“Mağdur Dostu” Mimarlığın Özneleşme ile İmtihanı

ERAY ÇAYLI

Senem’in geçen ayki yazısı, bir süredir üzerine birlikte kalem oynattığımız konuya (yani toplumsal ve politik dönüştürücülük saikiyle hareket eden mimari pratiklerin imkan ve kısıtları konusuna) önemli açılımlar getirdi.1 Yazı, özetle, benzer pratiklerin mağdurla kurduğu temaslarda, “kimin kimi çağırdığından” ziyade kurulan temasın “politik muhteva”sının önemli olduğunu savunuyordu. Bu fikre hiç şüphesiz katılıyorum. Ancak, Senem’in benim bir ay önceki yazıma atfettiği “kimin kime gittiği” meselesinin -ya da süreci başlatanın ve problemi tanımlayanın mağdur mu mimar mı olduğunun- mimarlığın politik muhtevasını tek başına belirleyen bir kıstas olduğunu savunmak gibi bir niyetimin olmadığını da burada vurgulamak isterim. Daha ziyade, mimarların kendi gündemleri yerine muhatapları olan mağdurların (iki ay önceki o yazımın son paragrafından alıntılamam gerekirse) “özneleşmesine” öncelik verdiğinde açılan alana dikkat çekmek niyetindeydim. Bu tür bir önceliğin yol açabileceği ve toplumcu mimarlara ilk bakışta ters gelebilecek (yine önceki yazıdan örneklersek, otoparkların yeni dairelere dönüştürülmesi gibi) durumlara ve bu durumların benzer mimari pratiklerin gündemine getirebileceği yeni sorulara dikkat çekmek istemiştim. Diğer bir deyişle, niyetim, “halk” kavramını, kemikleşmiş bir kimlikten ziyade, belki de hiçbir zaman mükemmeliyet ya da nihayete ermeyecek ucu açık bir özneleşme sürecinin (yani “halklaşma”nın) konusu olarak tahayyül edebilmenin, mevzubahis mimari pratiklere yapacağı etkileri tartışmaya açmaktı. Senem’in sözünü ettiği “politik muhteva”nın da böyle bir özneleşmeyle yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.

Bahsi geçen özneleşme fikri üzerine bu ay biraz daha düşünmek isterim. Zihnim genelde güncel örnekler üzerinden çalıştığı için, bunu son yıllarda küresel ölçekte yaşanmakta olan “politik muhtevayı haiz olan mimarlık” tartışmaları kapsamında büyük ses getiren ve övgülere mazhar olagelen Forensic Architecture üzerinden yapacağım. Forensic Architecture, kendi web sayfalarında geçen kelimelerle ifade etmek gerekirse, “insan hakları ihlallerini” mimari yöntemler üzerinden belgeleyen ve mahkemelere “kanıt” olarak sunan “bağımsız” ve “disiplinlerarası” bir araştırma kolektifi. Kanıt sundukları kurumlar arasında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası olanlar kadar Fransa, Belçika, İsrail, İspanya, İtalya gibi ülkelerdeki türlü ulusal mahkeme de yer almakta. Kolektif, son günlerde, özellikle İngiltere’nin en prestijli sanat ödülü olan Turner Prize’a aday olmasıyla ses getirdi. Aslında bu, mimarlığın Turner Prize’ın gündemine ilk gelişi değil: Ödül, 2015’te bir diğer mimarlık kolektifi Assemble’a verilmişti. Gerek o yıl Assemble’ın ödülünün gerekse şimdi Forensic Architecture’ın adaylığının etrafında yaşanan tartışmalarda önemli bir eleştiri hattı, mağduriyetleri gidermeyi amaçlayan mimarlık pratiklerinin radikalliklerinin gösteri toplumunu besleyen sanat kurumlarınca evcilleştirildiğini iddia edenlerden oluşmakta. Bense, toptancı bir mimarlık-sanat ayrımına dayanan böylesi bir hat yerine, tam da Senem’in geçen ay dediği gibi, politik muhteva üzerinden şekillenecek bir eleştiri hattını açabilir miyiz diye merak ediyorum. Zira gerek Assemble’ın gerekse Forensic Architecture’ın pratiklerinde toplumsal ve politik dönüştürücülük iddiası oldukça ön planda.

Saydnaya mahkumları Samer ve Jamal’ın grup hücresi
Saydnaya mahkumu Salam’ın tek kişilik hücresi 3B Animasyon: Stefan Laxness, Christina Varvia; saydnaya.amnesty.org
Sydnaya Hapisanesi’nin üç boyutlu modeli

Assemble’ın Turner Prize’ı aldığı dönemde yine bu köşede kaleme aldığım bir yazıda dile getirdiğim eleştiriyi belki burada yeniden anmak anlamlı olabilir. Neoliberal politikalar sonucu yoksullaşan mahallelerde cerrahi müdahalelerle iyileştirmeler yapmayı hedefleyen Assemble gibi pratiklerin, hafifletmeye çabaladıkları sorunların müsebbibi olan ve dahası bu sorunları çözmekle yükümlü olan siyasi aktörlerin sorumluluklarını müphemleştirdikleri ve dolayısıyla aklanmalarına ön ayak olduklarına dair eleştiriden bahsediyorum. Bu eleştiri, Turner Prize gibi prestijli bir sanat ödülünün, Assemble ve Forensic Architecture gibi toplumsal ve politik dönüştürücülük iddiasındaki mimarlık kolektiflerine nasıl bir tarihsel bağlamda ilgi duymaya başladığı sorusu kapsamında da önemli. Mevzubahis olan, neoliberalleşmenin İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere gibi ülkelerde tesis edilen refah devlet düzenini sert ve hızlı bir şekilde çökerttiği bir tarihsel bağlam. Fikri ve sanatsal üretim de toplumsal hizmetlere ayrılan kamu kaynaklarının ciddi kesintilere uğradığı böylesi bir bağlamda payına düşeni aldı. Bu tür bir tarihsel bağlamda, fikri ve sanatsal üretimin “somut” ve “ölçülebilir” bir “fayda” veya “işlev”e sahip olması beklenir oldu. Paralelinde, bugün “yararlı” gibi sıfatlarla anılan sanat akımları ortaya çıktı. Tabi bazı pratikler “yararlı” addedilince, diğerlerinin “yararsız” olduğu varsayımı da beraberinde geldi. İzleyiciyi düşündüren, ön kabullerini sorgulatan, kafasını karıştıran sanat pratiklerine göre “ölçülebilir fayda”sı çok daha görünür olan Assemble veya Forensic Architecture gibi mimarlık kolektifleri de sanat camiasının ve fikri üretimi fonlayan kurumların ilgisine işte böyle bir bağlamda mazhar oldu (keza, Forensic Architecture, 2011’de Avrupa Araştırma Konseyi’nden alınan 1,2 milyon avroluk bir fon sayesinde kuruldu ve bugün çalışmalarına 2016’da aldığı yaklaşık 2 milyon avroluk ek fon sayesinde devam etmekte). Dahası, söz konusu kolektiflerin neoliberalleşmenin yarattığı mağduriyetleri giderme iddiasına sahip olması, yukarıda bahsi geçen anlamda “yararlı”lıklarını artıran bir etken olarak iş gördü.

Elbette burada Assemble ve Forensic Architecture gibi pratiklerin somut anlamda ortaya koydukları işin değerini küçümsemek niyetinde değilim. Ancak benzer pratiklerin değerinin, aracısı oldukları pragmatik faydanın yanı sıra fikri bir niteliği de haiz olması beklenebilecekse -ki, sanırım politik muhteva dediğimiz şey de bu tür bir niteliğe dayanır- yaptıkları işleri değerlendirenlerin işin bu boyutunu da göz önünde bulundurulması gerekebilir. Assemble’ın kendine sadece pratik anlamda mimarlığı dert edindiği ve fikri alanda bir iddiası bulunmadığı söyleyenebilecekse de, Forensic Architecture bu alanda da iddialı ve politik şiddet ile insan hakları ihlalleri üzerine kavramsal ve kuramsal çalışmalara da işlerinde önemli bir yer verdiğini savunan bir kolektif. Peki, Forensic Architecture’a adını da veren “forensics”, yani adli tıp alanının mimarlık ile melezlenmesi (özellikle teknik-hukuki anlamda oldukça önemli olduğunu düşündüğüm) mağdurun mağduriyetini belgeleyen kanıtların mahkemelere sunulması pragmatizminin ötesinde meseleye ne gibi bir fikri katkı sunabilir? Kanımca, kolektifin pratiğine dair yapılabilecek önemli bir eleştiri, bu sorunun henüz tam olarak yanıtlanmamış ya da yaptıkları işlerin bu tür bir fikri üretim anlamında sahip olduğu potansiyelin henüz tam olarak değerlendirilmemiş olmasına ilişkin.

Meramımı somut bir iş üzerinden açıklayabilirsem sanırım daha anlaşılır hale gelecek. Forensic Architecture’un işleri arasında mağdurları sonuç ürüne en doğrudan dahil etmiş görünen Saydnaya Hapishanesi’yle ilgili işi ele alalım. Şam yakınlarında yer alan bu hapishaneyi Esad rejiminin işkencehanesi olarak tescilleme amacındaki bu iş, Ağustos 2016’da önde gelen uluslararası medya kuruluşlarınca paylaşıldı. İş, işkence mağduru olarak anılan bireylerin tanıklıklarına dayanan mimari modellemelerden oluşan bir videoyu içermekte ve bu anlamda gerçekten dört başı mamur bir belgeleme çalışması niteliğinde. Ancak, işin, şiddetin bireylere ve toplumlara yaptığı en derin etki olduğu söylenebilecek özne olma halinin örselenmesini tersine çevirme adına önemli noksanları var. Örneğin, hapishanenin kusursuz ve tekil bir rekonstrüksiyonunu yapabilme kaygısı, şiddetin yol açtığı tanıklıkların tanım itibariyle parçalı olduğu gerçeğine baskın çıkıyor ve hapishanede yaşananlara dair her bir mağdurun kendi özgün ve çizgisel olmayan tanıklığını projeye dahil etmek mümkün olmuyor. Dolayısıyla, şiddetten mağdur olanların mağduriyetini gidermenin yolunun onları tutarlı birer veri kaynağı olarak araçsallaştırmaktan ibaret olamayacağı, bunun onlara seslerini yahut özgüvenlerini yeniden bulabilecekleri -yani, yeniden özneleşebilecekleri- bir platformu sağlamaktan geçeceği göz ardı ediliyor. Bize sunulan videoda sadece iki tanığı tam anlamıyla duyuyoruz. Diğerlerinin sesi kesiliyor. Görsel olaraksa birbirinin üzerine binen planlar ya da değişken ve akışkan formlar yok. Adlı adınca “adli tıp” sterilliğinde bir estetik karşımıza çıkıyor. Tanık ifadelerindeki tutarsızlıkların ciddiye alınması üzerinden şiddetin topluma ve bireye yaptığı etkiyi derinlemesine duyumsama ve bunu yaparken de mağdurların özneleşmesine destek olma fırsatı böylece kaçmış oluyor. Keza projeye birer veri kaynağı olarak dahil edilen mağdurların sonuçta ortaya çıkan iş ile ilgili ne düşündüklerini de göremiyor ve duyamıyoruz.

Oysa, şayet amaç mağduriyetin tersine çevrilmesiyse -hele ki politik şiddet gibi ağır bir mağduriyetten bahsediyorsak- bunun yolunun, sadece mağduriyeti bilmek ve belgelemekten değil, o bilgi ve belgeyle ne yaptığımızdan ve özellikle de mağdurların yeniden özneleşmesine ne gibi bir etki yaptığından geçeceğini söyleyebiliriz. Nitekim, modernite tarihi boyunca kitlesel mağduriyete yol açan katliam ve soykırım gibi birçok olayın da birey ve toplumları kuru birer belgenin konusuna indirgeyen steril bakış suretiyle işlendiğini de biliyoruz. Belgeci ve belgeselci bakışı tarihsel sahiplerinden çalarak gerisin geriye onlara doğrultma fikri elbette etkileyici. Ancak, mağduriyetin yaralarını sarma iddiasının sırf bu tarz bir bakış üzerinden yapılabileceği varsayımı belgeci ve belgeselciliğin güzellemesini yapma (yani, onulmaya çalışılan mağduriyeti yaratanın fikri egemenliğinin ve yöntemsel meşruiyetinin süreçten sorgulanmaksızın çıkmasına yol açma) tehlikesiyle malul. İşte kanımca Senem’in geçen ay bu köşede mimarlığın politik muhtevasının dayanağı olarak önerdiği “adaletsizlik” ve “bu adaletsizlik ile ilgili ne yapıldığı” meseleleri tam da bu çerçevede önemli. Anıt mefhumunun tarihsel köklerinde yatan şiddeti sorgulamadan mağduriyeti sadece anıt yaparak onabileceğine inanmanın, yoksulluğun ana akım tariflerinin altında yatan şiddeti sorgulamadan hanede tuvalet olmayışını yoksulluk belirtisi olarak yorumlamanın yahut parasal yardım pratiğinin temellerindeki şiddet ve körüklediği toplumsal hiyerarşiyi dikkate almadan -dahası toplumun sorunlarının sadece para aracılığıyla çözebileceğine dair algıyı sorgulamadan- para yardımı yapmanın, mağduriyeti gidermek bir yana dursun derinleştirebileceğine dair Senem’in yaptığı uyarılar da sanırım burada tartışmaya çalıştığım türden bir özneleşmenin önemine işaret ediyor.

NOTLAR
1Senem’le birlikte sürdürdüğümüz “zincirleme reaksiyon”larda bir yılı geride bırakmış olmak kendisi gibi bana da büyük mutluluk veriyor. Bu vesileyle Senem’in teşekkürlerini tekrar ve mukabele ederim. Aynı zamanda, ilk etapta bana yaptığı davet sonrası bu köşeyi uzunca bir süre birlikte yazdığımız ancak sonra bayrağı Senem’e devreden Sinan Logie’yi de burada anmak ve teşekkür listesine eklemek isterim.

Etiketler:

İlgili İçerikler: