İstisna Hali Kentçiliği’den Yeni Babil’e: Antakya İçin Toplam İyileşme

23.05.2025

Antakya, depremde son kez yıkıldıktan iki buçuk yıl sonra, Türkiye toplumunun kalıcı şekilde gerçek bir ülke inşa etmeye dair en büyük özleminin ilk kenti ilan edilebilir, edilmeli.

Antakya İçin Toplam İyileşme kitabının bir yerinde, İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin Roma’sına (1972) bir değini vardır (ss. 61-62). Filmde bir gözlem ekibi, yapımı devam eden Roma metrosunun tünellerinde şehrin yeraltı mezarlarını, antik kalıntıları, işçileri, raylardan, yeraltı nehrini de izleyerek matkabın durmak zorunda kaldığı yere dek takip eder. Delici iki bin yıllık bir Roma evinin duvarına denk gelmiştir; onun açtığı delikten herkes içeri girerek evde fenerlerle dolaşır. Keşif kelimenin tam anlamıyla olağanüstüdür: Yüksek iç duvarlar, ürkütücü bir canlılık içindeki rengârenk, yüzlerce metrekarelik devasa fresklerle kaplıdır. Buradaki insan figürleri davetsiz misafirleri bakışlarıyla süzer. Mekân büyük heykellerle, basamaklı geçitlerle, mermer kabartmalarla, zeminde mozaiklerle ve kısmen de suyla kaplıdır. Derken bu gizemli keşif, uğursuz bir rüzgârla bozulur, açılan oyuktan içeri dolan taze hava fresklerin duvarlardan buharlaşıp toza dönüşmesine, duvarda kuruyan su gibi yitip gitmesine, heykellerin yüzeylerinin çürümesine sebep olur. Büyü bozulur, geçmiş ele geçmeyi reddeder, madde kendi üzerine kapanır. Yitim o kadar ani gerçekleşir ki önlem almaya fırsat kalmaz (75-79. dk.). Mesaj açıktır: Hatırlamak öldürür, yeniden inşa dondurur. Geçmiş kendinde mühürlü kalmalıdır. Hristiyanlığın görkemli metropolü ve doğum yerlerinden biri olan Antioch’a gelince, onun hazin hikâyesini hep beraber yaşadık. Depremin birinci yıldönümünde, Antakya’da geceleyin şöyle bir olay yaşanır (ss. 71-74): Ortalığı sis basmıştır, şantiyelerin vinç kuleleri arka planı kaplamaktadır. Sis, kuleleri birden örter, heyula gövdeler yok olur, geriye projektörlerinin ışığı kalır. Resmi tören devam etmektedir, öne çıkarılan “dinler bir arada” mizanseni bu sisin ardında kaybolur halkın protestosu yükselirken. Bu doğa olayı, olan bitenin sanki özeti: Antakya’nın sisi bile halktan yana.

Elimizdeki ansiklopedik toplam, Şubat 2023’ten bir buçuk yıl sonraya kadarki gelişmelerin iyi çalışılmış bir dökümü. Ortak Akıl Antakya platformunun kolektif ürünü olan ciltli, renkli basılmış, büyük boy kitap, Antakya’da olan-bitenin derli toplu biçimde kavranabileceği bir şekilde, epeyce dağınık durumdaki materyali bir araya getirmeyi ve anlaşılır, erişilir kılmayı amaçlıyor. Kitap anıtsal duruyor, görkemli bir etkisi var ve insanı daha eline alır almaz sarsıyor çünkü bütün gerçek acıların ve yıkımların ağırlığını taşıyor. Kitapla karşılaşmak beni çok duygulandırdı; böyle bir acıdan böyle aydınlık sonuç çıkarmak mimarların, aktivistlerin, kentlilerin harcıdır. Kitap son derece kaliteli bir biçimde basılmış ve Antakya’ya dair böylesi titiz bir yayın, kendiliğinden umut yaymaya yetiyor. Bana kitabı ulaştıran, kitabın tasarımında büyük emeği bulunan Sunay Paşaoğlu’na teşekkür borçluyum. Kitap, evrensel ve kalıcı olmaya önem veriyor, mevcut koşulları düzeltmek isteyenlerin aydınlık perspektifini taşıyor.

Kitabın grafik tasarımına dair uyarılar dile getirmenin sırasıdır, ilerisi için. Kitabın iyi edit edilmemiş dili, göze çarpan sorunu. (Sözgelimi ilk bölüm Hafıza’nın zayıf, kuru bir dille yazılması bir anda irtifa kaybettiriyor.) Dar bir çevrenin iç konuşmalarına özgü sık kısaltma kullanımından da okurlar lehine kaçınılması gerekir. Sıkı editör çalışması böylesi soluklu bir kitaba yakışırdı. Yedi yüz sayfayı aşkın hacme yayılmış, kitaptan çok gazete köşe yazısının iletişim tarzına yakışacak bold kullanımı gibi ufak fazlalıklar okurun ilgisini dağıtıyor. (Editöryel örnek; internette yayınlanmış kanaat yazıları, örneğin ss. 499-504, bunları dahil etme kararının gözden geçirilmesi, özgül ağırlığı korumaya yardımcı olurdu). Kitabın grafik tasarımına, özellikle mizanpajına daha sıkı bir disiplin yakışırdı. Sayfa ve materyal ekonomisine yönelik yalınlaştırıcı önlemler, kolektif ve heterojen materyali daha sıkı şekilde bir araya getirir. Fon rengini çeşitlemek yerine yazı tipini farklılaştırmak, her sayfada tekrar eden işaretleyicileri kaldırıp albeniyi azaltmak, metinlerin başlangıç ve sonunu daha iyi vurgulamak, çok sütunlu metin düzenini titizlikle gözetmek, nihayet, temel mizanpajı toparlamak (orphan/widow, tireleme, vb.), akışta önemli adımlardır. Bunlar kaba hesapla üç formalık (elli sayfalık) bir ekonomi; yanı sıra kitap tasarım kalitesinde iyileşmeyi garantilerdi. Kitabın ebadının zengin olanaklarından daha iyi faydalanılmalıydı; bu yapılırsa farklı metinler aynı sayfada birlikte sorunsuzca akabilir, istenen çoğulcu atmosfer yakalanırken baskı maliyeti aşağı çekilmiş olur, kurumsal kimlik daha bir oturur ve güven duygusu artar, kitabın radikal ve ayık karakteri perçinlenir. Birçok çalışma grubunun faaliyetlerinin temalar halinde ele alındığı Ortak Akıl Antakya’nın bu ilk toplu üretimi, sekiz sorun başlığının genişçe ele alınmasının ardından, stratejik plan bölümünde yapılması gerekenleri çerçeveliyor. Son bölüm depremden kısa süre sonra Antakya’da yapılan çalıştayların metin çözümlemelerine yer vererek canlı, sahici, dolaysız bir kesit sunuyor.

İlk sorun alanı Hafıza, depremden önceki şehri, uzak geçmişi, Antakya’nın tarihsel gelişimini ve depremi ele alır. Kamu başlığı altında 18 ayda devletin yaptıklarını ve yapmadıklarını dökerken dünyanın afete uğramış kentlerinden örnekler derler. Üçüncü başlık Toplum’dur; demografi ve toplumsal koşulları inceler. Afet sonrası eğitim, sağlık, spor, kültür ve rekreasyon gibi başlıklara eğilir. Dördüncüsü Ekonomi’dir ve depremden öncesiyle sonrasını, hasarı, neler yapılabileceğini tartışır. Beşincisi Ulaşım’dır ve burada lojistik sorunlar, toplu ulaşım ve alternatifler masaya yatırılır. Altıncı başlık Ekoloji’dir; Asi nehri havzası ve Amanos dağlarındaki yetmiş yıllık tahribat ele alınır; moloz depoları, taş ocakları ve yeniden inşa süreci belgelenip tartışılır. Yedinci başlık olan Mekân’ın altında Antakya’nın yüz yılı ve alt bölge tanımları ele alınır; unutulmuş başarılı uygulamalara değinilir. Son başlık Miras yapı sanatını, mutfak kültürünü ve yok olan üretim kollarını gözler önüne serer.

İlhan Tekeli ve Açık Plan Savunusu

Tekeli’nin kapalı ve merkeziyetçi kentsel planlama yerine önerdiği kavram, kitapta ayrı basım fasikül halinde kitabın sayfalarına eklemleniyor, kitabın sonuç bölümünde okur bu kez makalenin tamamını okuyabiliyor. Türkiye’de kırılamayan yıkım döngüsü ve imar düzeninin iflası en güncel ve yakıcı sorunların başında geliyor çünkü İstanbul depremini doğrudan ilgilendiriyor. Türkiye’nin siyasal kültürü, iktisadi ve kurumsal düzeni ve imar süreçlerinde kişilerin davranışları Tekeli’nin saptadığı başlıca açmazlar. Kapalı plan, merkezi karar ve komuta sistemi ile ortaya çıkarken açık plan katılımcı ve esnek bir kent planıdır. Tekeli, karar süreçlerinin aşamalara dağıtılması, esnekleşme, plan kademeleri arasında geçişler, alt ölçekteki parçaların aktörlere dağıtılması gibi temel noktalara dikkat çekiyor. Ortak Akıl Antakya Platformu’ndan bir grup aktivist, plancı ve mimar, açık plan önerisini temel alan yirmi aylık bir çalışma gerçekleştirir. Kitabın sonuç bölümünde ortaya konan stratejik plan, kamu idaresine asli görevlerini hatırlatan yakıcı tartışmalar başlatmaktadır.

Tekeli, Mart 2023’te kaleme aldığı açık plan metninde kutuplaştırma siyaseti, tepki yorgunluğu, öğrenilmiş çaresizlik, kayırmacılık, kandırmacılık gibi olgular üzerinden Türkiye’de kamusal alandaki sürekli demokrasi açığını öne çıkarır. Teknokrasi ve popülizm arasında sıkışan temsili demokrasinin dönüşümü için olmazsa olmaz katılımcı demokrasinin pasif yurttaşlıktan aktif yurttaşlığa geçişi gereksindiğine dikkat çeker. Değişim korkusundan kurtulmakla parçalanmamış bir komüniteye kavuşulacağını ve toplum duygusunun yeniden oluşabileceğini dile getirir. Geriye hapsedilen kimlik yerine prospektif kimliği, bürokrasi yerine kamusal alan tartışmalarını önerir. Tekeli kapitalist büyüme modelinin eşitsizlikleri beslediğini, liberal toprak mülkiyetinde miras yoluyla eşitsizliğin nesilden nesile aktarıldığını belirtir. Kent rantı toprak sahibinde kalarak haksız kazanca kapı açar. Toprak spekülasyonu bina yapımını zorlaştırarak kente gereken yapıların ortaya çıkışını geciktirir. Bu, kentlinin kent toprağıyla ikiyüzlü, ahlaksız ilişkisidir. Şu dört yöntemle haksız kazanç önlenebilir Tekeli’ye göre: İlkin, miras yoluyla geçen toprakların adilce vergilendirilmesi sağlanmalıdır. İkincisi, kent toprakları haksız kazanca karşı vergilendirilmelidir. Üçüncüsü, yerel yönetimlerin toprağı olmalı; onlar bu toprakları satmamalı ve yerel yönetimlerin bunlara uzun süreli yatırım hakkı olmalıdır. Dördüncüsü, iktidar modeline uyan birey atomcu olmaktan çıkarılıp oydaşma yoluyla ilişkisel bireye dönüşmelidir.

Tekeli, şu dört birey davranışının en büyük sorunları yarattığını söyler: İlki mülk sahiplerinin imar hakkına razı olmamasıdır. İkincisi, kendi hakkını arttırmak için sürekli siyasal girişim içinde bulunmasıdır. Üçüncüsü, kendini kural dışında tutmak istemesidir. Dördüncüsü de kendine ayrıcalık istemesidir. Bunlara şu önlemler alınmalıdır: İmar planı işleri şeffaflaştırılmalı, rant oluşumu yerini değiştirme kararlarına bırakmalı ve topluma açık olmalı, kenti ve kentsel yaşamı konuşma kültürü gelişmeli, kamusal mekân canlanmalı, özel alana sıkışmışlıktan çıkılmalıdır.

Tekeli depremde en çok yap-satçıların binalarının yıkıldığına dikkat çeker. İmar daireleriyle sıkı fıkı müteahhitlerin, inşaat hakkını arttıranların, denetimlerden kaçanların hep bunlar olduklarının altını çizer. Geliştirmeciler [developer] ucuza büyük topraklar edinip büyük imar hakları elde eden, böylece çok yüksek kâra konan büyük müteahhitlerdir ve bu, siyasetin rant konisine eldiven gibi uyar. Kapalı plan Tekeli’ye göre hiyerarşik ve statiktir; kozmik düzen söyleminin parçasıdır ve ilahi düzen yutturmacasına da uygundur. Tekeli tarihsel bir değerlendirmeyle, modern planlamanın on dokuzuncu yüzyılda sanayi devriminin ardından sağlıksız işçi kentlerinin üretimi tehdit etmesiyle geliştirildiğini, modern rasyonalizmin sağlıklı çevreler, büyük altyapı yatırımları, geniş ve canlı kamu alanları oluşturmak için harita ve altyapı mühendisliklerinden yararlandığını söyler. İstanbul’da on dokuzuncu yüzyılda kentsel modernleşme, Avrupa’daki örneklerin aksine hijyen temelli değil yangınların sonucu olarak gelişmiştir Tekeli’ye göre ki bu haliyle bile günümüzün topyekûn silip atan aşırı müdahaleci kentçiliğinden, yerelliği ve kısmi oluşuyla çok daha iyi idi. Kapalı planın Türkiye’de yol açtığı sorunları ele alırken bu planın yapım aşamalarını şöyle kaydeder yazar: Önce elitist bir plancı vardır. Teknokrasi ve bürokrasi aktörleri, şeffaf olmayan bir plan uygulaması yapar. Bunu şeffaf olmayan siyasi bürokratik plan değişiklikleri izler. Yerel yönetimler plan uygulamasını yapı izni ve denetimi temelinde gerçekleştirir. Bu süreç yüksek rant düzeyine, hayat pahalılığına, haksız kazanca, gelir eşitsizliğine ve büyük arsa sahiplerinin emrivakilerine sebep olur. Plan sürecinin yirmi yıllık perspektife dayandırılması, hakların dondurulmasını temel alır. Bu sırada dünya da kent de büyük hızla gelişir ve yenilikler planı geçersiz kılabilir.

Açık planın özelliklerini Tekeli şöyle sıralar: Topluma emrivaki yapmaz, dışlayıcı değildir, katılımcıdır ve müzakere edilmiştir. Sürekli açık kalır, fırsat ve tehditleri değerlendirir, yeterli ve zamanında verilmiş kararlara dayanır. Kamusal alana önem verir, kent düzeyinde komünite duygusu ve adanmışlık üretir. Rant üretimini belli bir toprağa ait kılmaz, rantı şeffaf kararlarla belirler. Kamusal mekânda rahatlığı ve mutluluğu önceler; kenti yaşayanlarla birlikte üretme fikrine dayanır. Saygılı, coşkulu ve yaratıcı bir diyalog ortamını önceler. Tekeli kent planının iki temel işlevini şöyle açıklar: Kentsel arsa üretimi ve piyasada gayrimenkulün değer kaybetmesinin önlenmesi. Bu işlevleri eşitlik sağlayarak ve emrivaki binaların birbirine değer kaybettirmesini engelleyerek yerine getirir. Deprem politikaları gelir eşitsizliğiyle ve yoksulluk problemleriyle ilgilenmediğinde Tekeli’ye göre değişik gelir gruplarının taşıyabileceği çoklu çözümlerle ve mikro bölgelemelerle eşitsizlikler aşağı çekilebilir. Tekeli, deprem bölgelerinde betonarme ve tek tip bir yıkılmaz bina modeli dayatıldığında, bunun yüksek maliyetli ve kira krizi yaratan bir çözüm olduğunu, bunun yerine değişik maliyetlerde bina önerileri getirilebileceğini ifade eder. Bunun yanında: Her kent için ayrı imar yönetmelikleri gereklidir, her kente özgü tasarım rehberleri yönlendirici olmalıdır; eski kent kimliğine hapsolmayan, yeni kimlik üretebilen planlar yapılması gerekir ve nihayet, kamusal alanda faaliyet çeşitliliği sağlayan açık bir planlama yapılmalıdır.

Dehşet Verici Bilanço

Kamu başlığı altında şu rakamlar verilmiş: İlk üç ayda on bir deprem kentinden toplam üç milyon kişinin göç ettiği, Hatay’ın depremden önceki nüfusunun 1.700.000 olduğu, Haziran 2023’te yüz bin kişinin konteynerde yaşadığı, Hatay genelinde iki yüz bin kişinin konteynerde yaşadığı, resmi verilere göre yaklaşık 350.000 kişinin evsiz kaldığı, il genelinde yaklaşık yetmiş bin binanın yıkılacağı, depremden sonra 250.000 kişinin kendi barınma çözümünü ürettiği vurgulanmış (s. 95). Yine Kamu başlığı altında, 1999 depremlerinde iki-üç yıl sonra 48.000 TOKİ konutunun tamamlandığı, 2002’de bunların üçte birinin boş kaldığı, üçte birinin başkalarına kiraya verildiği; yani ancak üçte birlik bir başarıdan bahsedilebileceği hatırlatılmış (s. 139). Toplum başlığı altında, Hatay’ın gayri resmi iki milyonluk nüfusunun sekiz yüz bininin göç ettiği, ölü sayısının yaklaşık yirmi beş bin olduğu, tahmini 170 bin kişinin konteyner kentlerde, 45 bin kişinin bireysel olarak konteynerlerde, yani iki yüz binden fazla kişinin konteynerlerde yaşadığı belirtilmiş. 2023’te tüm bölgede yaklaşık sekiz yüz bin kişinin konteynerlerde yaşadığı, 1.600 okulun yarısına yakınının kullanılmaz hale geldiği vurgulanmış (s. 174). Ekonomi bölümünde 2023 verileriyle altyapıda, binalarda, makinelerde ve stoklarda bir buçuk trilyonluk hasar olduğu, sanayi sitelerinin (ayakkabıcılar, mobilyacılar, dericiler) OSB’de yüzde 95 oranında üretime devam ettiği, bunda zemin kadar çelik konstrüksiyonun payının büyük olduğu söylenmiş (s. 240). Ulaşım başlığı altında İskenderun-Bahçe yük treni demiryolu hattında hasarın iki milyarı bulduğu ifade edilmiş. Dört milyon yolcu kapasitesine göre yapılan Hatay havalimanının, on beş yılın sonunda ancak bir milyon kapasiteyi aşabildiği belirtilmiş. Hatay’da otobüs, minibüs, taksi ve dolmuşların sayısının 3.700 olduğu ve hiçbirinin belediyeye ait olmadığı söyleniyor. Çarpıcı bir kıyaslama olması bakımından: İstanbul’da toplam taşıt/belediye taşıtı sayısı oranı 13.000/4.000’dir. Hatay’da ekonomik ömrünü tamamlamış toplu taşım araç oranı yüzde 85’i bulmuştur (s. 312). Ekoloji başlığı altında, Amik’in 1950’lere kadar 300.000 dönümlük verimli bir göl alanı olduğu hatırlatılıyor (s. 339). Deprem enkazının üç milyon ton olduğu vurgulanıyor. Günde altı bin kamyon dolusu atığın şehirde yer değiştirdiği bilgisi veriliyor (s. 367). Toplam deprem enkazının 200 milyon ton olduğu da ekleniyor. 1999 depreminde bu 13 milyon tondur (s. 372). Yani 2023 depremleri, 1999’un 15-20 katı bir enkaz üretmiştir. Bu 200 milyon ton atık, Türkiye’nin tamamında birkaç yılda oluşan miktardan fazladır (s. 374). Çevreye uygulanan şiddetin boyutları böylece anlaşılır. Tüm molozun ağırlıkça yüzde 2’si metal, yüzde 60’ı geri kazanılabilir niteliktedir. Miras bölümünde Antakya’daki 9.500 yapıdan yüzde 10’unun hasarsız olduğu, kentsel sit alanında tescilli 300 yapıdan 200 kadarının ağır hasarlı, üçte birinin sağlam olduğu bildiriliyor (s.495).

Sarı Sayfalar: İlham Veren Örnekler

Sorun alanlarına dair karanlık manzaranın gözler önüne serildiği en koyu anlarda deniz feneri haline gelen örnekler kitabın aydınlık yüzünü temsil ediyor. Sözgelimi kamu başlığı altında, Hyogo eylem çerçevesi, Sendai afet riskini azaltma çerçevesi gibi stratejik metinler hatırlatılıyor. Yine kamu tartışılırken Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde 2012’deki depremden sonra yaşananlar ele alınmış: Merkezi hükümetin olağanüstü yetkilerle donatılan kurumuna ve onun aşırı yetkili bakanlarına rağmen hızlı iyileşme sağlanamadığı gözler önüne serilirken, Türkiye’deki sürecin yanlışlığına atıfta bulunulduğu açık. Devlet kurumları arasındaki koordinasyonun güçlü olması gerektiği; yerel idarenin ve katılımcıların kaldıraç etkisi yaptığı vurgulanıyor (s. 132). Kamuya dair ele alış içinde, 2011’de Japonya’nın sahil kenti Rikuzentakata’yı vuran on iki metrelik tsunami dalgalarının iki katlı tüm yapıları yuttuğu afet örnekleniyor: Üstelik altı metrelik dev bir dalga duvarına rağmen. Şehrin on yılda yenilendiği, görüşlerin, farklı seçeneklerin, karar alma yöntemlerinin, uygulama sorunlarının esas alındığı ve böylelikle başarının geldiği vurgulanıyor. Toplumsal problemler ele alınırken Şili’nin Valparaiso kentinde 2014’te inşa edilen FAV Pavilyonu mimari bakımdan inceleniyor. Çelik konstrüksiyonlu, kent merkezi için on beş günlüğüne inşa edilmiş strüktüre gece ve gündüz için ayrı ayrı konser, dinleti gibi işlevler yüklenmiştir; geceleri dev bir ışık unsuruna dönüşür. Benzerleri, Hatay’ı da canlandırabilir (s. 203). Yine toplumsal problemler ele alınırken Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde 2018’de inşa edilen Conezidade Enstalasyonu, kentsel direniş ve dayanışma mekânıdır. Sanat, spor, teknoloji, kültür ve eğitim programlarını da içeren bir festival alanına dönüşmüştür. Bulunduğu meydanı yeniden tanımlayan yerleştirme her boyuttan her programa uygundur. Yapı, etkinlik takvimiyle birlikte düşünülerek tasarlanmıştır. Ekonomi tartışmalarında 1960’ta inşa edilen Berlin Toptancı Hali Berliner Grossmarkt GMBH bir model önerisi olarak sunulur (ss. 261-2). Antakya’da Asi Nehri'ni kent mekânına daha iyi biçimde dahil edecek kıyı programları için 2012 tarihli River Space Design. Planning Strategies, Methods and Projects for Urban Rivers (Martin Prominski, Antje Stokman et al. Basel: Birkhauser) kitabından mimari diyagramlara geniş biçimde yer verilmesi de atlanmamalı (472). Miras bölümünün örnek vakası Floransa’da 1966’da yaşanan sel felaketi: Kurulan restorasyon enstitüsü o tarihte pek çok eserin kurtulmasını sağlamıştır; benzerinin Hatay’da da kurulması gerektiği vurgulanmış (s. 511).

Hafızadan Mirasa Sekiz Temel Sorun Alanı

Bu bölümde kitabın en geniş kısmından (yaklaşık 450 sayfadan) aldığım notları kapsamlı biçimde özetlemeye çalıştım. Bu özetin, daha önce Antakya üzerine çalışmamış herkes için panoramayı hızla çizebileceğini düşünüyorum. (Muhtemelen İstanbul ölçeğinde bu sekiz başlık, korkarım ki bir afetin ardından bunun gibi binlerce sayfalık bir toplama erişecektir.) Kendi payıma bu okuma, meselenin kapsamını anlamaya çalışmak bakımından epeyce öğretici oldu. İlk ana sorun alanı "Hafıza"dır. Ortak Akıl Antakya platformu Aralık 2023’te dernekleşip bağımsız bir platforma dönüşerek deprem kültürünün inşasına girişir. Dernek bir tartışma belgesi, bir referans çerçevesi ve çıkış stratejisi ortaya koyar; proje değil, tanımlı problemlere yönelik seçenekler üretmeyi önceler. Nitekim Ortak Akıl Antakya sınırlı bir alana ilişkin kısmi tartışmalar yapmayı amaçlar. Mekânsal referansların, kentsel manzaranın yitirilmesi gibi devasa bir sorun karşısında, üstelik de yerelde yetkisizleştirilme kıskacı altında bile bir örgütlenme modeli arayışındadır. Antakya’nın modeli, İstanbul’un devasa ölçeği karşısında yeni ipuçları ve çözüm şemaları üretme kapasitesi bakımından önemlidir. Ortak Akıl Antakya, klişelerden uzak bir kent arşivi kurmak, anma kültürünün ağırlığını üstlenecek mekânlar var etmek gibi hafıza problemlerine yaklaşır. Deprem mezarlığının bir anma mekânı olarak ele alınmasından konumunun değiştirilmesine ve yarışma açılmasına kadar seçenekleri değerlendirmiştir.

Kitapta "Kamu" sorun alanı içinde birçok konu ele alınmıştır. Kamu için yeni kurumsal ve sosyal organizasyon modelleri oluşturma, veri şeffaflığıyla çalışan arşiv kurma, aşamalı saha müdahalesi stratejisi arayışları, kentliye destek modelleri ve kolay uygulanabilir, takip edilebilir standartlarla hareket etme, kamu tartışmalarının ilk önemli uğrakları arasındadır. İmar düzenine bir alternatif geliştirilmesi gerektiği, yaşanabilir şehrin kurulamamasının sancılarının çekildiği, kentin elli yıldır bütüncül bir idari yapıya sahip olamadığı ve kamuda bu bölünmüşlüğün temel bir sorun olmaya devam ettiği vurgulanır. Arsuz’da Nisan 2023’ten itibaren, beş yıl süreli geçici yapı izniyle, resmi kurum onayı gerektirmeyen bir yapı yapma izni verildiği, beş yılın sonunda bu “depremkondu”ların kentin kalıcı dokusunu oluşturma tehlikesi içerdiği dile getirilen başlıca kaygılardan biridir. Depremden sonra çevre yolu etrafında başlayan konut, ticaret ve yönetim programlarının, şayet kalıcı hale gelirlerse, Hatay’ın gelecekteki master planına darbe indireceği de ana kaygılar arasındadır. Master planın oluşumunda kamu kurumlarıyla sivil toplum örgütleri arasında bütünlüklü bir iş birliği kurulmasının yollarını araştırmak gerektiği dile getirilir. Öte yandan, sağlıklı bir kamu işleyişi için, periyodik saha gözlem raporları oluşturulması gerekeceği, böylelikle deprem sonrası dinamiklerinin ve uzun erimli hedeflerin görünür hale geleceği vurgulanır (s. 95). Hatay’da sağlık, eğitim, sosyal donatı, altyapı ve ulaşıma yatırım konularında inşaat programına dair finansman modelinin eksikliğinin büyük bir problem olduğu da öne çıkan uyarılardan biridir. Ekonomi cephesinde ise, üretim tesislerinde ve işgücündeki hasarların, diğer kayıpların karşısında yerel üretim güçlerini destekleyecek bütünleşik bir stratejinin eksikliği de önemli bir zayıflık olarak değerlendirilmiştir. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) bakımından Hatay’da yerel koordinasyon ve planlama ofisleri yoluyla açık kaynaklı bir ofisin kurulmasının gereğine işaret edilir. Tekil çözüm önerileri geliştirilebilmesinin bir yolu, üst düzey bürokratlara gerek bırakmayan, yerelde özerk ve yetkili planlama ofislerinin kurulmasıdır (s. 97). Asi Nehri'nin batısında oluşturulacak bir pilot bölgenin Asi çevresinde yeşil koridorlarla makro ölçekli iyileştirmenin başlatıcısı olabileceği değerlendirilir.

Kamu alanındaki bir başka başlık da mülkiyet ve hukuku ilgilendiren rezerv alan sorunudur. Pilot bölge sınırlarının tanımlanmasındaki problemler aşılmamıştır. Sınırlı kaynağın yanlış bir başlangıca harcandığına dair uyarılar vardır. Hausmann’cı bir kontrolcülüğü andıran, aceleci yıkımların yol açtığı travmalar yaşanmaktadır. Şehirde yaşayanlara tercih hakkı tanımayan bir planlama anlayışının problemlerine dikkat çekilmektedir. Çözümün kooperatif seçenekleri üretilmesinde yattığı, müzakereler tamamlanmadan mimari tasarım yapılmaması gerektiği de öne çıkan uyarılar arasındadır (s. 101). Nitekim, sıfırdan kurulan bir bölgede depremden önceki stratejilerin kullanılmasının buyurganlık haline geldiği eleştirileri getirilmiştir. Mimarın değil şehirlinin öncelikli olması gerektiği ancak bunun tersinin yapıldığı, Hatay’da “bir bölgeye bir mimar” atayan müdahale ölçeğinin yanlış bir tercih olduğu ortadadır (s. 101). Rezerv alana dair de birçok tartışma vardır: Dahil edilen mahallelerde mülk sahipleri paylarına düşenin adil olmayacağı konusunda endişelidir (s. 103). Riskli alanda bulunan, kentsel dönüşümde kaybedilmemiş nitelikli modern dönem yapılarının koruma altına alınmaması da önemli bir kayba işaret etmektedir (s. 106).

Kamu alanı yasalarca ve aşırı yetkili otorite tarafından kuşatılmıştır; merkezi yönetime geniş yetkiler veren yasalar, bir açmaz yaratmaktadır. Sözgelimi, rezerv alanda binası olmayıp sadece arsası bulunanlar, artan kalırsa binalarda yer talep edebilir yahut arsasının bağımsız değerleme şirketince değeri belirlenip ödenir, denmektedir. Bu bir tür el koyma gibi görülmüştür. Keza kurayla konut dağıtımının eski komşuluk ilişkilerini imkânsız hale getirdiği belirlenmiştir. Merkezde yaşayanların uzayan inşa süreleri nedeniyle şehir dışına gitmesiyle gelişen sürecin sonunda nüfusun ne kadarının aynı yere döneceğine dair belirsizlik ayrı bir kentsel kaygı konusudur. Merkezi otoritenin, mevcut yapılardan ayakta kalıp hasarsız olanların yıkımına karar verilmesini kolaylaştıran, korumayı değil yıkımı önceleyen geniş yetkileri de kamusal tartışmaların odağındadır. Bu, depremde ayakta kalmayı başarmış bir binanın cezalandırılması gibi ironik bir içerik barındırmaktadır (s 116). Şehirlere özgü yasaların olmayışı, katmanlı sorunlara tek tip imar uygulamalarıyla yaklaşılması; otoritenin imar müdahalelerinin gitgide kapsamını ve şiddetini arttırması; giderek, olağanüstü hal koşullarının süreklilik kazanması kamu alanının temel açmazlarıdır (s. 120). Kamu alanındaki bir başka problem de risk odaklı dönüşümün finansman yapısındaki sosyo ekonomik eşitsizliklerdir. Sosyal eşitliğe karşı merkezi yönetimin rant odaklı stratejileri temel sorun olmayı sürdürmektedir (s. 121). Risk odaklı kentsel dönüşüm, bir risk azaltma stratejisi olarak başlasa da afet sonrası bir yeniden-yapılanma aracına dönüştüğünden bundan merkezi yönetimin güçlenmesinden başka bir sonuç elde edilmemektedir (s. 121). 2020’deki Elazığ depreminden sonra olanlara bakıldığında bu kamu yaklaşımının yanlışlığı gözler önüne serilmektedir: Deprem, kent merkezinin boşalmasına yol açmış, merkezdeki arazilere yeni bina yapılamaması nedeniyle kentliler yerlerini satmaya başlamıştır. Öte yandan merkezde kat hakkını arttırma çabaları uyumsuz yapıların çoğalmasıyla sonuçlanınca kent merkez yeterince canlanamadan kalmıştır (s. 123). TOKİ’lerde sosyal yaşamın oluşmadığı zaten herkesin bildiği bir şeydir. Keza şeffaflık eksikliği, yerel ihtiyaçların gözardı edilmesi ve verimsiz arazi kullanımı gibi başka kamusal problemler de vardır. Afet sonrası iyileşme için, dağılan sosyal ve mekânsal referansların tamiri en temel çarelerden biridir (s. 127). Kamusal problemlerin bir başka yüzünü de deprem için üretilen projelerin sönüklüğü, mimari derinliksizliği oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük konut üretiminin neden bunca denetimsiz ve yetersiz biçimde yapıldığı sorusu cevap beklemektedir (s. 141).

Kamu alanının büyük güçlüklerinden birini de dizginlerinden boşanmış imar süreçleri (s. 143) tayin etmiş durumdadır. Dev bir kaynağın verimsizce harcanması ve dar bir çevreye sıkışmış bir üretim şekli (s. 143) kalıcı sorunların kaynağıdır. Yine dev kaynakların sorumsuzca israfında toplumun hiçbir şekilde engelleyici rol oynayamaması (s. 144) sorunun diğer yüzünü oluşturmaktadır. Hayatını kaybedenlere karşı hayatta kalanların sorumluluğunu çizen ilke itaat midir, durup düşünmek midir; sanat ve marifet sergilemek midir, süreç kurup arşiv oluşturmak mı (s. 144)? Bu tartışmanın genişletilmesi gerekir.

Kitaptaki üçüncü sorun alanı "Toplum" çevresinde belirlenmiş. Evsizliğin vahameti ilk öne çıkan başlıktır: Konteynerlerde kaç kişinin yaşadığının açık kaynaklarda paylaşılmaması bu alandaki sisin devam etmesine yol açmaktadır (s. 161). Az hasar alarak depremi atlatan, çelik megastrüktür ve çekmece mantığıyla üretilmiş, Emre Arolat EAA tarafından tasarlanan, 2014’te tamamlanan fütüristik Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi ve Otel bileşiği, zemine dair radikal ve yaratıcı mühendislik yaklaşımıyla dünyada eşsiz bir örnektir. Hatay’daki toplumsal hayat, bu örnek temelinde üreyebilse ve yapıların her biri bu ayarda yapılabilse, bu yeni ölçüt dünyada öncü bir kent yaratabilir. Klişelerden uzak bir toplumsal temel oluşturulmasının gereğine dikkat çekilirken verilen örnek önemlidir: 2012 olimpiyatları Londra’nın toplumsal yaşantısını olumsuz biçimde etkilemiştir: Şehrin alçakgönüllü mekânları keşfedilip mutenalaştıkça, “hızlı güzelleşme” çok ziyaret edilen ama yaşamayan yerlere yol açmış, yerlerin altını oymuş, içini boşaltmıştır. Aynı şeylerin Hatay’da tekrarlanmaması için klişelere, sloganlara yaslanan turistik bir toplumsal perspektiften uzak durulmalıdır. Geleneksel festivallerin sürdürülmesinin olumlu etkileri bulunduğu vurgulanmıştır (s. 201). Bu bağlamda 5-14 Temmuz tarihlerinde yapılan, bereket tanrısı Tammus’a adanmış Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali önemlidir; İÖ 2.000-3.000’e kadar giden Sümer kökenli Tammus mitine atıfta bulunan eşsiz bir şenliktir (s. 209).

Toplumsal hayatın kalbinde yer alan yürüme rotaları, coğrafi işaretler, ortak yemek kültürleri; hamam ve kent ziyaretleri, gastronomi turizmi ve iyileştirici festivallerin gücüne kitapta dikkat çekilir (s. 211). Hatay Expo yapısının tıbbi aromatik bitkilerin potansiyel katma değerine yönelik olmakla beraber, bir yapay park ve bina yığınına dönüştüğü, bunun yerine Fransa ve İtalya örneklerine benzer bir yeniden ele alışın gerekli olduğu eleştirisi önemlidir. Amanos Dağı eteklerinin benzersiz florasının bu bağlamda toplumsal değerine dikkat çekilmektedir (s. 212). Fotoğraf sanatçısı ve aktivist Murat Germen’in Antakya’da gerçekleştirdiği bir atölyede öne çıkan izlenimler çarpıcıdır: Sokak, meydan, arboretum benzeri boşlukları korumak için önlem almak, Diyarbakır Sur’daki yıkım sonrası oluşumları Hatay’da önlemek; soylulaştırmaya, mülksüzleştirmeye direniş göstermek izlenmesi gereken yoldur. “Üvey evlat bile değiliz” cümlesi atölyenin saha gözlemlerinden biridir. Depremden sonra dağ eviyle barışan anne vakası, toplumun mekânla ilişkisinde bir eşiğe işaret etmesi bakımından önemlidir (s. 217). Evi düşük kalitede ve dağ tarafında olanlar, daha iyi yerde ve kalitede olanların yerle bir olduğunu görünce, eski ve beğenmedikleri evleriyle barışır, böylece konut beklentileri değişir. Germen, uçsuz boşlukların, paravanlarla çevrili şantiye alanlarının, tozlu rüzgârların ardında vinç tarlalarının, dağın yamaçlarında geniş yaralar açan taş ocaklarının panoramayı kapladığını gözlemler (s. 218). Kentin Asi Nehri'ne sırtını dönmediği, nehir kotuna da inen yeni kamusal kent parçalarının oluşturulması acil bir mekânsal gereksinim olarak öne çıkmaktadır. Mahalle ölçeğinde spor yapılarına talebin yoğunluğu dikkate alınması gereken bir olgudur zira tüm kentsel unsurların yok olduğu bir yerde hareket ve motivasyon için sporun psikososyal işlevi yaşamsal önemdedir.

Dördüncü sorun başlığı "Ekonomi"dir. Sözgelimi Hatay sarısı denen özel ipekböcekçiliği ne olacaktır? Sarı ipekböceği kelebeği, kozadan çıktıktan sonra ipeği alınır, canlılara zarar vermeyen ve kadın emeğine dayanan bu yüksek nitelikli ürün ile toplam iyileşme arasında ekonomik bir bağ kurulduğu açıktır (s. 258). Antakya’nın kadın kooperatifleri, ahşap evden dikiş ve gıda üretimine geniş bir alanda dinamo işlevi görmektedir. Doğrusu Antakya’nın Yeni Babil’i feodal, sekter, yobaz, erkek egemen değil, kadınların kurucu olduğu bir ekonomiye sahip olabilir. Bu tür emek ağlarının bir ekonomik ve sosyal güce dönüşmesi önemlidir (s. 267). Samandağ Gastronomi Köyü türü kırsal hamlelerin ülkeye yayılması ve kadın emeğinin evrenselleşip ekonomik ayrıcalık ve yaygınlık kazanması da önemsenmelidir (s. 270). Bu tür üretim mekânlarına Ar-Ge laboratuvarı eklenmesini sağlayarak, üreten ailelerin üniversite çağındaki gençlerinin yerel ürünlerin düzeyini arttırmaya katkıda bulunması da düşünülebilir. İstihdam, kalite, aile işinin kökleşmesi, tersine göç modelleri yaratabilir. Yardımlaşma, çalışmayla gelen yaşam motivasyonu da toplumsal iyileşmenin adımlarıdır.

Aylin Sayek Beyazıt’ın turizme dair açılımları ekonomi bölümünde yer bulmuştur (ss. 281-2). Destinasyon pazarlaması, yeniden markalaşma, kırılgan miras etrafında somut ve soyut değerlerin küresel keşfi; gastro turizm, artisan gıda üreticilerini ziyaret, yemek dersleri, agro-turizm (tarım turizmi), hasat turizmi, ziyaretçilerin gönüllü olarak yeniden inşaya katıldıkları rejeneratif turizm, Antakya ekonomisine dair alanlara işaret etmektedir. Ekoloji, hüzün, arkeoloji, gastronomi ve dayanışma turizmleri Antakya için uygun modeller olarak gösterilmektedir (s. 285). Emel Gönenç’in Hüzün Turizmi başlığı altındaki ele alışı, etiğe uygun, saygılı, sömürücü olmayan, yerele katkı sağlayan, katılımcıların finanse ettiği bir iyileştirme olarak tanımlanmakta, bunun halka saygılı, trajediyi sömürmeyen bir turizm biçimi olarak kullanılabileceği dile getirilmektedir (ss. 283-4). Normallik duygusunun geri gelmesine katkısı göz ardı edilmemelidir. Auschwitz, Berlin Duvarı, Hiroşima gibi örnekler, dünyada geçerlidir ve Antakya bu hüzün coğrafyasının bir parçasıdır. Ekonomi tartışmalarındaki öneriler arasında ulaşım için elverişli bir yerde sektörel kooperatif merkezinin oluşturulması da yer bulmakta.

Beşinci problem alanına işaret eden "Ulaşım" başlığı altında birçok konu ele alınır. İskenderun Limanı'nın durumu bunlardan biridir. Liman Beyrut, Gazimağusa, Lazkiye ile deniz bağlantısı sağlayabilmektedir ama hasarlı olduğu için kullanılmaz haldedir. Karayolunun Belen Geçidi'ne sıkışması, buranın ağır vasıta yükü de düşünüldüğünde, temel ulaşım sorunudur. Depremde taşınanlar şehre gidip gelmede bu yolu kullanmak durumundadır (s. 297). Hatay Havalimanı bir başka önemli problemdir ve depremden sonra bir yıl kullanılamamıştır. Amik Gölü'nün kurutulmasının iyi bir çözüm olmadığını gösteren havalimanı sorunu, buranın göl kalmasını bir kez daha gündeme getirmiştir. Havalimanında deprem olmasa da çökmeler yaşanacağı, hasar göreceği, çünkü alüvyal zeminde bulunduğu uzmanlarca devamlı dile getirilmişti. Amik Gölü'nün Asi ve Karasu havzalarıyla bağlantılı olduğu için ekolojik varlığının önem taşıdığı bilinmektedir. 2012 ve 2019’da Hatay Havalimanı ve çevresi sel baskını yaşamıştır. Kaldı ki Antakya Havalimanı binasının detay, biçim ve malzeme bakımından kötü çözüldüğü de dile getirilmiştir (s. 303). İskenderun’a açılan Amanos Tüneli ve hızlı tren hattı ile havaalanına gerek kalmayabileceği, alternatif çözümün bu olabileceği de tartışılmaktadır. Beton bir pist ve bir iskele yapısının yeterli olacağı; küçük, iyi çalışan, sevimli bir havalimanı yapısının önemli olduğu, alternatif konumlar bulmanın müzakereyle mümkün olacağı dile getirilen hususlar arasındadır (s. 304). Antakya yol ağında rasyonel bir sadeleştirme ve doğru işlevlendirmenin gereği vurgulanmıştır (s. 307). Ana arterlerin Asi ile devamlı ilişkilenmesinin temel bir sorun olduğu; köprülerin güvenlik ve akış için başlıca sorun olduğu ifade edilmektedir (s. 308). Ulaşım alanında bütünleşik toplu taşıma yönetimi, tramvay ağı ve deniz ulaşımı kullanımını gerektirmektedir (s. 309). Antakya’da toplu taşıma araçlarında güncel yüksek standart bir aciliyettir (s. 309). Hane halkı harcamasında ulaşım yüzde 15’i geçtiğinde ulaşıma erişimin kısıtlandığı Dünya Bankası’nın verisidir (s. 311). Hatay’da bu yüzde 20’dir, yani sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Avrupa Birliği ortalama araç filosu yaşı altıyken, Antakya’da on beştir (s. 313). Hatay’da aynı hatta birçok farklı dolmuş şirketinin çalışması vahim bir ilkelliktir. Kooperatifler araç filolarının yenilenmesiyle ilgilenmezken Türkiye’de büyükşehir belediyeleri 2012-15 arasında filolarının yüzde 50’sini yenilemiştir. Depremden sonra Antakya’da seferler düzensiz ve az, mevcut seferler disiplinsizdir ve şoförlerin insafına kalmış haldedir. Erişimi olmayan yerlere çocukların bile otostopla gidip gelmeye çalışması büyük sorundur (ss. 313-8). Dolmuş son duraklarının merkezde olması kargaşa nedenidir. ELF tipi bisiklet-otomobil arası elektrikli şahsi taşıtların mikro mobilite açısından alternatif, hafif, ekonomik, çevreci çözümler olabileceğine dikkat çekilmiştir (s. 322). Yayadan mikro mobiliteye, raylı sistemlerden tünellere, ulaşım ağı entegrasyonu ve hiyerarşisinin kurulması gerekmektedir (s. 325).

Altıncı başlık olan "Ekoloji" altındaki tartışmalara gelince: 1920’lerin sonlarında sıtma nedeniyle başlatılan Amik Gölü'nü kurutma çalışmalarına (s. 334) düşük teknolojili su ıslah sistemleri, sağlık sorunları, tarımda kayıplar (s. 335) gerekçe gösterilmiş olsa da, bu sorunların ortadan kaldırılamadığı gözlenmektedir. 1960’larda tamamlanan bataklık kurutmalarına karşın en az yarım yüzyıldır su baskınlarının sürmesi, konunun karmaşıklığını göstermektedir. Dünyada 1990’lardan itibaren sulak alanların kurutulması yasaklanmıştır (s. 337). 1970’lerde gölün kalan yarısının da kurutulması yarar getirmemiştir çünkü bunlar verimsiz alanlardır (s. 339). Gölün kurutulması hayvancılığa darbe vurur; kıyıdaki mevsimsel çekilmelerle biten verimli otları yiyen ineklerin beslenememesine yola açar. Ayrıca toprağın verimi düşer ve yeraltı su seviyesi aşağılara çekilerek birçok ürünün yetişmesi maliyetli hale gelir (s. 339). Sazdan ev yapımı, balıkçılık ve kuş avcılığı ortadan kalktığından bunlardan dolayı ek zararlar oluşur (s. 340). Karasu, Muratpaşa, Afrin çayları ovayı beslemiş, yeraltı sularını ve tarla verimini artırmıştı. Yani doğal bir verim rejimi oluşturuyordu. Kurutma yıllık yağışı da azaltmıştır. Göl dünyanın en zengin ördek alanlarındandı ve avcılık açısından çok zengindi (s. 341). Kontrollü avcılıkla döviz geliri ve balıkçılık geliri büyük olabilirdi. National Geographic dergisine göre dünyanın kurutulmaması gereken beş gölünden biri olarak gösterilen Amik hariç, dördü yeniden oluşmuş haldedir (s. 342). Ahinga Rula’nın (Yılanboyun Kuşu'nun) Asya’daki vatanı Amik’tir. Hasan Karaca, yerel terminolojiden örnekler getirmektedir. Sözgelimi aynız, gölde sazlıksız alanlara verilen isimdir. Bük, bol sazlıklı göl demektir (s. 344). Karaca’ya göre 1958’de kurulmaya başlanmadan önce, Amik Gölü yazın yatağına çekilir ve üçe bölünürdü; büyük parçasına Deniz denirdi. Bu gölün suyu köylülerce içme suyu olarak kullanılırdı (s. 345). 1953’te Amik taşıp Aktaş Köyü'nü bastığında, bu yıla tof senesi denmiştir. Çakalyalağı denen bitki, bir-bir buçuk metre boyunda, düz çubuklu görünümlü, kökü yakacak olarak kullanılan, ılgın ağaçlarının yakınında yetişen bir endemiktir. Huğ evleri Antakya’da Amik Gölü çevresinde inşa edilen sazdan evlerdi. Pat kamışı, huğ evlerinin iskeletinde kullanılan, kalın, kesmek yerine kökünden kırılarak (pat sesiyle) toplanan kamıştı. Ban, temmuz başından ekim ayına kadar hayvanların kıyıdaki verimli otlaklarda geçirdikleri süreye verilen addı (Karaca’nın aktarımları). Ekoloji bahsinde bir kez daha havaalanına dair tartışmalar gündeme gelmektedir çünkü kurutulan Amik Gölü'nün taşkın risk indeksinde kırmızıyla görülen en riskli alanında havaalanı inşa edilmiştir (s. 349). Samandağ sahilinin lagün ağzındaki doğal kum setinin 1960-1990 yılları arasında kum ocağı olarak işletilip ekolojisinin mahvedildiğine de değinilmektedir (s. 366). Mileyha (tuzlu alan) ile deniz arasının bağının kopması da cabasıdır. Enkaza dair ekoloji sorunları da devasa boyutlardadır. Enkaz, dünyadaki örneklere kıyasla çok daha hızlı kaldırılmıştır ve bu övünülecek bir şey değildir çünkü geri dönüşüm aynı hızda yapılmamıştır (s. 373). Kısacası Antakya’da yeni şantiyelerin bir an önce kurulması için her yer dümdüz edilmiştir. Son olarak, ekoloji bahsinde, Antakya’da açılan taş ocakları için model olabileceği umuduyla, ömrünü tamamlamış bir kuvarsit ocağının yeniden ele alınmasına dair başarılı bir örnek olan Pendik Millet Bahçesi'ne dikkat çekilmiştir (ss. 3934).

Yedinci başlık “Mekân”ın altında şu sorunlar ele alınır: Antakya’da kentsel mekân, yüzyıllar boyunca tarihsel çekirdeği Habibineccar Dağı ve Asi Nehri arasında, avlulu, sıkışık dokulu bir yapıdaydı (s. 401). 1918-1938 arası Fransız egemenliği döneminde şehir plancısı René Danger’in yaptığı ve uyguladığı kolonici planlama, tepkiyle karşılanmamıştır (s. 404). Antakya’nın 2012’den önce onlarca belde belediyesi vardır ve Hatay, Büyükşehir olmadan önce, bütünlüklü kararlar alınamaz hale gelmiş bir şehir görünümdedir (s. 409). Günümüzde doksan yıllık planlama birikiminin bir kenara bırakılıp stratejik hedeflere uyulmamasının, gündelik ihtiyaçların öne çıkmasının, akılcılığın yerini popülizm ve oportünizme bırakmasının tüm Türkiye’de olduğu gibi Hatay’da da büyük bir sorun olduğunun altı çizilmektedir (s. 412). Günümüzde master plan Antakya’yı on iki alana bölmektedir: Asi ve Avanos arasında başka başka niteliklere sahip alanlar tanımlanmaktadır (s. 415). Tuğçe Tezer’in 2019 tarihli, Yerleşme Tarihi Çalışmaları için bir Çerçeve: Antakya Örneği başlıklı doktora tezi (MSGSÜ, Şehir Bölge Planlama), şehrin on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kuzey ve kuzeybatı eksenindeki yayılımını göstermektedir (s. 416). Enkaz kaldırmanın kentsel peyzaj ve doku ayrımı gözetmeksizin hızla yapılmış olmasının, güncel bir arkeoloji gibi uzun süreli ve özenli olmamasının geri dönülmez sonuçları bulunmaktadır (s. 425). Şu güncel veri dikkat çekicidir: 2024 yazında Hatay’da 200 bin konteyner tahsisi vardır (s. 444). Bunca yapı arasında iyi mimari örnekler az sayıdadır: Tayvan Reyhanlı Çarşı, 2020’de Suriyeli sığınmacılar için örnek bir yerleşim olarak Bilkent Üniversitesi ve Tayvan ortaklığında inşa edilmiş ödüllü bir yapıdır (ss. 453-4). En kaliteli örneklerin başında gelen İBB Hatay Geçici Yaşam Merkezi, Kiptaş ve PDG mimarlarca tasarlanıp inşa edilmiş bir konteyner kent uygulamasıdır (ss. 461-8). Asi nehri boyunca su rejimine uyumlu değişken kesit mantığına göre tasarımlar yapılması önerilirken, sabit yaklaşımlarla ve DSİ’nin statik ıslah mantığıyla hareket etmek yerine, mekânsallığı öncelemenin toplam iyileşme için taşıdığı önemin altı çizilmektedir (s. 474). Leibniz Üniversitesi öğrencilerinin Antakya için "Yapı Akademisi" önerisi, kullanıcıların iç bölüntüleri ve cepheleri kendi kendilerine inşa edebildiği bir mimari gelişim modeli sunmaktadır (ss. 475-8). Tasarım, iç mekânlar ve cephe seçenekleri arasından kombinler yapma şansı tanımaktadır. Dikkat çekici bir sivil mimarlık hedefi önerisi, kooperatif modeliyle inşaya dairdir; yapı akademisi yoluyla yerel işgücünün ve mimarinin oluşumu hedeflenir (s. 488). Mekân başlığı altındaki son önemli kıyaslama, on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’una dairdir: Tarihi Yarımada’nın yeniden şekillenmesine neden olan iki büyük yangından sonraki yeniden inşa süreçlerinde planlamanın uygulamaya dökülmesinde merkeziyetçi olmayan, yerel ölçekte kalan uygulamalardan söz edilmektedir. Bu tür kısmi pratiklerin şimdiki aşırı güçlü, ezici yöntemlerle kıyaslandığında çok daha insancıl kaldığı rahatlıkla söylenebilir (s. 481). Böylece İstanbul’da Tarihi Yarımada’da yerel üretim ve barınma ekonomisi, yine kendi ölçeğinde ve formunda kalarak varlığını koruyabilmişti (s. 482).

Sekizinci ve son sorun başlığı “Miras”ın altında, şunlar öne çıkmaktadır: Antakya’da tarihi kent merkezinde az hasarlı yapılar genelde doğu ve güneydoğu hattındadır. Asi’ye komşu ve iç kesimlerin tamamı hasarlıdır (s. 496). Kentin en önemli anıtsal yapıları yakın dönemde restore edilenler dahil, ağır hasarlıdır (s. 498). Koruma imar planında önerilen yeni ticari ve turizm fonksiyonlarının dokuyu bozacağı, yüzeyselleştireceği endişeleri önemlidir (s. 513). Mirasa dair kararların kent meclisi, aşamalı planlama, müzakere gibi yöntem ve organlarla alınması gerektiği ifade edilmektedir (s. 518). Kapsamlı yıkımla beraber görünür hale gelen önceki arkeolojik katmanlara da değinilmekte ve başlı başına dehşet verici bir mekânsal gerçeklik üzerine mimari kentsel öneriler üretilmeye çalışılmaktadır ki bu konuda Nevzat Sayın’ın tümel arkeopark önerisi öne çıkmaktadır (s. 519). Ancak bu tür önerilerin sürdürülebilirliği de tartışmalıdır. Yeniden inşa sürecinin bir yandan kenti yaşatma, bir yandan da artan turizm baskısını dengeleme gibi bir gerilim taşıdığı vurgulanmaktadır (s. 520). Avlulu bir evin sonradan referans olabilecekken yıkılmadan kalan parçalarının hoyratça ortadan kaldırıldığına dair örnek yürütülen hatalı faaliyetlere dair çarpıcı bir delildir (s. 525). Gentrifikasyon ve geçmişin dekorlaşması endişesi de miras bölümünün tartışma izleklerindendir (s. 525). Yeniden inşanın uluslararası tüzüklerde başvurulacak son yöntem denerek olumsuzlandığına da dikkat çekilmiştir (s. 526). Yeni olanın ayırt edilecek şekilde inşası koşulunun uluslararası koruma anlayışında güncel tutulduğu, oysaki Türkiye’de bunun tepetaklak edildiği, taklidin yasal zorunluk haline getirildiği tartışılmıştır ki bu, uluslararası bağlamla uyuşmazlığın önemli bir göstergesidir (s. 526). Gastronomi mirası konusunda, son derece nüanslı olan yemeklerin sağlıklı bir envanterini oluşturmaya öncelik verilmesi gerektiği söylenmiştir (s. 537).

Stratejik İyileşme Planı

Antakya’yı yedi bölgeye ayırıp yerleşim bölgelemesini net biçimde ortaya koyan büyük ölçekli kroki, deprem sonrası için temel alınabilecek somut, öncü bir belge olarak önemlidir (ss. 579-80). Planlama hiyerarşisine göre bölge ölçeğinde bölge planı, ilde çevre düzeni planı, ilçede stratejik master plan, yerleşim alanında mekânsal master plan ve koruma alanında koruma amaçlı imar planının geçerli olduğu ortaya konmuştur (ss. 588-96) Planlama stratejilerini özetleyen sayfalar, stratejik mekânsal ve sosyal gelişimi ele alan genel ilkeleri vermektedir (ss. 593-4). Ekonomik strateji altında altı ana hedef açık ve somut biçimde gösterilmiş, harita üzerinde konumlanmıştır; bunları birbirine bağlayan kitaptaki en önemli bölümlerden biridir. Sadeliği ve uygulanabilir görünen enerjik karakteriyle motive edicidir (ss. 595-604). Yapılaşma stratejisi altında Bütüncül Stratejik Bakış’ın diyagramı (ss. 649-50), yapı ölçeğinden kent ölçeğine, mikrodan makroya yaratıcı bir dairesel anlatım getirmektedir. Kitabın sonunda İlhan Tekeli’nin Açık Kent Planı Nasıl Yapılır? (ss. 661-72) başlıklı metninin tamamına yer verilmiştir.

Şifahi Etkinliklerden Kesitler

Emre Arolat 23 Ağustos 2023 tarihli Ortak Akıl Antakya Çalıştayı’ndaki konuşmasında (s. 682), konteyner kentlerden sonra, uzun süreli geçici yaşama alanlarının planlanmasının, yani afet sürecinin üçüncü aşamasının önemine dikkat çekiyor. Arolat’ın sözünü ettiği, çadır kent ve konteyner kentlerden sonraki bu üçüncü aşamanın oluşturulması, mimari ve kentsel deneyim olanağı açısından önemli görünmekte; bu uzun süreli geçicilik olgusu kentin inşasından ayrı düşünülemez. Can Binan (s. 690) mevcut yasaların tekil yapıların rekonstrüksiyonuyla ilgili olduğunu, ancak toplu yıkıma açıklık getirilmediğini hatırlatarak bunun yerel dayanışma ve destekle çözülmesi gerektiğinin altını çizmektedir. 2039’un Hatay’ın ülkemize katılmasının yüzüncü yıldönümü olacağını hatırlatan Binan (s. 693), bu tarihin Antakya’nın yeniden inşası için sembolik önemine işaret etmektedir. Konuşmalarda, restorasyonla kazandırılsa bile yaşayanların yapım sürecine müdahil olamadıkları yerlerin, tıpkı Tarsus’ta olduğu gibi yeniden çöküntü bölgelerine dönüştüğüne dair bir uyarı da vardır (s. 705). Can Binan, Nevzat Sayın’ın arkeopark önerisine sıcak bakmayarak, müdahalelerle bozulmuş da olsa, mevcut tescilli yapıların dönem izlerinin önemli olduğunu ve yıkıp yok etmek yerine açıp dönem unsurlarına ulaşmak şeklinde bir korumacılığı savunmak gerektiğini söylemektedir (s. 706). Total bir arkeo-kent önerisinin idame ettirilemeyeceği, bunun yerine çeşitli yırtıklarla katmanların gösterilebileceği Binan’ın önerisidir (s. 708). Tartışmalarda, hasarsız binası olanların bile 2-3 yıl içinde yapılarını kullanacak hale gelemeyeceğine dikkat çekilmektedir (s. 707). Antakya’da kalanların kırsala çekildiği, jeoloji ilmi açısından kentin boşaltılması gerektiği ancak tarihsel ve sosyal olarak yaşamaya devam etmek isteyen bir nüfusun da bulunduğunun altı çizilmektedir (s. 708). Sağlık boyutuyla ilgili, depremden 10-20 yıl sonra, moloz taşınması sırasında yayılan, havadaki toksik maddelerin solunması nedeniyle kansere bağlı ölümün iki milyonu bulacağı ifadesi dehşet vericidir (s. 727). Moloz toplama alanlarının tarım alanlarında olması nedeniyle kimyasal toksik yükünün artacağı konusundaki uyarı da bir o kadar önemlidir (s. 727). Mevzuatta moloz döküm alanı diye bir tanımın olmadığı, moloz ayrıştırma tesisi kurulması gerektiği, moloz depolama diye bir olguya literatürde yer olmadığına dair uyarı dikkate değerdir (s. 728).

Sonuç: En Derin Diplerden

"Sklave, wer wird dich befreien?
Die in tiefster Tiefe stehen,
werden, Kamerad, dich sehen,
und sie werden hörn dein Schreien,
Sklaven werden dich befreien!

Einer steht für alle,
Alle steh für dich.
Einer kann sich da nicht retten.
Gewehre oder Ketten!
Einer steht für alle,
Alle stehn für dich.”

Bertold Brecht
  

İstanbul’un geleceğini şimdiden Antakya’da kurmaya başlamanın tam zamanı. Antakya, kurutulan Amik Gölü’nün ve havzasının suya kavuşarak yeniden canlandığı, geri kazanıldığı; bu olurken her tür yenilikçi mimari ve teknolojik deneyin başlangıç lokasyonu ilan edilmiş, ekolojik ve teknolojik kentlerin geleceğini simgeleyen bir merkez neden olamasın? Antakya en seçkin mimari uygulamaların, teknolojilerin —İstanbul’dan bile önce— kendine yer bulduğu bir deney sahası haline neden getirilemesin? Bu deneylerin rehberi, uygarlıkların arkeolojik katmanlarıysa; betonarme değil, İskenderun’daki demir çelik endüstrisinin lojistik imkânını değerlendiren hafif ve incelikli, iyi düşünülmüş, öncü çelik mimarlıklar yeni Antakya’yı adım adım kurabilir. Kitapta depremden sonra Antakya Organize Sanayi Bölgesi’nde ayakkabıcıların, mobilyacıların, dericilerin yüzde 95 oranında üretime devam ettiği belirtilmiş (s. 240). Benzer şekilde, Emre Arolat EAA Mimarlık tarafından tasarlanıp uzman bir çelik firmasınca iğneyle kuyu kazarcasına inşa edilen ve oldukça radikal bir mimari deney olan Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi ve Oteli kentte en az hasar alan yapılardan biridir. Bunlar Antakya’nın geleceği için sağlam kaldıraçlardır. Kadim bir kültüre hürmetin ve beraber bir gelecek inşa etmenin yolu neden bu olamasın? Uzlaşmaz görünen teknolojik ortamla yerel kültürün yaşamsallığı, kudreti, ruhu, yeni Antakya’da geleceğin Yeni Babil’ini kurabilir. Orada, bina kümelerini konduracakları yıkım topraklarını kişisel hünerleriyle işaretlemek ve çekecekleri imzalı çitlerle çevirmek için pusuda bekleyen, post-feodal bölüşümün cazibesine kapılmış mimarların gerici ve geri tutumu karşısında direnen bir halk hep olacaktır.

Antakya, depremde son kez yıkıldıktan iki buçuk yıl sonra, Türkiye toplumunun kalıcı şekilde gerçek bir ülke inşa etmeye dair en büyük özleminin ilk kenti ilan edilebilir, edilmeli. Türkiye’de “deprem konutu” yapmak için yürütülen yeni planlama, imar ve inşa faaliyeti, adından başlayarak —ki sıra gözetmeden, tozu dumana katar— acıları dindiren yaşanabilir kentsel çevreler kurma işi olmaktan çıkarak, vatandaşların sırtına depremin acılarını yaşam boyu yüklemeye devam edecek gri, soğuk, yaşamasız yerlerin kurulması işine dönmüştür nicedir: Depremin izlerini sileceği yerde —bu tepeden inme tutum kuralmış gibi— başarısız, acımasız yeni çevreler, kurtulmayı başaranların yaralarını vahşice kanatır durur. Nasıl ki, 1961’in üniversiter özerklik koşulunu yirmi yıl sonra 1981’de askeri darbe yönetiminin kurduğu “geçici” yükseköğretim kurulu elinden alarak akademik felci süreğen kıldıysa, depremleri fırsat bilen istisna hali kentçiliği de, afete uğrayan kentlerdeki olağanüstü hali süreğen bir mekân ve coğrafya kuşatmasına evriltmenin peşindedir. Deprem konutu sanki yeni bir ev, yeni bir yaşam değildir de depremin yol açtığı yıkımın kara bulutunu çatısının üzerinde gezdirsin diye yapılmış bir uğursuzluk işaretidir; felaketten kurtulan, en üstün yaşamı, zaferi en çok hak eden kişi değilmiş gibi. Yeryüzü, geçici olarak yapılıp sonradan kalıcılık kazanmış Eyfel Kulesi gibi örneklerin mütevazi ve güncel versiyonlarıyla dolu; kitapta da örneklenen Şili Valparaiso’daki geçici strüktür de bunlardan biri; çıkışı, kurtuluşu böyle örneklerde aramaya değer.