Melez Kimlikler Kurmak
Marka kimliğiyle birlikte kurgulanan Ersa Ideas House'un tasarımını Alexis Şanal ile Ersa'nın bu yeni mekanla nasıl dönüşmesini hayal ettiklerini firma sahibi Yalçın Ata ve satış müdürü Aynur Yılmaz ile konuştuk.
Hülya Ertaş: Bu binanın Ersa markasıyla nasıl örtüştüğünü konuşarak başlayabiliriz. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz?
Alexis Şanal: Bu yapı, aynı zamanda Ersa’nın kendisini yeniden düşünme sürecinin bir ürünü. Fulya’ya taşındıklarında “Box in A Box Idea” diye tanımladıkları bir yaklaşımı mekansallaştırmışlardı. Bu da, endüstriyel bir üreticiden İstanbul ile sosyal ve kültürel bir diyalog geliştiren ve yaratıcı endüstrileri beslemeye çalışan açık bir platforma dönüşmelerini imliyordu. Şirket büyüdükçe, böylesi dönüşüm projelerinin kendilerinin de oldukça büyüdüğünü ve bu kez de bu ikisini bir araya getirmeleri gerektiğini düşündüler. Bunların 21. yüzyılda nasıl bir araya geleceğini çözmek için de, yeni ofise “Ideas House” konseptini önerdik.
Box in A Box’ta, endüstriyel tasarım topluluğu ile yaratıcı endüstriler bir araya gelmiş ve örneğin Anadolu’daki zanaat üzerine harika filmler yapmışlardı. Bunlar, çoğunlukla sonuç ürünler üzerinden değil de zanaatkarın ustalığını pratik ve süreç üzerinden aktaran filmlerdi. Yaratıcı akıl ve zanaati benzer şeyler olarak ele alıyorlardı. Çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi zanaati bir sanat biçimi olarak değil bir yaratıcı faaliyet olarak gören, örneğin illüstrasyon ya da dijital üretimle arasındaki farkın çok daha fazla olmadığına vurgu yapan işlerdi.
Buradan hareketle sosyal bir toplumda, kentlerin ve yaratıcı endüstrilerin beslenmesi için nasıl bir ekonomi üretilebileceği ilginç bir soru haline geliyor. Ersa aslen Türkiye’nin kalkınma öyküsünün aynası. Yaklaşık 40 yıl evvel Sivas’ta su borularını bükerek başladıkları mobilya üretimi, Ankara’nın gelişmekte olduğunu fark etmeleriyle oraya taşınıyor. Devlet sözleşmeleriyle büyüyen işleri gittikçe endüstriyel bir hal alıyor. Ve ikinci nesil, bu endüstrileşmenin gerçekleşmesini sağlıyor. Üçüncü nesil ise, yani Yalçın Ata, markayı İstanbul’a taşıyarak geleceğin orada olduğunu görerek, bilgi sermayesine yatırım yapmaya başlıyor. Hatta bu yatırımı daha bölgesel düzeye çekerek Avrupa topluluğuyla bir arada kuruyor.
HE: Bu sözünü ettiğin bilgi aktarımı için daha kentsel niteliklere sahip olan Fulya’dan Çamlıca’ya taşınmak biraz ikilemli değil mi?
AŞ: Evet, Fulya’nın kentsel nitelikleri çok daha fazlaydı; ancak burası da coğrafi olarak merkezi bir konumda, her ne kadar banliyö karakterinde olsa da. Bu bir nevi meydan okumaydı bizim için. Öte yandan buraya gelmek için geliyor insanlar, uğramak için değil. Bu sayede zamanla buranın bir destinasyon haline geleceğini umuyoruz. Vakit geçirmek, mekanı hissetmek için buraya gelebilir, arka taraftaki yeşilliği izleyerek kış bahçesinde çalışabilir, çevredeki doğal ortam sayesinde burada iyi bir mekansal deneyim yaşayabilirler. Fulya’daki gibi kentsel bir alanda yer almanın sorunlarından biri de insanların bir şeye asla gerçek anlamda odaklanamıyor olmasıydı. Burası her ne kadar kentsel niteliklere sahip olmasa da kentin çok merkezi bir yerinde ve bu da stratejik bir karardı Ersa için.
HE: Yapının içindeki yaşamı kurgulama araçlarınız nelerdi?
AŞ: Buradaki mekansal tasarımda önemsediğimiz noktalardan biri de mevsimselliği nasıl yakalayacağımızdı. İstanbul, dört mevsimlik bir döngüyü yaşadığından yazları daha çok dışarıda, kışlarıysa içeride geçiriyoruz. Ana yapıya eklemlenen iki kat yüksekliğindeki kış bahçesi, farklı deneyimlerin yaşanmasına olanak vermek üzere tasarlandı. İnsan gözünün mekanın derinliklerine davet edilmesi ve bu yolla mekanın deneyimlenmesi de önemli parametrelerimizden biriydi. Showroomda dolanırken üst katta gördüğünüz bir şey ilginizi çekebilir, oraya doğru yönlenebilirsiniz; aynı şekilde kış bahçesinin olduğu katta, alt kattan duyulan seslere yönelerek merdiven boşluğundan eğilip alt katı izleyebilirsiniz.
HE: Yapı hem Ersa çalışanlarının ofislerini hem de showroomu barındırıyor, dolayısıyla iki farklı kullanıcı grubu var. Bu durum yapının tasarımında nasıl belirleyici oldu?
AŞ: Ben aslen bu iki grubun sosyal taraflarını önemsedim. Çalışan ya da ziyaretçi, her ikisinin içinde de bazıları diğerlerinden daha sosyal. Bunun tam tersi de mümkün, dolayısıyla işlevleri çok net belirlenmiş alanlar arzu edenler için de çözüm sağladık. Dümdüz bir showroom mu istiyor, zemin katta bunu bulabilir; kendini apaçık ortaya koyan bir yönetici odası mı lazım, o da çatı katında. Bu daha net alanlar arasında, dikey düzlemde kalan yerler, daha çok kullanıcıların sosyal taraflarına göre tanımlarını buluyor. Öte yandan showroom ile ofisin girişleri farklı. Ofisler kendi içlerindeki merdiven kovası sayesinde katlara yayılmış halde işlev görüyor. Showroom ise bir düşük kottaki girişiyle zemin kata yayılıyor, birinci katta ve sonradan eklemiş olduğumuz kış bahçesinde devam ediyor. Bu sayede örneğin showroomda yapılan görüşmelerde konuşulanlar, satış ve pazarlama bölümünden duyulabiliyor ya da tam tersi. Bu da bu iki farklı kullanıcının birbirinden haberdar olmasını sağlıyor. Ana merdiven de bu açıdan bir bağlayıcılık görevi üstleniyor, hem kolay bir dolaşım hem de teatral bir ortam yaratıyor.
Özellikle çalışanlara çok yüksek bir yaşam kalitesine sahip mekanlar üretmek istedik. Çünkü insanların gerçekten iyi bir yerde çalıştığını düşünmeleri önemliydi, zira üretimden bilgi sermayesine yatırım yapmaya başladıkları için yetenekleri bünyelerinde barındırmaları gerek. Bu mekanı, tüm bu fikirlerin kötü bir kopyası olarak değil de çok net bir yansıması olarak ortaya çıkarmak ana hedeflerimizdendi. Bu aynı zamanda Türkiye’deki saydam ofislere ve çalışma kültürüne de yakın olmalıydı: Çok saydam ve açık; aynı zamanda gereksinimlere karşılık veren işlevsel bir ofis.
Öte yandan bir üçüncü grup kullanıcıyı, Ersa’nın tasarımcılarını da göz önünde bulundurmalıyız. Bu mekan, onların tasarımlarının lansmanının yapılması için de uygun. Zemin kat, böylesi bir lansman için teatral bir arka plan sunarken, birinci kat ise tasarımların sergilenmesi için uygun.
HE: Bu bir yenileme projesi esasen. Mevcut yapıyla nasıl ilişkilendiniz?
AŞ: Yapının mevcut hali, eski holding binalarından biriydi ve tıknaz bir forma sahipti. En başta aldığımız bir kararla, kış bahçesi eklemek dışında ona dokunmamaya odaklandık. Kış bahçesinin olduğu köşede yapıyı tamamen soyup onu eklemledik. Dış cephe kaplamasına ya da pencere çerçevelerine dokunmadık; hatta pencere çerçevelerinin yeşilini koruyup içerdeki duvarları da bu renge boyadık. Öte yandan giriş cephesine bir metal çerçeve ekledik, billboard gibi. Burası bir yaya alanı olmadığı için çoğunlukla arabayla geçiliyor, dolayısıyla yoldan geçerken Ersa’nın değerlerini yansıtacak bir ilk izlenim bırakmamız gerekiyordu. Bu aynı zamanda ölçek meselesini de çözmeliydi, çünkü bir sehpa kadar küçük bir nesneye uzak bir mesafeden bakılıyor yoldan geçerken; büyük bir ölçek kayması var. Cepheyi, Ersa’nın görsel tasarım kültürüne katkısının bir yansıması gibi düşündük ve onun mimarlığa nasıl aktarılabileceğini araştırdık. Öte yandan da biraz dekoratif olmasını istedik. Çok da konvansiyonel olmayan bir hare (moire) dokusu seçtik, ilk bakıştaki bütün yaklaştıkça parçalarına ayırılıyor ve küçülerek ölçek kaymasına uyum sağlıyor. Öte yandan da sahip olduğu bu billboard mantığı ile örneğin büyük bir lansman yapılacaksa üzerine devasa bir şey asılarak etkinliğin duyurulmasına imkan tanıyabilir.
YENİ FİKİRLERE YENİ MEKAN
HE: Ersa’nın bu yeni yerine taşınmasının öyküsü nasıl başladı?
Yalçın Ata: 2010’da Fulya’daki showrooma, Box in a Box Idea adlı bir konseptle yerleşmiştik. O konsept, dergisiyle birlikte genç sanatçıları desteklediğimiz bir nevi kurumsal sosyal sorumluluk projemiz haline geldi. Bir yandan ticaret yaparken öte yandan bununla meşgul olmaya başladık. Bir noktada fark ettik ki insanlar, Box in a Box’ı daha çok biliyor ve Ersa ile bağlantılı olduğundan haberleri bile yok. Ki bu da istediğimiz bir şeydi, onların ikisini ayrıştırmak istiyorduk ama belli ki mesafeyi çok açmışız. Bu iki projenin bir araya gelmesini istedik ve buna uygun bir mekan arayışına başladık.
Doğal bir ortamın içinde, ağaçların arasında, manzarası keyifli, otoparkı olan, kendimize ait bir bina istiyorduk. Bu yapı, çevresindeki doğal ortamı ve içeriye aldığı ışıkla bizi etkiledi. İlk tuttuğumuzda tabi kırmızı granit kaplaması ve yeşil doğramalarıyla bambaşka bir binaydı. O haline aldanıp “Bundan bir şey olmaz.” demedik, buraya ne yapabileceğimizi düşündük.
Aynur Yılmaz: Biz fikir olarak başladık zaten. Çalışan sayısı, ona bağlı olarak gereken iş istasyonları ya da yönetim odaları gibi sayısal değerlerden başlamadık ne istediğimizi tariflemeye. Ersa’da ne gelişmeler olduğunu ifade etmek istedik. Verdiğimiz proje tanımı, esasen ana fikirlerimizdi.
HE: Yapının iki ana işlevi olan showroom ve ofisleri nasıl bir arada kurguladınız?
YA: Normalde bir showroomda her şey satılıktır ve ürünün kendisini hissetmeniz mümkün olmaz, ya satın alırsınız ya da almazsınız. Buradaki derdimiz bunu kırmaktı. Evet, bir mobilya üretiyoruz, ailem bunu uzun süredir yapıyor ama her birimizin kendine ait zevkleri de var. Mesela babam saat koleksiyoncusudur, benim de müziğe özel bir ilgim var. Çalışanların bu tarz zevklerinin bir araya gelmesiyle o şirketin ruhu oluşuyor zaten. Bunu vurgulamak için de mekanın ilham verici olması gerekiyordu. Buranın sadece iş yapılan bir yer olmaması, aynı zamanda eğlenilen bir yer de olması lazımdı.
AY: Ayrıca showroom ile kendi ofislerimiz aynı binada. Ve showroomda biz “mutlu ofisler” için mobilyalar satıyoruz ya da “yeşil ofisler” için. Bu değerlerimizle kendi çalışma mekanlarımız çelişmemeliydi. Doğal ışıkla havalanan, içinde çalışanların mutlu olduğu ve yeşil alanlara bakan bir ofisimiz var.
HE: Buraya taşınırken ne gibi hayalleriniz vardı?
YA: Bir sürü vardı, çoğunu da gerçekleştirdik. Hayallerimizin birçoğunu daha inşaat aşamasında hayata geçirdik, bir kısmının da büyümesi için alanları yarattık. Bu yapının genç sanatçılara verdiğimiz desteğin bir yansıması olarak, onlar tarafından kullanılan performans alanları sunabilmesini istiyoruz. Geçenlerde bir akapella grubu video çekimi için binayı kullandı mesela. Bazı mekanların zaman içinde sanat galerisine dönüşmesini hayal ediyoruz. Yapıda vakit geçirdikçe sürekli aklımıza yeni fikirler geliyor.