Büyüyüp De On Yedine Geldiğinde Hocan Sana…

SENEM DOYDUK

Sakarya Üniversitesi’nin akademik yılının bu dönemecinde; öğrencilerin teslimleri, ara tatil derken gündem toplantılarının gerçekleşemediği bir dönemi tamamladık. Bahar döneminin başlangıç telaşını atlattığımızda, güncel mimarlık konularına Türkiye’nin Sakarya’sından, Sakarya’nın küçük bir mimarlık bölümünden tekrar kolektif bir şekilde bakmaya devam edeceğiz.

Bu ara dönemin öğrencisiz geçmesi sebebiyle ve biraz da bunu fırsat bilip başka akademik ortamlardan, aslında okunduğunda gerçekliğine inanamayacağın(ız) bir gelişmeden söz etmek istiyorum. Bu olağandışı hikayeye gelmeden önce ana haber bültenlerinde de değinilen bir başka acayiplikle başlayalım.

Yalova’da bir işletmeci “hapishane konseptli” bir kafe açmış.1 Yani, demir parmaklıklı, hücre tipli bir mekanda, gençlerin tek tip elbiseler giyerek selfieler çekip kahve içtikleri bir ortam. Servis yapan garsonlar da, müşteriler de mahkum kıyafeti giyiyorlar. Medyada yer alan haberlerde, mekanın sahibi, mekanın gençler tarafından büyük ilgi gördüğünü, bu “ilginç” fikrin bu kadar popülerleşmesini, esasen bir hikaye satıyor olmalarından kaynaklandığını anlatıyor. Kapitalizmin insanları olduğu kadar mekanları da nasıl tükettiğini, bunun bir sonucu olarak da terimlerin, kavramların içlerinin boşaltılarak anlamını yitiren mekanların dolgusu kılınmaya çalışıldığının acayip bir örneğiyle karşı karşıyayız. Bundan birkaç yıl öncesinden başlayarak Uzak Doğu ve bazı Avrupa ülkelerinden bu türden tuhaf konseptli, deneyim ve hikaye satan mekan haberlerine rastlamıştık (hapishane, işkencehane, uzay, hastane işlevli, karanlık, gökyüzünde yemeli, çeşitli dizi ve film konsepti dekorlu vs.) ve büyük bir hayretle “insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar” gibi tepkiler vermiştik. Hatta Japonya’da, Yalova’daki kafenin bir öncülü olarak Alcatraz hapishanesinden “ilham” alınarak bir restoran açılmıştı. Dünya küçük ve kapitalizmin kavramlarla birlikte mekanları da tüketici etkisini; biraz taklit, biraz da anlama dair zeminin iyiden iyiye ortadan kalkmasıyla, yalnızca birkaç yıl sonra sanırım bizler de görmeye başladık.

Gerçek kimliği bilinmeyen grafiti sanatçısı Banksy’nin “Her zaman umut vardır” anlamını taşıyan Kırmızı Balonlu Kız eseri, Londra
ADPSR’ın imza kampanyasından, hapishane tasarımı çizim örneği
DPSR’ın imza kampanyasından, çizilmeme vurgusuyla Amerika’da idamların gerçekleştirildiği sedye

Hapishane gibi, insanın özgürlüğünü kısıtlayan, yalnızlaştıran, tecrit eden bir işlevin bir proje konsepti olarak eğlence mekanına adapte edilmesi, yitirilmişliklerin vardığı boyut hakkında fikir veriyor. Bir çeşit gösteri merkezine dönüştürülen Ulucanlar hapishanesinde, darağacında boynuna ip geçirmiş halde hatıra fotoğrafı çektiren ziyaretçiler ile demir parmaklar arkasında kahve içmeyi tercih eden kişiler arasında zihinsel bir akrabalık olsa gerek.

Bu haber karşısındaki şaşkınlığımız geçmeden, aynı gündemli bir örnek, ancak bu kez bir ticaret mekanından değil akademik ortamdan, bir başka üniversiteden fısıltılarla geldi. Ankara’daki Gazi Üniversitesi’nde, üçüncü sınıf öğrencilerinin proje atölyelerinin jürisine davet edilen birkaç kişinin, jüri sonrası eşini dostunu arayarak hayretler içerisinde kaldığını aktarışı aracılığıyla öğrendiğimiz şu gelişme mimarlık hocaları olarak bizleri buz kestirdi:

Proje alan ve konu seçimini öğrenciye bırakan proje yürütücüsünün grubundaki bir mimarlık öğrencisi, Ankara’da, Seğmenler Parkı’nın olduğu kent boşluğuna bir hapishane tasarımı gerçekleştirmiş. Bir park alanına yapılaşmanın önerildiği bir tasarım stüdyosu nasıl gerçek olabilir, en temel ders olan proje dersi neyin öğrenilmesi için yapılıyor diye düşünürken aynı proje grubundaki bir diğer tasarım konusunun ise bir işkencehane olduğunu öğrendik. Mimarlık eğitimi almak üzere o okulda bulunan bir öğrenci, dünyanın çeşitli bölgelerinde uygulanan ve geliştirilen yeni işkence tekniklerini öğrenerek projesine aktarmış. Bu öğrenci bunu önermiş, geliştirmiş; konu haftalarca çalışılmış. Dersin yürütücüsü de bu projenin jüriye çıkmasını onaylamış. Jüriye davetli olan kurum dışından meslektaşların nutku tutulmuş. Jüride müdahale etme zemini dahi bulamayan konuk üyeler, jüriden çıkar çıkmaz mimarlık eğitimini daha iyi hale getirmek hakkında kafa yorduğunu bildikleri arkadaşlarını arayıp durumun vahametini aktarmayı tercih etmişler.

Bir proje atölyesinde böyle bir konunun işlenmesine mi, mimarlık camiasındaki riyakarlığa mı, mimarlık eğitimi etiğinin hiçe sayılmasına mı, neye tepki duyulması gerektiği bile insanı şaşırtan bir acayiplikler zinciri. Ya da “Dur yahu, bari bunu ben yazayım” dediğimde, eşimin dostumun (haklı gerekçelere sahip olarak) “Sen yazmasan mı acaba? Mimari proje derslerinde hapishane ve işkencehane yapısı çalışılmasına karşı olmak da suç mudur ki? Bir hukukçuya mı danışsak? Başına bir dert açılmaz değil mi?” diyerek endişelenmeleri mi? Neyin daha sarsıcı olduğuna karar vermek son derece güç. Boş vaktini hapishane kafesinde geçiren ya da koca bir dönem süren tasarım stüdyosu boyunca insana yapılan işkenceyi çalışmaya gönüllü olan öğrenciler, ne tür bir deneyimi keşfetme arzusundadır bilemiyorum. En üretken ve cesur dönemlerinde olan insanlara dayatılan, iktidarların ve toplum düzeninin korunmasını amaçlayan bu tür aptallaş(tır)ma edimleri, bir tür özgürleş(tir)me hissiyatı mı veriyor ki?

Biz üniversitelerde proje yürütücüleri olarak öğrencilerin hangi yollardan yürüyeceğini belirleyemeyebiliriz, ancak hangilerinden çıkamayacaklarını biliriz. Proje stüdyosunda işkencehane yapısı çizmek, çıkmaz sokaktır. Başka türlüsü mimarlığın insanın iyi ve sağlıklı bir çevrede yaşaması amacından sapmış bir spekülasyona dönüşmesinden daha farklı bir anlama gelmeyecektir.

2011 yılında Architects/Designers/Planners for Social Responsibility (ADPSR) organizasyonu mimarlar, tasarımcılar ve plancılara yönelik bir imza kampanyası başlatmıştı. İnsanlık dışı, insanı aşağılayan, öldüren ve işkence eden yapı ve mobilyaların tasarlanmasının durdurulmasına yönelikti kampanya. Yapılı çevrenin iyileştirilmesine adanmış bir meslek olarak anılan mimarlık pratiğinin, insanlık onurunu kıran yapılar tasarlanmasına hizmet etmesinin insan haklarına aykırı olduğu kadar meslek etiği ile de örtüşmeyeceği, çağrı metninde özellikle vurgulanıyordu. Kampanyanın ne miktarda başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, hiç şüphesiz ki çağrı içeriği meslek etiğinin gerektirdiği yönde bir tavır içindedir.

Hapishane yapılarına mesleki katkı vermeme durumunda, tutsakların daha niteliksiz ortamlarda yaşamak zorunda kaldığına dair tartışmalar gerek ulusal gerekse uluslararası akademik ve mesleki yayınlarda yer alsa da, mimarlık eğitiminde işkencehane gibi bir yapı çalışılması, herhangi bir kavramsallaştırma-sorgulatma-deneysel çalışma-eleştirme gibi çeşitli kılıflarla üzeri cilalanarak meşrulaştırılabilecek bir yaklaşım olamaz. Bir mimarlık stüdyosunda proje konusu seçimi itibariyle öğrencilerin zihinlerini farklı düşünmeye açmak amacıyla daha kavramsal yönü ağır basan, tartışmalarla zenginleştirilmiş bir işleyiş yöntemi benimsenerek yürütülebilir ve sonucunda da konsept açısından gelişmişliği yüksek, eleştirel projeler üretilebilir. Fakat burada amaç öğrencinin sorgulayıcı aklını, eleştiri araçlarını geliştirmektir. Verilen örnekte olduğu gibi insana, canlılara, doğaya, kısacası yaşama verdiği değeri geliştirmeyi bırakalım, tahrip etmeye yönelten, yıkıcı bir tavır halini alması en hafif tabiriyle yüzeyde eleştirellik kılıfıyla gizlenmiş, hiçbir engel ya da yönü olmadan hızla zihne yönelen bir zehre benzemektedir. Bu zehir, stüdyo yürütücüsünün öğrencileri sözde özgür bıraktığı, fakat özde hiçbir kılavuz, yön, iz vermeyerek yol açmış olabileceği şuursuzluk halinden başka bir şey değildir.

Gülten Akın’ın dizelerinin çağrışımıyla, 17 yaşına gelmiş gençler artık üniversitelerde, tasarım stüdyolarında, işkencehane tasarlıyor; ne hocası, ne arkadaş çevresi ne de dışarıdan gelen konuklar ortamda buna dair kayda değer bir rahatsızlık duymuyor, daha doğrusu bunu ifade etmiyor/edemiyor. Uğur Tanyeli, Toplumsal Hafıza, Mimarlık, Tarih ve Kuram adlı son kitabında, bir şeyin dedikodu olma haliyle metne dönüşme hali arasında Türkiye’de çok keskin bir sınır olduğunu söylüyor; ne kadar haklı, ne kadar yerinde bir tespit. Her şeyin dedikodusu herkes tarafından yapılıyor ama kimse oturup bunları metinleştirmiyor ve hatta muhatabına sözlü olarak dahi ifade etmiyor. Mimarlık camiasında kapı arkalarında gerçekleştirilen fısıltılar anlamlı ve yapıcı eleştirilere evrilebilse, ortama çok anlamlı bir katkı sağlayacağına şüphe yok.

Bu kadar iç karartıcı haberlerin sonunu her yazım(ız)da mutlaka bir yerlere iliştirme ihtiyacı duyduğumuz umutlu kalma durumuna bağlamakta buluyorum çareyi. Vazifeşinas bir üniversite çalışanı ve meslek pratiğini büyük oranda gençlerle geçiren biri olarak, umudu gençlere/gençliğe yaslamış durumdayım. Eray’ın Ayşe Parla tarafından Londra’da gerçekleştirilen konuşmasından alıntıladığı “umudu tarihin çok yönlü katmanlarında kullanma” önerisi geleceğe dair taşıdığımız umudu, geçmişle de ilişkilendirmemiz gerektiğini hepimize bir kez daha hatırlattı. Mutlak çaresizlik ve kıstırılmışlık duygusundan, Parla’nın da önerdiği gibi, geçmişte gelişmesine izin verilmeden baskılanmış nüveleri yeniden canlandırmak için, geçmişi umut ile değerlendirmek ve sorgulamak parıltılı bir öneri bence de.

Bu ayki yazımızı gökyüzü, toprak ve hürriyetin kıymetine vurgu yaparak sonlandırmak isterim.

Üniversite sıralarında üreten ya da ne yazık ki bir kafe konseptinden çok daha ağır bir gerçeklikle hapishane hücrelerine sıkıştırılan gençlerimize ithafen...

Ve kafede hapishane konseptiyle eğlenen gençlerin hayatlarının hiçbir döneminde tutsaklık yaşamamaları dileğiyle...

Ya da zihinlerinde bir devrimin gerçekleşmesine ciddi şekilde ihtiyaç duydukları çok belli iken belki de yaşamaları gerekliliğiyle:

“Hani bir dışarda olsam,
hep yürürüm, durmam.
Benimle beraber yürür
gökyüzü, toprak,
hürriyet, benimle beraber.
Gökyüzü, toprak ve hürriyet,
ne güzel şeyler.

Hani bir dışarda olsam,
belki günlerce, uyumam.
Sabahları yok artık o kahpe uyanışım.

Duvarda kaldı gözlerim.
Dalmışım.”

Mahpushane Düşünceleri-1, A. Kadir
1938, Ankara 2

NOTLAR
1 Bahsedilen haber için bkz: https://tr.sputniknews.com/yasam/201801311032046538-yalovada-hapishane-konseptli-kafe/
2 A. Kadir, 2012, Mutlu Olmak Varken: Bütün Şiirleri içinde, s. 23, İstanbul: Can Yayınları.

Etiketler: