Durağan Koruma Söylemlerine Karşı Olası Aksiyon Potansiyelleri

SENEM DOYDUK

Bir mimari proje paftasında insan figürlerinin nasıl kullanıldığının, figürlerin birbirlerinin yüzlerine bakacak, bir topluluk oluşturacak şekilde yerleştirildiğinin fark edilmesi ve bunun üzerinden çıkarımlar yapılması, ancak mimarlık eğitimi dışından bir gözün yapabileceği bir saptama sanırım. Eray geçen ayki yazısında mimari sunum paftalarında sıkça denk geldiğini belirttiği, bireysel-tekil kişi kullanımına dikkat çekmiş, ana akım koruma pratiklerinden verdiği çarpıcı örneklerine, mimari paftalarda gözlemlediği bu detay üzerinden başlamış. Tekil bireylerden oluşan yalnız kitleler…

Eray ana akım koruma pratiklerine verdiği son derece ilgi çekici örnekler aracılığıyla, kültür mirasının korunması meselesinde mimarlığın ve özelinde koruma disiplininin nesneye atfedilen değere odaklandığına ve nesnelerin toplumsallığını, onları var eden halkları göz ardı ettiğine bir kez daha dikkat çekiyor. Yazısında verdiği örneklerden Erbil Kalesi özellikle konuyu özetler nitelikte: “İnsan yerleşimine kesintisizce ve en uzun süredir ev sahipliği yapma” stratejisinde kullanılmak üzere onlarca ailenin yerinden sürülmesine rağmen “tek bir aileyi” yerinde bırakma kararıyla, kapitalizmin yerinden etme politikasının nasıl da koruma söylemi marifetiyle “göze hoş” gösterilebileceğine dahiyane bir örnek. Bu anlamda Eray’ın ekolojik yaklaşımlara işaret ederek yanıtlamayı önerdiği “Korumanın ‘normal’ hale gelen toplumsuzluğu ne gibi yaklaşımlarla aşılabilir?” sorusuna Sakarya Üniversitesi’nin mimarlık bölümü öğrencileriyle yaptığımız çalışmalardan bir örnekle yanıt vermek isterim. Bu yazıda öğrencilerin bu konuda ortaya konduğu bilinen ancak pek de uygulanmayan pratiklerle, bu soruya verilebilecek olası yanıtlara odaklanmayı anlamlı buluyorum.

Mimarlık dergisinin 405. sayısında kültür varlıklarının korunmasıyla ilişkili olarak “Tehdit Altındaki Kültür Mirası-Kültür Mirasımızı Korumak için Açık Çağrı” başlığıyla bir çağrıda bulunuldu. Ulusal ölçekte, tehdit altında bulunan, yıkılma-yok olma riskiyle karşı karşıya olan kültür varlıklarının rapor edilmesini, bildirilmesini talep eden bu çağrı, ilk bakışta meslek örgütümüzün dergisi yoluyla yaygınlaştırılan “TMMOB Mimarlar Odası Kültürel Mirasın Korunması ve Geliştirilmesi Komitesi”nin özellikle tescillenmemiş, kırsal ve endüstriyel yapıların belgelenmesine, bir çeşit envanterinin oluşturmasına dair bir çabası gibi görünmekte. Çağrıda, kırılgan mimarlık mirasına yönelik “farkındalığın” güçlendirilmesinin hedefler arasında olduğu belirtiliyor.

Mimarlık mirasımızın büyük bir tehdit altında olduğu, çoğu yapının henüz tescil edilmemiş olmasının ne büyük bir problem teşkil ettiği, bu konuda kullanıcı gruplarının isteksizlikleri ve bilinçsizlikleri ve fakat geçmişin izlerinin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekliliği, belgelemenin önemi, bu anlamda korunması gereken yapılarla ilgili kararların “üst ölçekli” ve hiç şüphesiz ki “bütünleşik koruma anlayışıyla” alınması gerekliliği gibi yaklaşımlar çoğu mimarlık ve özellikle de koruma mecrasında ifade edilmesine alıştığımız cümleler ve konular olageldi. Bu cümlelere alışmaktan da öte, biraz da derslerde, sunumlarda, yayınlarda gözümüz kapalı tekrarlamaktan, çağrıda sözü edilen ve çokça ihtiyaç duyulan “farkındalık”, “duyarlılık” hissiyatlarının pratikte karşılığının ne olduğuna dair fikrimizin, teorik alandaki bilgimizden çok daha az olduğu öne sürülebilir.

Koruma konusunun pratikteki karşılıkları konusunda iyi kötü bir fikir sahibi olmak, deneyim edinmeye çalışmak için sıkça tekrarlanan bu cümlelere ve kavramlara sarılmak yerine, ne yapılabileceğine, nasıl harekete geçilebileceğine öncelik vermeye gayret etmenin bu çağrının esas gayesi olması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda Mimarlık Dergisi’nde yer alan çağrıdan kendine vazife çıkaran Sakarya Mimarlık öğrencileriyle birlikte, koruma derslerindeki teorik okumaların, bu okumalar sonrasında öğrencilerin “alana” yönlendirilerek gerçekleştirilen analiz ve okumaların sınıfa dönüp sunumlarının yapılmasıyla sonlanan süreci, halkla olan karşılaşmayı biraz daha gündelik yaşamın gerçek pratiklerine odaklayıp bir dizi “harekete geçme” girişiminde bulunuldu.

Öğrenciler, esas olarak Mimarlık dergisindeki çağrı metnini baz alıp, Sakarya il merkezi ve yakın çevresindeki, tam da çağrıda belirtildiği gibi tescillenmemiş, çeşitli farklı gerekçelerle yıkılma riski barındıran ve ancak yerel ve ulusal ölçekte korunması gerekliliğini tespit ettikleri yapı ya da yapı grubu örneklerini üzerinde çalışmak için seçtiler. Seçtikleri yapı ve yapı grupları dışında, Çark Mesire Yeri gibi bir kent boşluğu ile Sakarya Nehri gibi bir doğal varlık da öğrenciler tarafından seçilen alanlar arasındaydı. Korumanın salt bir nesneyle ilişkilenmeyip boşluğun, akarsuyun da mimari korumanın ilgi alanına dahil edilmesi uzmanlık alanında özellikle “bütüncül koruma anlayışı” dikkate alındığında son derece ihtiyaç duyulan bir durum teşkil ediyor. Bu anlamda öğrencilerin yaptıkları seçimler bu gibi doğal varlıkların ve alanların da korumanın konusu olduğu yönünde desteklendi. Teorik okumalar, koruma yasa ve tüzükleri, bunların seçilen alanlarla ilişkilenmeleri gibi, pek çok meslektaşın fikir sahibi olduğu aşamalardan daha ilginç olan, grupların seçtikleri alanlarla ilgili “kamuoyu oluşturmak üzere harekete geçmeleri” sonucunda, sadece iki haftalık süreçte yaşadıkları karşılaşmalar, aldıkları reaksiyonlar oldu. Özellikle bu karşılaşmalara odaklanmak tam da yazıya başlarken Eray’ın yazısından örnek vererek başladığım “tekil bireylerden oluşan kitleler” halinin mimarlık ve koruma alanında nasıl karşılık bulduğunun daha net bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak.

Öncelikle, memleketin içinde bulunduğu siyasal atmosferden de bağımsız olmayan: “Koruma mı? Konuşmak istemiyoruz. Lütfen kayıt almayın, fotoğraf çekmeyin.” tepkileri öğrencileri şaşırtmış. Adapazarı Tren Garı binasında uzun süredir tren seferlerinin gerçekleşmemesi ve peronlardan birinin yıkılmış olmasına tepkili olan kişiler, “Peki sizce tren garı korunmalı mı?” sorusu karşısında, “Politik konulara dahil olmak istemiyoruz” yanıtı verdiler. Bu tür tepkiler, Adapazarı Şeker Fabrikası yapısı üzerine çalışan öğrenci grubunun konuyu konuşacak birkaç kişiye dahi ulaşmakta zorlanmalarında açıkça görünür hale geliyor. Öyle görünüyor ki, koruma uzmanlık alanı odağını istediği kadar koruma teknikleriyle, yasal düzenlemelerle sınırlayadursun, bir kent parçasının korunması konusu halk tarafından son derece politik bir mesele olarak görülmekte, konuşmaktan çekinilmekte. Esasen uzmanlık alanı da, koruma konusunun politik muhtevasının farkında, sadece “sıradan” insanlar kadar sarih bir şekilde ifade etmek yerine, yasa-tüzük-tarih alanında sözünü söyleyip, meselenin etrafından dolanma yolunu tercih ediyor.

Çalışmada yaşanan bir diğer çarpıcı örnek; Arifiye Köy Enstitüsü kütüphane binası üzerinde çalışan öğrencilerin karşılaştıkları değişken tutumlarda kendini gösteriyor. İlgililer öncelikle öğrencilerin geliştirdiği, binanın yapısal sorunlarının giderilerek içinde bulunduğu atıl durumdan çıkarılıp kullanıma açılması önerisini ilk görüşmede büyük bir coşkuyla karşıladılar. Sonrasındaysa öğrencilerin broşür ve afişlerini hazırlayıp yakın çevredeki insanlarla görüşme yapmak için gittiklerini ve broşürlerde insanların yapının önemine dikkatlerini çekmek için kullandıkları “Köy enstitüsü kültürü yaşasın”, “Köy enstitüsü mirasımızdır”, “Köy enstitüleri hafızamızdan, hayatlarımızdan silinmesin.” ifadeleri karşısında, bir önceki görüşmedeki heyecan ve coşkularından bir anda sıyrıldılar. İlgililer bu durumu politik bulmuş olacak ki, “Siz ne yapıyorsunuz? Hem kendiniz hem bizi yakacaksınız! Öğrenim hayatınız mı bitsin istiyorsunuz” içerikli, endişenin yanı sıra hafif tehdit de barındıran uyarılarda bulundular.

Katılımcılık, kent ölçeğindeki konuların toplumu dahil ederek birlikte ele alınması, demokratik ve toplumcu kentsel planlama gibi konularla ilgili makaleler, kritikler, akademik ve mesleki çalışmaların had safhaya vardığı bu günlerde, herhangi bir aksiyonun bunca tepki toplaması tuhaf. Oysa ki yazılanların çokluğuna ve konunun gündemi ne kadar süredir işgal ettiğine bakarsak kamuoyunun “varmaları gereken” farkındalığa artık ulaşmış olduğunu sanmak işten bile değil. Fakat özellikle söz konusu yapılar, alanlar vs. hakkında söz sahibi mevkilerde bulunan kişiler bırakın kamuoyu farkındalığını mümkünse bu konuyu sadece üzerinde yazılan, konuşulan ve üzerine hiçbir eylemde bulunulmayan bir konu olarak tutmaya kararlı gibi görünüyor. Bu konuda bir başka örnek vermek sanırım yeterli olacaktır. “Çark Mesire Alanı” çalışan öğrenci grubunun görüştüğü yerel yönetimden kişilere, eski mesire alanı ve yanı başındaki eski stadın yıkılmasıyla oluşan büyük kent boşluğuyla ilgili üst ölçekte bir planlama kararının olup olmadığı sorusu sorulunca; “Projesini hazırladık, millet bahçesi yapılmasını düşünüyoruz. Öneriyi kendilerine ilettik, onaylarlarsa ivedilikle hayata geçireceğiz.” yanıtı alındı. Bu cümledeki “kendilerine”nin kim olduğunu sanıyorum herkes tahmin edebilecektir.

Öğrencilerin bir diğer çalışma alanı olan Sakarya Nehri’nin fabrika atıkları nedeniyle kirlenmesi ve akabinde gelişen bitki ve balık çeşitliliğinde yaşanan azalma sorunları, meydanlarda, cami avlularında yapılan sohbetlerle; “Nehir korunsun diyorsunuz da sanayi de gelişmesin mi, fabrikalar çalışmasın mı, o kadar da kirlenme olacak doğal olarak” savunmalarıyla karşılanıyor. Elbette bu söylemler sanayi ve üretimin doğal varlıkları kirletmeden de yapılabileceğinin bilinmemesinden, yani farkındalık eksikliği ya da bilgisizlik gibi sorunlardan kaynaklanmıyor. Her türlü eleştiri, itiraz ve sorgulamanın yaratacağı düşünülen “muhalif insan profili” imajını vermekten kesinlikle sakınma çabasından ve derin bir biat kültürünün tüm kesimlere yayılmış olmasından kaynaklanıyor.

Bir başka çalışma alanı olarak, İkinci Dünya Savaşı sırasında inşa edilen Karasu koruganlarının korunması konusunda öğrenci grubunun ilçede yaptığı kapı çalışmaları, kahvehane ziyaretleri, afiş ve bildiri dağıtımı ve sosyal medyada yaptıkları hashtag çalışmaları iki hafta gibi bir sürede bürokratların, yerel yöneticilerin, akademisyenlerin, tarihçilerin ve araştırmacıların ilgilerini çekmeyi başardı. Kısacık bir sürede koruma konusunu gündeme alma, ilgili kişilerin ve halkın konuya dikkatini çekme için yapılmış kamuoyu yaratma pratiğinin, ilgilisine gitme, zaman ayırma, emek verme durumunda nasıl da hemen karşılık bulduğu sonucu elbette şaşırtıcı değil. Sadece bir kez daha, akademinin ve duyarlı meslek insanlarının oturdukları yerden bilgisizlik, ilgisizlik, farkındalık sahibi olunmamasına dair sitemlerinin ne kadar içi boş ve üsttenci bir tavır olduğunu hatırlamamızı sağlayan bir deneyim oldu. Aynı mimarlık proje paftalarındaki gibi “tekil bireylerden oluşan kitleler” havaya konuşuyorlar, yazıyorlar, çağırıyorlar, söyleniyorlar ve dolayısıyla mutsuz ve umutsuzlar. Fakat ne yazık ki, yazdıkları konular için harekete geçmeye gerçekten çağırmıyorlar; konuştukları ve söylendikleri konuları gerçekten dert edinmiyorlar. Gerçekten dediğime bakmayın, yalancılıkla itham etmek istemiyorum asla; yalnızca dertlenmelerinde yeterince samimi olmadıklarını ya da yeterince dertlenmediklerini ve rahatsız olmadıklarını; yazılan, çizilen, söylenilen kadar harekete geçilmemesinden anlayabildiğimizi söylemek istiyorum.

Sakarya Üniversitesi mimarlık öğrencilerinin ölçeği ancak bir su damlası kadar olan bu çabaları, geleceğin deniz ve okyanuslarını oluşturacak, kentine çevresine dünyasına hayatına sahip çıkma ve koruma pratiğinin nüvelerini oluşturacak kadar büyük ve önemli geliyor bana. Sorun; gencecik meslek adaylarının bu inanç ve coşkuyla, bulabildikleri tüm kılcallardan her türlü bürokratik ve medyatik mecralara akabilme coşkularının ilerleyen yıllarda ve yaşlarda nasıl da törpülendiği ve kazındığı. Sistemin en büyük başarısı, bu çabayı ya tamamen yok edebilmesi ya da daha tehlikelisi; bu tür koruma mücadelelerini vermesi gereken koruma entelijansiyasının sadece tespit yapma, saptama, kayıt altına alma, işaret etme, kınama sularında gezinip durabilmeleri ve özündeki bu pasiflik ve kayıtsızlıkla her türlü ilgisizlik ve farkındalık yoksunluğundan şikayetçi olma yetki ve ehliyetini ellerinde tutmayı sürdürmeleridir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: