağımlı hale getirilmesinin ne kadar büyük ve korkunç yıkımlara yol açtığına işaret ederek... Ben de tam bu noktadan başlamak istiyorum. 

İstisnai bir durum: Çökmüş olan bir kamusallık ile sermayenin zoraki koalisyonu
Bu seneki bienalin ana mekanlarından biri Salıpazarı’ndaki yeni inşa edilen Resim Heykel Müzesi. Haliç Tersaneleri’nde yer alması planlanan sergiler buraya taşındı. İlginç olan bu iki bölgenin de, hem Antrepolar’ın, hem de Haliç Tersaneleri’nin şehrin merkezini bir duvar gibi çevreleyen ve günümüzde özelleştirilerek dönüştürülmekte olan endüstriyel alanlar olmaları. Tersaneler’de eski çalışanlarının bir bölümünün hala aktif olmasından dolayı diğerine göre küçük de olsa bir muhalefet var. 

Sonuçta sanki başka hiçbir sorun yokmuş gibi, “asbest sorunu” bahane edilerek bienalin Tersaneler’de yer almasından son anda vazgeçildi. “Asbest sorunu”nun yer değişikliği için gerekçe olarak gösterilmesi bile bu süreçte sanata ve mimarlığa yüklenen rolün anlaşılması açısından oldukça yeterli. Gerekçe dahi sanatın rolünün yalnızca “kullanım” boyutunda kaldığını gösteriyor. 
 

İstanbul Resim Heykel Müzesi; fotoğraflar: Alper Tüzünoğlu
İstanbul Resim Heykel Müzesi; fotoğraflar: Alper Tüzünoğlu

Diğer tarafta, Antrepolar’da ise sivil toplumun içine sızan ve onun sloganlarını kullanan, Ara Güler’in arşivini kullanmayı akıl eden halkla ilişkiler şirketleri sayesinde muhalefet neredeyse tamamen sönümlendirilmiş durumda. Tescilli yapılar yıkılarak, kararlar değiştirilerek inşaat hızla ilerliyor. Ayrıca Resim Heykel Müzesi’nin geçmişteki bütün yönetimsel sorunlarına ve imkansızlıklarına rağmen bu dönüşümde yeniden keşfedilen bir başka özelliği daha var: Arkasında hem bir devlet üniversitesi hem de güçlü bir statüko var. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, Resim Heykel Müzesi, sermaye destekli hayırseverlik kuruluşları için işlenmeye hazır, çok değerli bir maden gibi. Cumhuriyetin ve modernleşme sürecinin hafızasını taşıyan bir kurumun parlayan vakıf müzeciliği ile ilişkisi, zannedersem benzersiz bir ilk örnek. Sanat alanında işlevi kalmayan, kendi kurumunun tarihini, hafızasını bile koruyamayan, arşivlemeyi bile beceremeyen, kendi belge ve bilgilerini bile özel kuruluşların yok olmaktan kurtardığı bir kurumun nasıl yeniden canlandırılacağı, nasıl işlev kazanacağı, diğerlerinden çok daha ilgi çekici bir konu. İnsan sormadan edemiyor, acaba bu ilişkiyi neye borçluyuz? Bu istisnai durumu tartışabilmek için zamana ihtiyaç olduğu kesin.

Bu durumda sorgulanması gereken, mimari eylemselliğin bu kamusal alanın dönüşüm sürecindeki rolü. Kararların etkisini ölçmek için örneğin mevcut yapı stoğunun şehrin kamusal hayatına katılması, kullanıma açılmasıyla merkezi yönetime kaynak aktarımı amacıyla özelleştirilmesi, daha fazla imar alanı ve kar elde etmek için yıkımı, devasa bir hafriyat alanına dönüştürülmesi ve yeniden yapımı arasındaki farkı sorgulaması mümkün. Eğer mimari kararların da ekosisteminden söz ediyorsak, aradaki farkı ortaya koyan bir mimari eylemsellik, süreci bütünüyle bambaşka bir modele sıçratacak bir kurgulama potansiyeline sahip. Örneğin neden muazzam bir karbon ayak izi bırakan “kentsel dönüşüm” uygulamalarına karşı, Antrepolar ve Denizcilik İşletmeleri’nin nitelikli ve sağlam yapılarının daha fazla imar hakkı elde etmek için yıkımı yerine yeniden işlevlendirilmesini, yeniden kullanılmasını düşünmeyelim?  Böyle bir mimari yaklaşım olamaz mı?

Karbon ayak izine karşı mimarlık duyarlı ve dirençli olamaz mı?
Müze binasının içindeki dekonstrüktivist mimari oyunlar, endüstriyel parçalardan oluşuyormuş izlenimini veren düzenlemeler hoşuma gitse de Antrepolar’ın içinde, geçici bölmeler ile gerçekleşen geçmişteki bienallerin mimari kurgularını ya da 10. İstanbul Bienali’nde Hou Hanru’nun kamusal alanları öngörülen işlevlerinin dışına çıkarak sorgulamasını mekan kullanımı açısından çok daha başarılı bulduğumu belirtmek zorundayım. Mimarlık, yalnızca doğru veya yanlış üzerinden tartışmalar değil, bu durumu işlemesi, sorgulaması mümkün olan zihinsel eylemlilik biçimleri içerir. Bir anlık bir sorgulama bir değişiklik yaratmasa da, burada bir süreklilik olduğu kesin. Ortada yalnızca bu mekanda kaybedilmiş bir 30-40 sene var. Bu kayıp, kendi başına, bugünkü inşaatın yarattığından çok daha büyük maliyet olarak görülebilir. Demek ki “güncel” denen sanatın veya mimarlığın ancak yatırımcılar devreye girdikten sonra bir “eyleyen” halini alması, kendi içinde bir çelişki. Sanatın da eylemselliğini, ilişkiselliğini bir kenara bırakıp, temanın içinde yer aldığı mekandan bağımsız, uzayda başka bir yerde geçiyormuş gibi sergilenmesi de.

Bienal gibi sanatsal ve ona eşlik eden bu mimari gösteri gözlerimizi kamaştırırken, bu dönüşümün arkasında şehrin merkezini kuşatan bir kamusal alanı, geleceğini etkileyecek eşsiz bir bölgenin kar amaçlı bir sermaye girişimi perspektifi, mantığı ile yeniden işlevlendirildiğini görmezden geliyoruz, unutuyoruz. Oysa yalnızca bu travmatik kentsel dönüşümü paranteze almayı amaçlayan inşaat perdesinin dahi kurnazca tasarlanmış ikili bir işlevi olduğunu fark etmemek mümkün değil: Bir taraftan gözümüze kaybolan geçmişi sokmaya, diğer taraftan güncel olanı gizlemeye çalışıyor. Tıpkı sanatın, mimarlığın karşımızda belirip arkasındaki hiçbir şeyle ilişki kurmuyormuş gibi gözükmesi gibi. Oysa sanatın bu görüntüyle, gösteriyle koparılan ilişkileri kurmaya, sorgulamaya çalışması gerektiğini düşünüyorum. 

İstanbul Resim Heykel Müzesi ve çevresi; fotoğraflar: Korhan Gümüş
İstanbul Resim Heykel Müzesi ve çevresi; fotoğraflar: Korhan Gümüş

Ağır yükleri taşımak üzere tasarlanmış Salıpazarı’ndaki sağlam ve dayanıklı antrepo ve ofis yapıları yalnızca altında aşağı yukarı 10-15 metrelik bir derinlik kazanılması için yıkıldı.  Bu derinliği elde etmek içinse denizle arazi arasında kazıklar çakıldı ve tıpkı bir baraj gibi istinat duvarları, su izolasyonu platformları inşa edildi.

Buradan çıkan ve şehrin dışına taşınmak zorunda kalınan beton molozu atığı ve hafriyat toprağının ağırlığı eğer yanlış hesaplamadıysam, iki-üç milyon ton ediyor. Bu molozların ve atığın büyük bir bölümünün kontrollü bir şekilde denize dökülmesi öngörülmüş. Bu molozun taşınması, yıkılan binaların yerine yapılacak yeni inşaatlarda kullanılacak çimentonun üretimi, inşaat malzemelerinin, betonun taşınması, yapıların üretimi için harcanan fosil yakıtların karbon ayak izi ise birkaç yüz bin tonu buluyor. 

Travmatik müdahaleler ilişki kurulmadıkça, sorgulanmadıkça tekrarlanıyor
Antrepoların sonunu getiren, bir bakıma konteyner taşımacılığı ve otoyollarla birbirine bağlanan sanayi bölgeleri olmuştu. Müzenin yapısının mimari tasarımı belki buna gönderme yapıyor olabilir ama ben asıl nedenin Antrepolar’ın sonunu getiren, kullanımını engelleyen şeyin ilişkisel olmayan, bağları kurmayı bilmeyen, fragmante olan kamusallık olduğunu söyleyeceğim. 

Bourriaud da zannedersem benimle aynı fikirde. Tersane için öngördüğü yerleştirmenin gerçekleşmemiş olmasına hayıflanıyor. Buna karşılık, sanki yapının giydirme cam cephelerinden gözüken devasa inşaat alanı, bienal ile çevresinde sürmekte olan hummalı inşaat çalışmaları arasında kurulan görsel ilişki bu eksikliği bir ölçüde telafi ediyor.  Antrepolar, 1950’li yılların sonuna doğru, o tarihlerde İstanbul’un yeniden canlanan iktisadi merkezini tümüyle bir duvar gibi kapatıp, dış ticareti merkezi yönetimin denetimi altına almak için inşa edilmişlerdi. 1980’lerin ortalarında yaşanan dönüşümlerle birlikte işlevsiz kaldılar. Zaman zaman bazı bölümleri geçici etkinlikler, kruvaziyer turizmi, minimal ölçüde ticaret gibi işlerde zaman zaman kullanılsa da neredeyse 40 yıl tanımsız bir boşluk olarak kaldılar. Yalnızca Antrepolar için bile bunu düşünsek, bu mekanlar boş kaldıkları yıllar boyunca, kamu tarafından büyük projelere, inşaat işlerine ayrılan bütçelerin, ihale bedellerinin onda birinden az maliyetlerle şehrin kamusal hayatına aklımızın hayalimizin alamayacağı bir katkı yapabilirlerdi. Bugün bile hala denize uzanan şehirsel dokunun kalıntılarını görmek mümkün. 

Ara Güler’in de fotoğraflarından da anlaşıldığı gibi, arada sanayi tesisleri falan yer alsa da, tıpkı Haliç’teki gibi canlı bir ticaret, yaşam olduğu görülüyor. Geçmişte Tophane’de denize girildiğini bile söyleyenler var. Bu canlı alanı dönüştürmenin yöntemi denize dikey uzanan iskeleleri, yolları boylamasına kesen bir dolgu ve yıkım yapmak. Sonra da kapatmak. Şehir dokusuna yapılan müdahaleleri iktidarlar yapar. Bunları geri alma, düzeltme imkanı yoktur. Çünkü bir kere böyle bir travmatik müdahale yapıldı mı, işlevi bitse de, bu eski deneyimin izleri kalır. İktidarın bu alanlar üzerindeki müdahaleleri, şehirle kurulan şiddet ilişkisi süreklilik gösterir. Çelişkinin yatırımcı da farkında olmalı ki tepkilere karşı toplumsal hafızayı, Ara Güler’in eski fotoğraflarını, kaybedilen geçmişi kullanıyor inşaatı perdeleyen panolarda. Denizle aramızdaki duvarın kalkacağını söylüyor, bunun karşılığında ödenen bedeli, kaybedilen kamusal nitelikli potansiyelleri gizlemek, örtmek için.

Kar amaçlı, piyasa odaklı “kentsel dönüşüm" olmazsa, mimarlar işsiz kalır, çimento fabrikaları, inşaat şirketleri kar edemez” demek, “savaşlar olmazsa silah fabrikaları kar edemez” demekten hiç farklı değil. Gelişmenin çimento tüketimi ile olacağını dikte eden, otomatize edici, eşitsizlik yaratıcı ve her şeyden önce aptallaştırıcı bir ideoloji bu. Bu ideolojiyi tersine çevirirsek, onun illüzyon sahnesinden dışarı çıkabiliriz: Otomatize edilmemiş, bağımlı hale gelmemiş bir ilişki hiç şüphesiz yalnızca sanatçılara değil, herkese özgürlük, aktif katılım, nitelikli yaşam alanları sağlar. 

Bu açıdan “Antroposen” kavramına önümüzdeki örnek bağlamında bakmak bile bir fikir verebilir: Bu kavram dünyada insanın jeofiziksel bir güç halini aldığını, dönüşümün “insan yapımı” olduğuna işaret ediyor. Peki önümüzdeki örneğe bakalım: Bu kararları verenler orada çalışan işçiler mi? İstanbullular mı? Şehrin en değerli ve eşsiz bölgesinden, merkezini kuşatan, denizle ilişkisini sağlayan bu devasa alandan daha fazla gelir elde etmek, imar hakkı çıkarmak isteyen yatırımcı-iktidar koalisyonu mu? İnsanın jeofiziksel bir doğa gücü halini aldığından söz ediyor. Peki bu nasıl bir güç? Yaşadığımız anda dahi batı-dışı insan toplulukları yok mu? Elbette ki var. Sorun zaten burada. Kapitalist modernleşmenin yalnızca batı-merkezci olmaktan çıkması ve dalga dalga yayılması. Bu artık çığrından çıkan bir hal kazanıyor, bir istilaya dönüşüyor.

Bu eşsiz alanın merkezi bütçeye kaynak aktarılması, kar amaçlı dönüşümü için kullanılmasını isteyen biz miyiz? Hayır. O zaman “Antroposen” kavramı anlamsız oluyor. İşte bu nedenle onun yerine “Kapitalosen” kavramının kullanılması yerinde olur. Bu örnekten hareket edersek, bu dönüşümün içinde, merkezinde evet, insanlar yer alıyorlar. Bu yıkımları, inşaatları insanlar yapıyor. O zaman bu inşaatlarda çalışan işçilere, ustalara, operatörlere bakıp bu dönüşüm “insan yapımı” mı diyeceğiz? Onlar mı karar veriyorlar bu dönüşümün gerçekleşmesine? Evet, hiç şüphesiz bu süreçte yer alan, iş bulduğu için sevinen işçiler olabilir. Ancak asıl mesele bu işin gayrı-maddi tarafında. Bu dönüşümün içinde yer alan "gayrı-maddi" işler için, üniversite gibi bağımsız olması gereken kurumlar, sanatçılar, uzmanlar, mimarlar, şehir plancıları için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Onlar için de bu iş bir “ekmek parası” kazanmak uğruna bağlayıcı olabilir mi?

“Yedinci Kıta” uzaklarda, uzayda, okyanuslarda falan değil, bienal mekanında
Şimdi sanatın işleviyle mimarlığın ilişkisine bakalım: Bu alanda, merkezi yönetimin şehri araçsallaştıran perspektifi altında büyük bir kentsel dönüşüm yapılıyor, sanat kurumları da onun kıyısında yer alıyor. İstanbul’un kıyısını neredeyse tamamen kuşatan 1,5 kilometre uzunluğundaki alanda sanata da yer ayrıldığı söyleniyor. Şu kadar rezidans, şu kadar işyeri falan derken onun 14’te biri kadar da sanat ve kültürle ilgili alanlar olacakmış. (140 bin m2’ye karşılık 10 bin m2 gibi.)  Yaklaşık 14’te biri. Bu anlamlı orantısızlık, mimarlığın, sanatın bu alanın dönüşümü ile olan ilişkisizliğinin bir işareti olarak okunabilir.

Sanatın görünüşte bu işte hiçbir sorumluluğu yok. Çünkü sanat zaten hayırseverlik alanında gerçekleşen bir faaliyet, bir hayır işi. Öyle olduğu için de çaresizce ya güncelliğinden vazgeçmesi gerekecek ya da yerinden. Etliye sütlüye dokunmadan bulunduğu mekandaki sorunlardan değil, bilmediğimiz, görmediğimiz, anlamadığımız sorunlardan söz ediyormuş gibi yapacak. İşte o zaman güncel sanat ilişkiselliğinden, özgürlüğünden vazgeçecek. Zenginlerin, sermayenin ilgi alanına giren, bir yaşama tarzı gibi gösterilecek.

EAA’nın tasarladığı binayı başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Dıştan gördüğümüz dekonstrüktivist temanın, konteyner çağrışımlı çıkmalar ile iç mekanda da bir süreklilik olduğunu görmek doğrusu hoşuma gitti. Mimari projenin yönetimindeki başarının müzenin yönetiminde de süreceğini tahmin ediyorum. Şaşırdığımı itiraf etmek zorundayım: Geçmişte Sedad Hakkı Eldem’in tasarlamış olduğu kendi binasındaki onarımları, yenilemeleri bile yönetemeyen bir üniversite, bu dev projeyi nasıl yönetmeyi başardı? Yoksa bu binanın yapımını da, projenin yönetimini de bölgedeki dev dönüşümü gerçekleştiren yatırımcı şirket mi üstlendi? Neoliberal koşullarda yönetimde “başarı” kriterinin bilinçli olarak iki yapının örtüştürülmesine dayandığını söylemek yanlış olmaz. Birincisi özelleştirme, ikincisi misyon odaklı, özerk yönetim. 1980’ler öncesinde sermaye şirketleri de tıpkı kamu kuruluşları gibi örgütlenmişlerdi. Bu yıllarda özellikle küresel sermaye ile işbirliği ve rekabet ilişkisine giren endüstri şirketleri büyük bir dönüşüm geçirdiler. Nasıl sanat işlerini misyon odaklı, bürokratik yapılarından bağımsız organlara delege etmeyi başardılarsa, ürün geliştirme bölümlerini de idari yapılardan özerkleştirmeyi başardılar. Böylece farklı bir mantıkla geliştirilmesi gereken yaratıcı işler, idari kararlardan nispeten bağımsızlaştılar. Şirketlerin yaratıcı kadroları bürokratik yapıların, endüstriyel mekanların disipliner ortamlarından kurtarıldılar, kendi aralarında ve dışarıdaki yaratıcı yapılarla bağımsız ilişki kurabilir hale getirildiler. Böylece şirketler yalnızca parasal sermayenin kar etmek, büyümek gibi hedeflerinin ötesine geçtiler, maddi olmayan sermayeleri, kültürleri ile öne geçtiler, yeniden yapılandılar. 

Bu dönüşüm bilinen nedenlerle, kamu kuruluşlarında gerçekleşemedi. Bu farklılık sayesinde bugün özelleştirme, işlevini yitiren kamusal alanlarda alternatifsiz bir seçenek olarak dayatılıyor. Bunun arkasında ise kamu ile özel sermayenin yeni bir ortaklık ilişkisinin olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu rol ayrımının benzer şekilde kültür ve sanat alanında da gerçekleştiğini düşünüyorum.  

Evet, güncel sanattan söz ediyorsak, koparılan ilişkinin kurulması gerekli: “Yedinci Kıta” uzaklarda, uzayda, okyanuslarda falan değil, İstanbul’un göbeğinde, bizzat bienal mekanında. Başka kullanım potansiyelleri devreye sokulmadığı, sanat ve mimarlık açısından ilişkisel bir yöntemle yaklaşılmadığı için yıkılan Antrepolar’da. Bu yüzden burada yaşanan dönüşümle ilişki kurmayı ve bienalin teması olan Antroposen yerine “Antreposen” sözcüğünü kullanmayı öneriyorum. İlişki kurmak için küçük ama anlamlı olabilecek bir oyun.

Etiketler:

İlgili İçerikler: