"Kendimi 'Ses Dokuyucu' Olarak Tanımlıyorum"
Kendisini "ses dokuyucu" olarak tanımlayan "Kadıköy Akustik" çalışmasıyla biz mimarları da kentin seslerini dinlemeye davet eden Dr. Oğuz Öner'le hem mimarlık - kent - ses ilişkisini hem de "ses" le ilgili diğer çalışmaları üzerine konuştuk. Öner hepimizi; etrafı, birbirimizi ve en özünde iç sesimizi dinlemeye davet ediyor.
Gökçe Aras Engin: Özgeçmişinizi ve çalışmalarınızı birçok platformda inceledim, gerçekten oldukça ilginç. Bir de sizin cümlelerinizle dinlemek isterim.
Oğuz Öner: Esasen sesle ilişkim geçmişe dayanıyor. Çocukluk arkadaşımla birlikte seslere karşı ilgimiz oluşmaya başladığında seslerle oynamaya başladık. Önce birlikte org üzerinden müzik denemeleri yapmaya başladık, sonra yavaş yavaş “Windows Recorder”la kendi çapımızda loop çalışmaları yaptık. Dışarıdaki çocuk seslerini ve sokak seslerini alıp tersten oynatıp eko ekliyordum ve böylelikle en temel seviyede “alan kaydı” (field recording) üzerinden küçük kompozisyonlar yapmayla başladım. Zaman içinde, şehircilikle ilişkili “European Urban Cultures” master programını yürütürken kent kültürlerini de anlamaya başladım. En son Finlandiya’daki Aalto Üniversitesi’nde kentsel politikalar-kültürler üzerine çalışırken sesle ilişkimi kentsel konularla birleştirmek istediğimi fark ettim. Ardından da İTÜ Şehircilik Bölümü’nde doktora programına başladım ve orada kendime bu konuyla ilgili bir alan yarattım. “Soundscape” nasıl araştırılır konusunda çalışmalar yaptım. Aslında hocalarımın da çok tanıdık olmadığı bir konuydu ama hep birlikte keşfetme yolculuğu haline geldi. Değerli hocam Prof. Dr. Özlem Özçevik’in apaçık vizyonu bu yolda ilerlememe çok büyük katkı sağladı.
Süreç devam ederken bir yandan müzik kariyerim Londra ve İstanbul ayaklı müzik grubumuz Nu Park’la devam etti, hala da devam ediyor. Çağdaş dans çalışmalarının ses tasarımını yaptım, dansçılarla sahnede canlı - doğaçlama üretimler gerçekleştirdik. Ses tasarımı işleri hep diğer taraftan devam etti. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Kentsel Projeler Direktörlüğü’nde Mimar Korhan Gümüş ile beraber çalıştık. Çalışmalar esnasında algım oldukça açıldı, çünkü birçok kentsel proje topladık, özellikle Avrupa’dan birçok interdisipliner proje geldi. Bütün bu projeleri farklı bir vizyonla nasıl birleştirebiliriz sorusunun cevabını aradık. Bu çalışmaları yaparken de sanat, kent ve mimarlık ilişkisini daha somut bir şekilde kurmaya başladım.
Sonrasında bir yandan İTÜ’deki doktora programına devam ederken bir yandan da Koç Üniversitesi'nde sanat direktörü ve kültür merkezinde yürütücü olarak çalışmaya başladım. Bütün bunlar devam ederken kentin sesi üzerine odaklanmaya başladım. Kent sesleri dediğimiz şey nedir? “Soundscape”, akustik ekoloji kavramları… Bunları irdelemeye başladığımda güzel alanlar açıldı. Çünkü bir yandan ekoloji ile de bağlantılıyım, kentlerdeki doygunluk, dengesizlik farklı açılardan nasıl çözülebilir? Ya da en azından nasıl farkındalık yaratılabilir? Bunun üzerine ve sürdürülebilirlik konularına kafa yorarken, ses fazlasıyla bereketli oldu ve bu alan gittikçe açıldı. Görsel estetik veya estetiksizlik konuları bu coğrafyada çok tartıştığımız konular. Ama bir de bunun, benim daha çok ilgimi çeken işitsel tarafı var. Dolayısıyla işitsel estetik, işitsel estetiksizlik aslında subjektif konular… Algılama parametreleri, toplumsal olarak biz, neyi nasıl algılıyoruz? Biraz bu konular üzerine kafa yordum ve deneyimsel olarak ses yürüyüşleri organize etmeye başladım. Doktorada da tez metodolojisini kurguladıktan sonra ses yürüyüşleri üzerinden çember yavaş yavaş tamamlanmaya başladı. İstanbul Tasarım Bienali’yle, Açık Radyo’yla vs. ortak işler yürütmeye başladım. Bu atölyeler ve ses yürüyüşleri hâlâ devam ediyor. Hatta ses yürüyüşleriyle ses tasarımını birleştirip katılımcılarla birlikte kentsel mekâna dair işitsel peyzaj kompozisyonları oluşturmaya başladık. Benim alanım artık öncelikle ses ve ses algısı, hatta son birkaç senedir kendimi “ses dokuyucu” olarak tanımlıyorum. Bu çalışmaların içinde sesi araştırma, sesi hissetme-algılama ve ardından da dokuma-işleme-kompoze etme tarafı var. Hem tarihsel hem de sanatsal yansımaları oluyor bu çalışmaların. Örneğin 1700’lü yıllardan kalan, Hollanda Kraliyet Müzesi’nden getirtilen çok değerli Ankara tablosunun (The View of Ankara) “soundscape” çalışması, Apple ile Bağdat Caddesi mağazasının açılışında yaptığımız işbirliği kapsamında artırılmış gerçeklikle sesi işlediğimiz “Speaking Vessels” çalışması... Bir yandan atölye çalışmaları var. Şimdi de bir hastaneyle ortaklaşa yürttüğüm bilimsel çalışma var. Hastaların vücudundaki belli sinyal verilerinin sonifikasyonuyla ilgili sinirbilim doktorları ve yapay zeka hocalarıyla birlikte çalışıyorum. Bu veriler nasıl sonifiye edilebilir ve tıp dünyasında bu sonik veriler teşhis / hastalığı engelleme açısından nasıl işlenebilir, işe yarayabilir.. Özetlemeye çalıştım ama çok geniş bir alan olduğu için açıldıkça açılıyor, ilerleyen günlerde göreceğiz.
GAE: En son projeniz “Bir Adanın Ses Anatomisi”. Bozcada’da nasıl deneyimler oluştu?
OÖ: Evet o da çok zevkli geçti, Bozcaada’nın ruhu bambaşka. Maalesef zaman içinde popülerliğine de bağlı olarak her yer gibi çok kalabalıklaşmış, dolayısıyla sesleri de değişmiş. Trafik, traktör, turist kafileleri, korna gibi çok sayıda ses kaynağı var. İnsan Bozcaada’da olunca biraz daha doğal sesleri arıyor tabi ama yine de o ruhu hissetmek zevkli. Ben de uzun süre İstanbul Avrupa Yakası’nda oturduktan sonra Büyükada’ya taşındım. Adanın başka başka çağrışımları var; hem çok güzel, hem de sizi dışarı çıkarmıyor, bağımlı yapıyor. Adadan şehre gitmek içinizden gelmiyor, bu sefer de iş verimliliği anlamında bazen kısıtlayıcı oluyor. İçeride kaldıkça Büyükada’nın da detay seslerini keşfetmeye, kayıt altına almaya özen gösteriyorum.
GAE: Biz mimarlar olarak daha çok mekanla ilgiliyiz, dolayısıyla benim ilk ilgimi çeken Kadıköy Akustik araştırma projeniz. Bu proje ses yürüyüşleri anlamında sizin için bir başlangıçtı diyebilir miyiz? "Projenin öncelikli amacı, kentsel mekanların karakterinin belirlenmesinde 'ses'in bir unsur olarak kullanılması açısından literatüre katkıda bulunmaktır" diyor tanıtım metninde, bu proje halen devam ediyor mu?
OÖ: Evet ilk “Kadıköy Akustik” ile başladım diyebiliriz. İTÜ tarafından bilimsel araştırma projeleri kapsamına alınmış bir projeydi bu, dolayısıyla gerekli kaynaklar verildi ve çalışmaya daha motive bir şekilde başlayabildim. “Kadıköy Akustik” 2014 yılında yola çıktı, esas olarak Kadıköy'ün meydanına ve yakın çevresine odaklanan bir çalışma. Projenin esas amacı kentsel mekanların karakterlerinin ve kimliklerinin belirlenmesi. Bu bir süreç, çünkü zaman içinde tekrar tekrar yeniden dönüşüyor bu kimlikler. Bu kimlikler araştırılırken sesin de bir unsur olarak kullanılmasının önemini inceledim ve literatüre bu alanda katkıda bulunmaya çalıştım.
Burada önemli olan konu, mekan kullanıcısının da bu çalışmalarda aktif olarak rol almasıydı. Bir mekânın kimliğini belirlerken genel olarak mekan kullanıcısı pasifize edilir. Master planlar hazırlanırken, dönüşüm projelerinde vs. kullanıcılara çok kısıtlı bir şekilde fikirleri sorulur, ve özellikle bunun işitsel tarafı tamamen gözardı edilir. Bu anlamda süreçte tek devreye giren ses / gürültü kontrol politikalarıdır. Örneğin bölgedeki belediyenin kontrolünde belli dB’in üstünde kalınması durumunda sesin, tabiri caizse tıraşlanması söz konusu olur. Kadıköy gibi işitsel anlamda kompozit ve kaotik bir alanda hangi sesleri koruyacağımızı, hangi seslerin mekan kullanıcısı tarafından sevildiğini ya da iyi hissettirdiğini, hangisinin iyi hissettirmediğini hiçbir zaman bilmedik ve bilmiyoruz. Bildiğim kadarıyla daha önce Türkiye’deki hiçbir yerde bu konuda bir analiz yapılmadı. Nerede hangi sesin olduğunu gösteren bazı genel haritalar var ama nerede hangi katmanların olduğunu ve bu katmanların kullanıcı tarafında ne hissettirdiğini araştıran, özetle psiko-coğrafi anlamda bir çalışma yok. Dolayısıyla burada hem bir ilki yapabilmek, hem de gerçekten bir boşluğu doldurmak ve de daha önce bahsettiğim pasifize edilen mekan kullanıcısını daha aktif anlamda rol almaya çağırmak amacıyla böyle bir çalışma başlattım. Bu çalışmada Kadıköy Belediyesi'nin Tasarım Atölyesi (TAK), Kadıköy Gazetesi, İKSV ve Açık Radyo çok destek oldular. Ses yürüyüşlerini birkaç kez tekrarladık. Buradaki amaç; hem kullanıcının, hem de kentsel tasarımcıların, mimarların, plancıların bu katmanları hissetmesiydi. Bir çoğumuzun sesle ilişkisi var ve sesi belli seviyeye kadar fark ediyoruz ama sesi kentsel mekân çalışmalarına nasıl entegre edebileceğimizi muhtemelen çok da bilmiyoruz. Örneğin mimarlık alanında mekan akustiği üzerine bir alan var ancak akustik, daha çok iç mekanla ve teknik hesaplamalarla ilgileniyor. Bu çalışmaların sosyolojik ve psikolojik tarafı da var. Kullanıcı algısını data olarak elde etmek için disiplinlerarası bir çalışma yapmak gerekiyor.
Bütün bu ses yürüyüşlerinin ve atölyelerin sonucunda bir rehber çalışması da yaptık. Hem aşama aşama ses, nasıl katılımcı bir yöntemle mekanda işlenir/kullanılır; hem de bu veriler nasıl planlamaya entegre edilir, detaylı bir şekilde açıklıyor bu rehber çalışması. Geldiğimiz noktada bu çalışmaların nasıl kullanılabileceği, planlara belediyelerce nasıl entegre edilebileceği ile ilgili daha etkili duyurular yapmak gerekiyor. İstanbul Planlama Ajansı (İPA) konuyla ilgilendi ve yakın zamanda görüşmek istediler. Katılımcılık konusunda gelişmekte olan bir algı ve açık fikirlilik var, bu da çok sevindirici. Politik anlamda da riskli bir alan değil. Sokağa çıktığınızda her türlü ses verisi - ses katmanı size birçok bilgi veriyor. Politik, sosyolojik, ekonomik ve linguistik anlamda da birçok veriyi sesle alabiliyorsunuz. Bir protesto varsa ya da bir anonsun baskın sesi belli bir zümreye aitse, buradan da bir şeyler hissediyorsunuz ve bu bilgi ve hissi veri olarak kaydediyorsunuz. Dini sesler, sokak satıcılarının sesi, daha nostaljik ve kültürel miras dediğim, alana / yapıya dair sesler de bunun bir parçası olabiliyor. Her ne kadar çok farkında olmasak da çok farklı katmanlara dokunuyor aslında ses. Bu verilerden kente ve kimliğe dair okumalar yapmak çok değerli bizim için. Haydarpaşa’nın dönüşümü sırasında çocuklarla bir çalışma yaptık. Hepimizin bildiği gibi Haydarpaşa’nın öncesi ve yakında oluşacak sonrası var, dolayısıyla değişen sesler o bölgede çokça mevcut. Bu tip dönüşüm alanları için de çok rahat kullanılabilecek bir yöntem ses verilerini toplamak.
GAE: İstanbul’a bu sıralar özellikle inşaat sesleri hakim, başka İstanbul’a hakim olduğunu düşündüğünüz belki de bizlerin farketmediği sesler sizce nelerdir?
OÖ: Son yıllarda İstanbul’a farklı ülkelerden göç çok arttı. Bu göçlerle birlikte sesler de çok değişti, dönüştü. Benim kişisel olarak hissettiğim duyduğum diller çok farklılaştı ve arttı. Son 10 yılda Ortadoğu dillerini özellikle Arapça dilini daha fazla duymaya başladık. Son birkaç yılda Rusya, Ukrayna ve Türki Cumhuriyetlerden gelen göçlerle birlikte Kuzey dilleri de aynı anda duyulabilir oldu. Birçok yerde Balat’ta, İstiklal’de vs zaten bu sesleri çokça duyabiliyorsunuz. Bu göç sebebiyle ulaşımın da artmasıyla birlikte Kadıköy, Beşiktaş ve Taksim başta olmak üzere birçok yerde çek çek bavullarının sesleri arttı. Bu çok ilginç, normalde çok fark etmiyoruz belki ama dikkat ettiğinizde bu ses yürüyüşlerinde daha çok ortaya çıkıyor. Özellikle zemin bu fonksiyona göre dizayn edilmediği için, örneğin Arnavut kaldırımı olan yerler ya da daha bozuk yollarda rahatsız edici seviyelere geliyor çek çek bavullarının sesleri. Yürüyüşü yapan kişiler de bunu sıklıkla belirttiler. Bu da aslında sosyo-kültürel bir konu.
Belli mekanlar daha sessizleşti. Belli mekanlarda her ne kadar kalabalıklar olsa da siteleşmeyle birlikte “gated community” dediğimiz yerler de arttı. Bunu özellikle Göztepe, Feneryolu, Suadiye gibi kentsel dönüşümün de son 10 yılda arttığı Kadıköy’ün eski semtlerinde hissediyorum. Eski evlerin yanında yirmi katlı evler yapılmaya başlandı, dolayısıyla mahalle kültürü, komşu diyalogları, sokak satıcısı, bozacısı çok daha az duyulur oldu. İstanbul’da belki de en az kapalı siteleşme olan bu yerler de bu duruma maruz kaldı.
GAE: Motor sesleri de arttı diyebilir miyiz?
OÖ: Çok doğru, bu da vardı çalışmalarda. Trafiğiyle, korna sesleriyle kuryecilik vızır vızır her yerde arttı. Bir de çok ilginç, aslında yemek sipariş sesleri çok arttı, bu özellikle mimari akustik konusunu da ilgilendiriyor. Bu sesler mekanlardan dışarıya taşıyor. Tüm bu uygulamaların farklı farklı sinyalleri, ses tasarımları var. Örneğin bir kafeteryanın önünden geçtiğinizde bu sesler yükseliyor ve gittikçe daha da artacak. Tabii ki telefon uyarı sesleri kaçınılmaz bir şekilde gittikçe artıyor. Hem sosyal medyadaki hem de dizi-film platformlarındaki içeriklerin birçok insan tarafından kulaklıksız da kullanılmasıyla ortaya çıkan sesler var. Kaotik bir şekilde bir araya geliyor bu ses kaynakları. Bütün bunlar kentsel ses orkestrasyonunu etkiliyor ve kullanıcı olarak bize de bir şekilde kendini hissettiriyor.
Bunlardan da öte bütün bu teknoloji ve dijitalleşme ile birlikte şimdiki esas konumuz elektrikli araçlar. Evet, şimdilik çok sessizler fakat her bir marka şu anda ses tasarımcılarıyla çalışıyor. Motor sesi, fren sesi, korna, geri gitme sesi vs. bütün sinyaller baştan aşağı dizayn ediliyor. Ama neye göre dizayn ediliyor bunun herhangi bir kodu vs. yok çünkü her marka başka bir dünya tasarlıyor. Örneğin bir marka NASA’daki sesleri replike ediyor, bu da demek oluyor ki ileride daha fütüristik diyebileceğimiz sesler duyacağız. Başka bir marka da bunun tam tersi daha organik, eski sesleri ya da enstrümantal sesleri kullanmak için çalışmalar yapıyor. Başka bir marka motor gücünü daha yüksek bir şekilde kullanmak üzerine çalışmalar yapıyor. Bütün bunlar gelecekte çok başka bir kentsel ses örüntüsü yaratacak. Özetle trafikte bambaşka dünyalardan, bambaşka seslere aynı anda maruz kalacağız. Şu anda bunun orkestrasyonu, düzenlemesi ya da regülasyonu henüz düşünülmüyor. Hele ki üçüncü dünya ülkelerinde uzun süre düşünülmeyecek. Bu benim alanım ve tezimin konusu olan işitsel peyzaj yönetimi alanına giriyor. Post-kapitalistik dünya bu seslerle nasıl bir ilişki içinde olacak, bu regülasyon ne kadar istenecek, henüz bunu bilmiyoruz ama hepimizi etkileyeceğinden eminim.
GAE: Azra Deniz Okyay’ın Altın Portakal kazanan filmi "Hayaletler”de mesela ben izlerken sesin oradaki mekanda kullanımına hayran kaldım. Orada Kadıköy Fikirtepe’yi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sizin bu tip kenti ya da atmosferi ses yoluyla en çok hissettiğiniz proje, alan ya da yer var mıdır? Bir film, dizi ya da ortam.
OÖ: Aysim Türkmen’in “Çekmeköy Underground” filmi de underground kültürün yaşantısı ve onların ürettiği sesler üzerinedir. Bir dönem “apaçi” olarak adlandırılan kültürün üzerine -onlarda da ses çok baskındır- “apaçi” isminin sorgulandığı, bu kültürün de anlaşılmaya çalışıldığı bir filmdir. O yönüyle işitsel anlamda bana ilginç gelir. Jacques Tati’nin 1967 yapımı Playtime (Oyun Vakti) filmi dönemin Paris seslerini içermesi ve konuşmanın çok az olması dolayısıyla etkileyici ve keyifli bir film.
İsveç yapımı “Sound of Noise” filmi de beni çok etkilemiştir. Kent sesleriyle yapılan protest konserler düzenleyen bir “çeteyi” anlatır. Camları kırıyorlar, ameliyathaneye giriyorlar doktorun kullandığı ekipmanlarla müzik yapıyorlar, vinçle toprağı kazıyorlar çıkan hafriyatla birlikte müzikal bir kompozisyon yazıyorlar. O da beni çok etkilemişti. Bir de Nezih Ünen’in “Anadolu'nun Kayıp Şarkıları” filmi mekânı sesle hissettiren güzel bir çalışmaydı.
GAE: Hangi mekan(lar)ın hangi zaman dilim(ler)inde ses haritasını çıkarmak isterdiniz?
OÖ: Bu aralar 1970’lerin İstanbul’u üzerine çok düşünüyorum. “Çiçek çocuklar” dedikleri o hippi yaşantısını çok merak ediyorum. O dönemki eğlence kültürünü, sokak kültürünü, müzik kültürünü, iş kültürünü de aynı şekilde merak ediyorum. Hatta ne ilginç, daha bu sabah hayal ettim 70’lerde yaşamayı. Müzikal anlamda da elektronik altyapılı formata daha tam geçilmemiş, televizyon bazı yerlerde var bazı yerlerde yok, teknolojinin tam girmediği o neoliberal baskının da tam hissedilmediği, merak ettiğim bir dönem.
1950’lerin Tokyo'sunu da çok merak ediyorum. Tokyo zaten her zaman çok ilgimi çeken bir yer. Günümüzde her şeyin aynı anda bir arada olduğu bir yaşam var şu anda Tokyo’da. Dolayısıyla ciddi bir kaosla birlikte geleneği de devam ettiriyorlar. Geleneği biraz daha naif bir şekilde sürdürdükleri, bir yandan dünyadaki steril kodların lokal anlamda da oluşmaya başladığı, aynı zamanda heyecanla teknolojik gelişmelerin bir arada olduğu bir yaşam. Tüm bunların birbiriyle işitsel düzlemde uyumlanması merak ettiğim bir konu. Eğer ulaşma şansım olsaydı bu iki alanın o zaman dilimlerindeki ses haritalarını yapmak isterdim.
Az önce bahsettiğim 1700’lü yılların Ankara kent manzarasını resmeden “View of Ankara” resmiyle ilgili yaptığımız çalışma bu anlamda ilginçti. Tablo Hollanda'dan geçici olarak Rahmi Koç Müzesi’ne getirildi ve müzenin davetiyle tablonun “soundscape” tasarımını yaptım. “1700’lü yıllarda Ankara nasılmış”ı işitsel düzlemde ortaya çıkarmak çok ilginçti ve o tablo da bir çeşit Ankara’nın ses haritası. 1700’lü yıllarda Ankara bambaşka bir şehir; kumaş (Sof kumaşı) ticareti var, genç kadın ve erkeklerin birlikte çalışma modeli sosyolojik olarak çok ilginç, kiliseler, camiler, pazar alanları… Evet bunları da inceleyerek detaylı ses haritalandırmasını yapmak isterdim.
GAE: Günümüzde hangi kentin, yerin ya da mekânın sesleri size ilham veriyor?
OÖ: Şu anda yaşadığım yer olduğu için Büyükada’nın ses haritasını merak ediyorum. Faytonların sistemden çıkması bir yandan adayı sessizleştirdi ama elektrikli araç sayısı da çok arttı. İlk başlarda bu bana çok ilginç gelmişti, arkanızdan sessizce aniden bir araç geliyor ve kaçıyorsunuz. Adalılarla konuşmalarımda arkalarından gelen elektrikli aracın hangisinin taksi, hangisinin süt satıcısı, hangisinin otobüs olduğunu ayırt etmeye başlamışlar, bu çok ilginç ve derin bir algı aslında. Gece yarısı ormanda yürürken hayatımda duymadığım kuşların seslerini duyuyorum, çok değişik birbirlerini çağırma şekilleri var. İstanbul’un merkezi bölgelerinde asla duyamayız o sesleri. Adadaki o ekosistem de farklı geliyor bana. Yine göç ve günübirlik turistler gittikçe değiştiriyor adanın ses dengelerini. Ortadoğu’dan gelen turistlere yönelik mekanlar daha çok açılıyor. Ona paralel olarak da satıcılar, restoranlar o kitleyi hedefleyen ürünlerini pazarlamaya çalışıyorlar. Adalar’ın da ses haritasını yapmak isterim.
GAE: Sanırım ben de Eminönü'nü merak ediyorum.
OÖ: Eminönü İstanbul'un en kaotik, en kritik yerlerinden birisi. Ben Eminönü’ne gittiğimde biraz gözümü kapıyorum, kendimi Ortadoğu’da bambaşka bir ülkedeymişim gibi hissediyorum.
GAE: Ses Yürüyüşleri, zihin haritalama atölyeleri gibi projelerinizin devamı gelecek mi?
OÖ: Şu anda neler olacağını kestiremiyorum, o nedenle ucunu açık bıraktım ama tabii ki yürüyüşler ve bunların atölye çalışmaları kapsamında ses katmanlarının incelenip kaydedilmesi, analiz edilmesi, artistik anlamda onları kompoze etme çalışmalarına devam etmek istiyorum. Bunun haritalama tarafı daha akademik ve deneyimsel araştırmalarla devam edebilir. Bu öyle bir şey ki, dünyanın herhangi bir yerinde bu çalışmayı yapabilirsiniz. O açıdan çok zevkli ve heyecan verici. Bugün bir üniversiteyle anlaşıp Tokyo'ya gitsem orada da böyle bir çalışma yapmak çok heyecan verici olabilir. Daha önce de bahsettiğim tıp alanıyla sesin birleştiği çizgiden devam etmek istiyorum. Tabii ki İstanbul’un ses katmanları ve his ilişkisi haritasının genişletilmesi gibi bir hayalim var. Şimdilik elimizde Kadıköy’ün haritası var.
Bu harita Kadıköy’de ses yürüyüşleri yapıldıktan sonraki analizlerden ortaya çıkan bir sentez haritası. Bu çalışmada bir rota çizildi ve 11 adet durak belirlendi. Çalışmada katılımcılar gözü kapalı olarak rehberler eşliğinde geziyorlar. Daha sonra “Şu an ne(ler) duyuyorsun? Ne hissediyorsun?” gibi belli sorular soruluyor. “Sence en arkadaki/en öndeki ses ne? Seni hoşnutsuz eden ses ne olabilir? Sana keyif veren ses ne?“ gibi sorularla da katılımcıların duygularını açığa çıkarması sağlanıyor. Bunun için de meditasyon ve dans alanından rehberlerle çalışıyorum. Bunun sebebi de rehberlerin gözü kapalı katılımcılarla senkronize olması ve katılımcıların kendilerini rahat bırakmasını sağlamak. Yürürken yürüyüşe ve bulunduğu ortama güvenmesi gerekiyor ki bilinç dışından da mekanı okuyabilsin ve duygularını ifade edebilsin. Daha sonra atölyeye gidiliyor, paftalara çizimler yapılıyor, yürünen noktalar ses ikonlarıyla birleştiriliyor, katılımcıların sorulara verdikleri cevaplar dinleniyor ve tüm bunlar sentezlenerek çalışma ortaya çıkıyor.
GAE: Mimarlara, plancılara ya da karar vericilere sesle ilgili önerileriniz var mı?
OÖ: Açık çağrı ile düzenlenen kentsel tasarım yarışmalarında duyuların irdelenmesi, sorgulanması da bir gereksinim olmalı. Kentsel mekanlar üzerine çalışırken sesin de mutlaka çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Karar vericilerin yarışma ya da proje şartnameleri hazırlarken ses faktörüne metinlerde yer vermeleri sayesinde ses farkındalığının oluşmaya başlayacağını düşünüyorum. Plancılara ve mimarlara kenti dinlemelerini öneriyorum. Eminim ki günlük hayat koşuşturması içinde farklı kent seslerine denk geliyorlardır. O anlarda belli başlı noktalarda durup, gözlerini bir dakika da olsa kapatıp sesleri dinlemelerini öneririm. Gerçekten bölgenin demografik, sosyolojik ve ekonomik yapısını da anlamak için etkili bir yöntem. Birçok alandan birçok veriyi hissederek algılamayı sağlıyor. Kentin kimliğini de daha rahat okumaya başlıyorsunuz. Bu coğrafyada bu farkındalığın olmasını çok önemsiyorum. Nihayetinde aslında toplumu dinlemeyi, özünde de kendimizi dinlemeyi öğreniyoruz. Dinleme pratiğimizi geliştirmenin hepimize yarar sağlayacağını düşünüyorum.