Gök Gürültüsü ve Saatin Tiktakları

LEVENT ŞENTÜRK

“Her gün hâlâ varolduğuna kendisi de hayret eden, kendi gerçekliğine güvenmeyen, kendi kendisinin bir hayaleti olarak gerçekdışına kulak kabartan bu devlette, sağlam olmayan temelleri, sağlam ilkeleri olanaksız kılan, hiçbir ilkenin ayakta kalmadığı, yalnızca geçici olanın süreklilik taşıdığı bu devlette, en uç noktada ve kuşkucu bir bireycilik oluşur. Bir toplumsal dayanışmanın, merkezkaç güçleri bağlayacak bir odak noktasının eksikliği karşısında birey, kendi içine çekilir ve görünüşte onca insanların birlikteliğinin sevildiği, her şeyin hafife alındığı Avusturya’da bireysel yalnızlık gittikçe büyür. Yalnızca kendi üzerinde odaklaşan Ben, ...dış dünyadan kuşku duyan, o dünyanın yasal bağlarını yadsıyan, kendini odak noktası diye yaşayan kişilik...”
Robert Musil1


Saatin Tiktakları Gök Gürültüsünü Bastırırken
Azgelişmiş ülkeler kadar birinci dünya ülkelerinin de temel problemlerinden birinden ve onun modern yaşam içindeki ağırlığından 1937’de kapsamlı biçimde bahseden Robert Musil olmuştur.2 Musil’i –aradan geçen seksen küsur yılın ardından– izleyecek olursak, ignoramus ilkesi uyarınca, günümüzdeki ahmaklığın kertesi bugünden ancak tahmin edebilir; yirmi ikinci yüzyılın müstakbel bilimlerini sayıklamalarla dile getirmediğimiz ne malum? Bundan öte, Ernst Fischer, Musil’in Niteliksiz Adam’ını genişçe ele aldığı yazısında “bastığı yerden bile artık emin olmaksızın yaşayan burjuva insanı”ndan veya “liberal burjuvazinin kendini beğenmiş sıradanlığı karşısında duyulan tiksinti”den söz açarken,3 çürümüşlüğün ortasında kendinde sıradışılık vehmetmenin güç olduğunu hatırlatır gibidir.

Anadolu’ya yurt çadırlarıyla gelindikten hemen hemen bin yıl, depremden bir ay sonra hâlâ çadır sorunu yaşanıyorsa, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı dolarken, 1071’in gerisine düşüldüğünden başka ne söylenebilir? 1071 ölçülerinden çok daha gerilere giden pagan inşa sembolizmi günümüzün şantiyesine egemense, betonarme binaların kolon kalıpları, balballar, totemler gibi yapılıp sökülüyor ve yirmi birinci yüzyılın malzemeleri, bu “bilgi”yle kotarılıyorsa; inşaatın bilimsel bilginin ölçme/biçme nesnesinden çok, kol gücünün ve hurafenin tezahürü olduğundan başka ne söylenebilir? Sık duyulan replik: “On üç milyonun yaşadığı bölgede.” Ne işçinin ne de kendinin –son çözümlemede– nüfusun ortadan kalkışında4 rol oynamadığına kani olan toplum, yoluna pirüpak devam eder. Ama sükut/ikrar diyagramında görülen yaygın susku değeri, fail bolluğuyla doğru orantılıdır.

Fischer, Musil üzerine yazarken “gök gürültüsünün, saat tiktakıyla duyulmayacak hale getirilmesi” imgesine başvurur yazarın; yirminci yüzyıl Viyanası’nı gözler önüne sererken. Günümüze dönelim: Baştan uca yıkık, geceleri kapkaranlık kalan şehrin, şehirlerin on binlerce yıkıntısının dehşetini göstermek yerine, televizyon kanallarının projektörlerle aydınlatılmış tek bir enkazdan çıkarılan bir depremzedeyi, ağız birliğiyle canlı yayınlarında göstermesi, onlarca ekranın aynı görüntüyle kaplanması: Saatin tiktakı, gök gürültüsünü bastırmış. Kaldı ki şehirleri drone kullanarak turistik reklamcılık teknikleriyle göstermeye ve pazarlamaya kadir aynı televizyonculuk, felaket karşısında kısmi görünümlerle, sınırlı hava çekimleriyle, tümel yıkımın sarsıcı boyutlarını bir seferde sergilemekten kaçınma retoriğiyle zevahiri kurtarmanın, yıkımın gerçekliğini küçültmenin peşindedir. Sırası gelince haberciler de felaket karşısında, kahredici “nutku tutulma” klişesine müracaat etmekten çekinmese de, aynı haberci takımının akşam kuşağında canlı yayınlanan programlarda akla gelebilecek her konuda yüzlerce saat susmadan konuştuğu vakidir. “İfade edilemeyecek derecede korkunç” olanın alanına haberci değil ancak yazar ve şair sokulabilmiş, yanaşabilmiştir tarihsel olarak.

Babil Tımarhanesi
“En kötüsü ise yazarın ...pisliği altınla kaplaması ve ...her şey çok iyi gidiyormuş gibi yapmasıdır; boş sözler ve yalan, edebiyatın ölümcül günahıdır.”
Robert Musil5

“Bir geçiş döneminde yaşamaktayız. Belki de bu geçiş dönemi, eğer önemli görevlerimize daha sıkı sarılmazsak, gezegenimizin sonuna kadar devam eder.”
Ernst Fischer6

Ernst Fischer (1899-1972), Musil’in (1880-1942) Viyanası için peşpeşe kimi özellikler sıralamıştır ki bunları günümüze ulanabilecek sıradanlık ve yozlaşma belirtileri diye almamak elde değildir: Uç noktada yabancılaşma, akla ve hümanizmaya sırt çevirme, insanoğlunun nesnelerin gücüne teslim olması, akıldışılığın şehveti, önemli bağlamların yitirilmesi, ölçü ve değer duygusunun buharlaşması. Büyük bölümünü modern koşulun olmazsa olmazı diye alarak normalleştireceklere denecek söz yok. Musil’in eserinde çürümüşlüğün güçlü imgelerinden biri, tren makinistinin devletten birinin olmasıdır: “İstediklerini yapsınlar” denenler. “Böyle bir trende insan yataklı vagonda giderken ancak çarpışmayla uyandığında başına gelen felaketin ayırdına varır.” Çürümüşlüğün ortasında kapı kulu zihniyetinde olanlar istese de istemese de ses çıkarmaz, eylemsizdir. Olup bitene ses çıkarmamak, yalnızca araçların bilincinde olanların bencilliği, mutlak acımasızlığın emareleridir.7 Fischer şöyle yazar:

“...insanoğlunun iç dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmadan, genelde ise umursamazlıktan oluşma o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki korkunç terk edilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorbalığı gibi zamanımızı belirleyen özellikler ...Bu toplumda, Musil’in hep vurguladığı gibi, odak noktası, birlik duygusu, birlikte büyük bir davaya katkıda bulunma bilinci yitirilmiştir. ...Bizi kuşatan yaşam, der Musil, düzenleyici kavramlardan yoksun. ...Bu bir Babil tımarhanesinden farksız; bin pencereden bin ayrı ses, düşünce ve müzik gezgincinin üstüne yağmakta; böyle bir konumda bireyin anarşist motiflerin volta attığı bir alana dönüştüğü ve ahlakın da ruhla birlikte çöküp gittiği açıktır.”8

Televizyona dönerek, en çok izlenen birkaç televizyon kanalından birinden –biraz yerli diziyle beraber, bir kısmı reklamları da kapsayacak şekilde– beş dakikalık yayın kesitini incelediğimizi düşünelim. Hazır kodlar, klişeler; bu tuşlara basılarak her şey yapılır. Tipler, mekânlar, olaylar ve sözler hazırdır bu kurak ve iç karartıcı şenlikte. Uçsuz bucaksız bir bönlük bu ışıltılı piyasaya egemen olan tek şeydir. Pazarlamanın anaakımı, herkesi ve her şeyi sıradışılık payesiyle taltif ediyor. Bu anahtar kavram, “şu hapı veya şu şurubu iç çünkü sıradan değilsin”den başlayıp “şu davranışları benimse çünkü sıradanı böyle aşarsın”a geçiyor, oradan “şunu ye veya iç” yahut “şu deterjanı kullan çünkü o çok sıradışı”ya uzanıyor; burada oyalanmayıp derhal “şu arabayı al çünkü sıradışısın”a veya “şu ev aletini kullan çünkü bunu ancak sıradan olmayanlar yapar”a yöneliyor, nihayet “artık şunun yenisini al çünkü çok sıradan”a varıyor. Utandırma + küçümseme + güldürü unsuruyla = ürüne sevk etme’den oluşan asal denklem, duygu + kalıp = satış üçlüsüne oturuyor. Sıradışılık jargonundan geçinen koca bir Kene Sanayisi var. Bunların kan emme şapırtısından gerçek yeniliğin sesini duyabilirseniz duyun. Reklamcılardan sigortacılara, ilaç sanayinden kozmetiğe, petrol endüstrisinden çelik sanayisine: Güvenlikçi, neoliberal muhafazakârlık, bönlükten veya ödleklikten asla bahsetmeden, bönlerle ödlekleri güzelce güdüyor. Birbirinin zıddı bildirimlerle yüklü ürünlerin bolluğu, istenen kafa karışıklığına ve sersemletip alışverişi temin ettirmeye yetiyor. Fischer ekliyor:

“Babil tımarhanesinin bir de bodrumu var. Burada insanlığın en eski düşleri teknolojik çekiç sesleriyle gerçeğe dönüyor. Çağımız mucizeleri yaratıyor fakat artık onları hissetmiyor. Gerçekleşmeler çağındayız, gerçekleşmeler her zaman düş kırıklıklarıdır.”9

Bu alanda artık rakipleri kötüleme beklenmedik yan etkilere –mesela başka sektörlerde satış düşüşlerine– neden olabileceğinden korkulduğundan belki, pek rağbet görmeyebilir.

Robert Musil, Kaynak: Wikipedia
Ernst Fischer, Kaynak: Wikipedia
Gustave Flaubert

Musil’e bakılırsa uygarlığımız tıpkı yirminci yüzyılda olduğu gibi, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği dolmadan batmaya devam ediyor. Sosyal medyadaki akış ise deli dolu, karnavalesk, şölensi handiyse; batıştan hemen önceki rüya görüntüleri gibi. Daha klişe ifadeyle herkes ve her şey, film şeridi değil de post halinde –parmağın sürükleme hareketinin yardımıyla– yatayda ve düşeyde, telefon ekranlarından geçiyor. Günümüzün sosyal medya kullanıcıları, ancak Gustave Flaubert’in (1821-1880) tamamlanmamış, ölümünden sonra yayınlanan romanının Bilirbilmezler’i (1881), Proto-Bouvard ve Pécuchet’ler olabilir; yarım ilgi kırıntılarının eksik icracıları. Karikatürize eblehler bile değil; sersemce kalkışımların önü de, kalkışıma güç veren niyet de yitmiştir çünkü; sersemlik yapamayacak derecede solup gitmiş aptallığın pençesindedir sosyal medya kullanıcısı. Bouvard ve Pécuchet gibi, aptallığını icra edecek kudrete sahip değildir. Ahmaklığa niyet edemeyecek derecede dikkati dağınıktır: İyice sersemletilmiş bir sersemlik içindedir. Günümüzün sosyal medya avaresinin yanında Bouvard ve Pécuchet, Deleuze ve Guattari gibi kalırdı. Bouvard ve Pécuchet’te, sosyal modelle irtibatı canlı tutan doğru/yanlış hendesesi işler vaziyetteyken, okur bu iki aptalın tam tamına nerede ahmaklığa savrulduğunu gözlemleme ve kendi sersemliğiyle hesaplaşma; böylece duygu/zihin ilişkisini şirazesinde tutma şansına sahiptir. Sosyal medyada böyle bir şiraze zaten bulunmamaktadır. Her şey muhteşem, en iyi ve en doğrudur, hiçbir şey yanlışlanıp ayıplanamaz. Her şey eşit derecede akıllıcadır ve eşit derecede ahmakçadır.

İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde Stern kimi karamsar veriler ortaya koymuştur: Yeniliğe direnmenin uzun geçmişindeki karanlık sayfaları aralar. Patentleri satın alınan ama piyasaya çıkmasına izin verilmeyen ürünlerden, kullanımı yüksek servis ücretleriyle zorlaştırılan ürünlere bir dizi çelmeleme. El emeği lehine bir makinenin kasten sektöre sokulmaması; bilim insanlarından mühendislere birçok kişinin buna alet edilmesi de cabasıdır. Bankacıların, boş zamanları artacak diye çiftçilere traktör alımı için kredi vermemesi ve son olarak, serseriliğe yol açacağı bahanesiyle Amerikan Mimarlar Enstitüsü’nün 1934’te prefabrike evlere karşı çıkışı. Neticede, bildik gerici motifler hep devrede kalmıştır: Alışkanlık, statükoculuk, korku ve toplum baskısı.10

Rumco, yaratıcılığın on dokuzuncu yüzyıldan günümüze iki temel tutamağını orijinallik ve etkililik diye tespit eder.11 Bilimde parsimony ilkesi; “basit açıklama en iyisidir, etkilere değil nedenselliğe bakılır, sadece hayati öneme sahip şeyler tutulur, geri kalanı atılır” diye özetlenen bir çözüm ilkesidir. 1962’de Donald MacKinnon (1913-1994), mimarların yüksek yaratım kapasitesini dokuz hasletle tanımlamıştır: Yüksek bir duygusal zekâ, deneyimlere açıklık, hayalgücüne ket vuran şeylerden kurtulma becerisi, estetik duyarlık, bilişsel esneklik, düşüncede ve eylemde bağımsızlık, yüksek enerji, yaratıcı girişime sorgusuz sualsiz bağlılık, gitgide karmaşıklaşan mimari sorunlara çözüm bulma konusunda dinmeyen bir açlık.12 Graham Wallas (1858-1932), 1926 tarihli öncül metninde yaratıcılığın dört aşamasını hazırlık, kuluçka, aydınlanma ve sınama olarak verir.13 İlk erimde sorun enine boyuna araştırılır. İkinci aşamada sorun bir kenara bırakılsa da alttan alta, bilinçdışında mayalanması sürer. Sonra zihinde çakan ışıklarla bir sihir gerçekleşir ve dördüncü aşamada fikir test edilir; ya bir kenara bırakılır veya geliştirilir (Becker, 2011: 306).

Becker, on dokuzuncu yüzyıldan Théodule Ribot’yu (1823-1891) selamlar zira o, estetikten bilimlere, askeriyeden endüstriye her alanda yaratıcılığın gözlemlenebileceğine inanmıştı; yaratıcılık olgusunu sarih biçimde gözlemlemek için sadece yetişkinlere değil çocuklara da geçmişe de uzanmalıydı; ki Becker’e göre Ribot’nun çizdiği çerçeve günümüzde de geçerliğini korumaktadır.14

Ralph Linton (1893-1953), toplulukların ikiyüzlülüklerini deşelediği yaklaşımında yaratımın kişilere mahsus olduğu, grupların yaratımdan uzak olduklarını ortaya koyar.15 Linton buluşları ikiye ayırır, basit buluşların esas dönüştürücü gücü bünyesinde taşıdığını, ikinci tip buluşların mevcuda eklemlendiğini söyler. Linton kapanmış yalnız yaratıcı figürünü öne çıkarır, mucitlerin kurumsallıkla uyuşmadığını gözler önüne serer. Topluma mal olmuş her buluşa karşılık, en az on tane reddedilmiş buluş vardır Linton’a göre. Diğer deyişle toplumlar yaratıcılık yetilerinin onda birini bile kullanmaya gönül indirmezler.

Montaigne’le bitireyim: “Gerçekten de insan nadir olarak kendine saygı gösteriyor.”16

Ralph Linton, Kaynak: Wikipedia
Michel de Montaigne
Georges Perec

Sıradışılık
“Kendilerini duruma uyduracaklarına, duruma hakim olmaya çaba göstersinler.”
Michel de Montaigne17

Evren insanlar açısından –yeryüzü hariç– milyarlarca yıldır neredeyse tümüyle ayak basılmadık halde beklerken nasıl olup da sıradışı olduğumuzdan söz açabiliriz ki? Evrene ayak basmamış, kendi evreninin sıradanlıklarını bile tatmamış türümüz sıradışılıklarıyla avunabilir mi? Zamanının ve mekânının ötesine uzanabilen sıradışılık biçimleri var mıdır? Chauvet mağarası, otuz iki bin yıl ayak basılmamış olarak öylece bekledi. Yönetmen Herzog orayı filme almaya hak kazandığında, oranın yepyeni olduğunu deneyimledi.18 Tarihöncesinden günümüze böyle kısadevreler yapma olanağı her zaman olacaktır. Bulutların değişen biçimlerine her çağda bakılıyor ve hayaller kuruluyordu. Ama günümüzde kurulan hayallerle binlerce yıl öncekiler arasında bağlantılar bulmak pek mümkün değil.

Boyut, miktar ve yeti bakımından her tür mukayese olanağını geride bırakan şeylere erişmek için yanıp tutuşan kitlelerin sunağına yatırılmak üzere sıradışını medyada sıradanlaştırıp çürütmek için büyük mücadele veriliyor; influencer’lar kaf dağından tüyü ilk getiren olmak, virallik için yarışadursun, fails türü çarpıcı “acı son” komplikasyonları akıl ve izana gizli övgü niteliğinde. Kıt kaynaklara yönelik hassasiyet artıp sürdürülebilirlik öne çıktıkça, büyük olanın topyekûn ahmakça addedildiği bir çağa giriliyor: Yeryüzüne yüz altmış beş milyon yıl hükmetmiş dinozorların, üç yüz bin yıllık homo sapiens’lerce ahmaklaştırılması bu paradigma değişiminin bir parçası.

Georges Perec (1936-1982) olağandışılığa karşı olağan-içi’ni (infra-ordinaire), olağanüstülüğe karşı olağan-altı’nı önermiş, gündelik hayattaki kayda-değmez şeylere yakından bakmanın olağandışılığı açığa çıkarmak anlamına gelebileceğini bulgulamış ve bu yolda kimi metinler kaleme almıştı.19 Bu fikir onu opus magnum romanı Yaşam Kullanma Kılavuzu’na götüren yolu açmıştır denebilir. Kendi başına gülünç ve zayıf, amaçsız görülebilecek binlerce ayrıntı, Perec’in oyuncul disiplini altında inanılmaz derecede karmaşık bir yapıtın ayrılmaz parçalarına dönüşür.20 Bir başka oulipocunun, Marcel Duchamp’ın (1887-1968) infra thin –belki telkâri duyumlar denebilecek– hissedilmesi güç, hafif ve ince şeyler kavramı, gerçeğin yerine olasılığın inceliğini ve önceliğini getiren bir fark anlatımıdır; ele avuca gelmez, kırılgan deneyimler: Kedinin minderde bıraktığı ısı, kıyıya biraz önce vurmuş dalganın köpüğü gibi varla yok arası, gözümüzü başka yöne çevirdiğimiz anda ortadan kaybolacak, imkânsız nesneler.21 Christian Bök’ün sağın bilimleri topa tutan ve Alfred Jarry’den miras kalan ’patafiziği ve onun kilit kavramı istisnayı göklere çıkaran saldırısını anabilirim burada.22 Bök, doğrulanabilirlik veya sınanabilirliktense olasılıktan yana bir alternatif bilimin arkasında durur. Kurallar sadece genelleşmiş istisnalardır; Jarry varsayımsal olanın gerçeklikle ikame edilmesini önerir. ’Patafizik daha o zamandan, baştan belirlenmiş araçların sonucu öncelediği pozitif bilimin yöntemlerine kuşkucu bir alaycılıkla yaklaşır; hem de kuantum fiziği henüz pek bilinmezken.

Sıradan, Grekçe seira’dan gelen sıra sözünden türetilmiş. Sıradan: Alelade, alel adet, bayağı. Sıradışı, türemesini İngilizce'deki extraordinary sözcüğündeki gibi, nizami’yi kerteriz alıyor. Düzenin dışında; ordonance’ın, order’ın, düzence belirlenmiş alanın ötesinde bulunan; düzen ülkesinin vatandaşı olmayan. Extra-terrestrial (dünya-dışı). Özcan Yalım’ın Türkçe’de Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü’nde ayrı ve ayrıksı, hısımları istisnai, müstesna, ayrıksı, seçik, tek, nevi şahsına münhasır’ı buluyor. Acayip, acibe, alelacayip, garaip, şaşılası, ucube, tuhaf, antika, müzelik sözcüklerini. Ayrı’da gülünç, hayret, ilginç, olağanüstü; karşıtı olarak da sıkıcı, olağan ve sıradan var. İlginç, alakabahş, eksantrik, nevicat, calibi dikkat, şayanı hayret’i getiriyor. Olağanüstü, düzgüsüz’ü, mafevkattabia’yı, sürnormal’i, anormal’i, taşkın’ı getirmiş. Ender, azrak’ı, nadide’yi, Anka gibi’yi. Deli’nin yakın anlamlıları divane, çatlak, mecnun, meczup, gerli ve hent sözcükleri.

Sıradanlıktan sıradışılığa nasıl sıçranıyor, en azından düşünsel düzlemde? Koşullarla mütenasip her şey beklendik ise, hudayinabit ya da o koşullar için istisnai olan, sıradışı demektir. Bir zamanlar vardıysa bile günümüzde hâlâ sıradışı bir kimse, yer, şey bulunabilir mi? Bu doğrusu mucizevi bir an, ömür boyu acısı çekilecek bir aşk yaşantısı kadar uçucu ve imkânsız bir düş gibidir. Kendimizi zorlasak da sıradışı bir kimseyle karşılaşma şansımız, kalmamış gibidir. Kişi için gidilmemiş yerler, tüm çiğnenmişliklerine karşın sıradışılık potansiyelini korusa da, sıradışılığı yaratmak ve korumak için kişinin kendini zorlaması gerekir. Sıradışı kimselerle tanışma ve sıradışı yaşantılar hâlâ mümkün görünse de, sıradışılığa artan talep sebebiyle en iyi ihtimalle sıradışı biriyle sıradan bile olmayan bir anda karşılaşılabilir. Sıradışı nesnelere gelince, bunlar çoktan ortadan kalkmış, soyu tüketilmiş, zenginlerce ele geçirilmiş, kirletilerek yok edilmiş, talan ve yağma yahut savaş ve felaketler tarafından berhava edilmiş olabilir; yahut ulaşılamayacak kadar uzakta tutulmaktadır. Koşullarla orantısız, sıçramalı bir üretimin sıradan insanların indinde itkiyle karşılanması neredeyse standart haline gelmiştir. Bu duruma bir örnek, Latin Amerikan edebiyatının efsanevi yazarı Julio Cortázar’ın Edebiyat Dersleri’nden birinde, Seksek için söylediklerinde:

“Ben kendi yaşımdaki insanlar için bir kitap yazdığımı sanıyordum; (...) Arjantin’de ve diğer Latin Amerika ülkelerinde benim kuşağımdan insanlar Seksek’i ilk başta hiç anlamadılar ve kitap önce büyük bir reddedilişle karşılandı, hatta büyük bir kıyamet koptu. Buna karşılık gençler (...) kitabı hemen büyük bir tutkuyla okumaya başladılar.”23

Cortazar bu satırlardan bir sayfa önce Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ını eleştirir. Kitabın sorduğu sorulara kendi kendine cevaplar üretmesini, bu arada okura hiç şans tanımamasını yadırgar Cortazar; bu nedenle Seksek’le sadece sorular soran bir yapıt ortaya koyar ve tüm yanıtları bulmayı gençlere bırakır.

Bir dönemin eserlerini bir disiplinin kurallarına göre değerli addeden ve buradaki yaratıcılığa kendini vakfedenlere akademisyen deniyor. Aynı türün kendi yaşadığı yerde, yakın çevresinde olup biten yaratıcı gelişmeleri görme, tanıma, anlama ve takdir etme becerisi sergilediğine nadiren rastlanır. Softaların akademik yazınına gelince, sırf revaçta değil diye veya daha az göze batıyor diye daha az iğrenç değildir.

Ahmaklık
“Kötülük içimize işlemiş, kendi kendine çıkmaz.”
Michel de Montaigne24

Robert Musil, 11 Mart 1937’de Viyana’da Ahmaklık Üzerine [Über die Dummheit] başlıklı konferansını verir25 fakat Johann Eduard Erdmann’ı (1805-1892) konunun öncüsü diye anmayı ihmal etmez. Musil’e göre kendini akıllı saydığını ilan etmek ahmaklık işaretidir.26 Musil, “kan kokusunun avlanma arzusunu kamçılaması gibi, ahmakların açıkça hissedilebilen dayanıksızlıkları”ndan dem vurur;27 bu dayanıksızlığın başlıca işareti paniktir düşünüre göre: “Kafasızlığın temel ve bazen de resmi örneği”dir.28 Panik, Musil’e göre akli melekelerin devre dışı kalarak ilkel bir ruhsal faaliyetin onun yerini almasıyla kendini gösterir. Son bir acil davranıştır, plansızdır, tam bir kafa karışıklığıdır, mantık veya kurtarıcı içgüdüler de devre-dışıdır.29 Şöyle tanımlıyor paniği düşünür: “Hedefi belli bir eylemin yerine geniş bir alana yayılan bir eylem koymaktır.”30 Bu, bilgiyi her yana yayarak haber salmak türü planlı aciliyet davranışlarından, alarm vermelerden farklıdır. Rastgele ateş açmak, her yana koşmak, aynı anda tüm tuşlara basmak türü bir saçmalamadır. Paniğin öncüsü, Musil’in deyişiyle kişiyi felce uğratan, dili tutulmak, soluğu kesilmek, düşünemez olmak türü şeylerdir.31 Demek oluyor ki sıradışılık panik içinde üretilemez, ani ve yönsüz değildir. Panik, ahmaklığın kapasitesini sıradışılığa yükseltemez, o nedenle de sıradışılığın alay konusu edilmesi, budalalık olarak yaftalanması gayet yersizdir.

Musil iki tür ahmaklıktan bahsediyor: İlki dürüst ya da basit ahmaklıktır. Çok daha tehlikeli bulduğu ahmaklıksa, zekâ işareti olan ikinci türden ahmaklıktır. Yüksek dereceli bu ahmaklıkta, tek yanlı duygularla akıl arasında yetersiz bir etkileşim vardır ve akıl duygulara hükmedecek gücü bulamaz. Bir diğer özelliğiyse yanlış meydana gelmiş olması, hatalılığıdır; oluşturucu malzemesiyle gücü arasında bir oransızlık vardır. Zihnin bütün faaliyetleri etkilenir: “Kişisel olanlar dışında her türlü koşulun sağlandığı bir işi yerine getiremeyen bir davranışa ahmaklık diyoruz.”32

Buradan bir başka sonuç daha çıkar: Ahmaklık, seçeneklerin çoğul, sınırsız olduğu zamanlarda ve mekânlarda apaçık değildir; seçememe kabiliyetsizliği, rastlantısal doğru seçmelere karışmış manasız seçmeler nedeniyle, bir bütün halinde özgür irade yanılsaması verirken, seçeneklerin azaltılması, hatta radikal şekilde birkaç seçenek kalması karşısında ahmaklık tüm çıplaklığıyla duyurur kendini; öyle ki cascavlak belirmenin aşırı utanç vericiliği karşısında, onu yakalayıp saptamak isteyenlerce bile görmezden gelinecek kadar ahmakçadır çünkü ahmakları ahmaklığı içinde görmek keder ve acıma uyandırır. Demokratik bir yönetim altında ahmaklar kolaylıkla gizlenir çünkü sinikliklerini saklamayı başarırlar. Ama otoriter yönetimler altında ahmakları bütün kifayetsizlikleri içinde şıp diye anlamak mümkün olur, neticede donup kalırlar ve kabak gibi görünürler. Şu halde diktatörlükten kurtulup demokrasiye geçecekler boşuna sevinmesin; ahmaklıkla başları belada olmaya devam edecektir.

Uç noktada subjektifliğin de objektifliğin de gülünç ve ahmakça olduğuna dikkat çeker Musil; bu ikisini dengelemenin temel bir kültürel sorun olduğuna vurgu yapar.33

Ahmağın kibri, diktatörün kibri, ikisi de aynı yere çıkar. “Ahmaklıkla kibir arasında doğrudan bir bağ vardır: Kibirli birinin bıraktığı izlenim, elinden geldiğinden daha az iş gördüğüdür.”34 Kibir performans düşüklüğüdür, iddia ettiği kadarına muktedir olmadığının açığa çıkmasıdır. Soytarıca olmayan, gerçek anlamda bir buluş yapmak sıradışılıksa: Bu, ilan edilebilecek bir haslet değil, kendiliğinden, hatta bilmeden olunan bir şeydir muhtemelen. Sıradışılık kibirle ve riyakârlıkla birlikte düşünülemez.

Yoksul ve muğlak düşünceler, soyutlama yeteneğinin olmayışı, yavaş kalma, dikkat dağınıklığı, yüzeysellik, tek taraflılık, katılık: Bunlar Musil’e göre sadece aklın değil, duyguların da zayıflığının işareti sayılır.35 Ahmaklık, bir bütün olarak, müdrike kadar hislerin de yavanlığı, bönleşmesidir. Aciliyet duygusunun sönüp gitmesi, beraberinde merakı da alıp götürüyorsa orada yavanlık hakim olur kuşkusuz. Bu, sosyal medyada bir ağızdan “ben sıradışıyım” denmesinden başka bir şey değildir.

Toplumların sıradışı kimselerden tarih boyu nefret ettikleri sır değil. Brower ve Stahl’ın kargışlı yaratıcılara verdikleri örneklerde iki kategori bulunur: Düşünceleri yüzünden kriminalize edilenler (Martin Luther King, Gandhi, Galileo, Egon Schiele) ve yaşam biçimleri yüzünden suçlanıp hapse girenler (Oscar Wilde, Cervantes, O. Henry, Herman Melville).36 Bir de, olası isyanı çıkmadan önlemek için kurban verilen İsa, Jean D’arc, Sokrates gibi örnekler vardır. Galileo Galilei’nin (1564-1642) kilise tarafından Kopernikçi fikirleri sebebiyle ölümüne on yıl kala af dilemeye zorlanması; canını kurtarmasına karşın son altı yılını ev hapsinde geçirmesi ve sonunda kör olup ölmesi belki en iyi bilinen vakadır. Nicolaus Copernicus (1473-1543), Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine adlı eserini ölümünden kısa süre önce yayınladığı için kargışlanmaktan kurtulmuş olsa da; birçok astronomi buluşuna imza atan, genç yaşlarından itibaren üniversite hocalığı yapan Galilei için bunun tersi geçerlidir ne yazık ki. Brower ve Stalh, 1600 yılında Kopernikçi düşünceleri nedeniyle yakılarak öldürülen Giordano Bruno’yu da anarlar. On yedinci yüzyılın en iyi bilinen yazarlarından Daniel Defoe bile (1660-1731) Anglikan kilisesini eleştiren alaycı metni sebebiyle hapsedilir; sonradan kodesten kurtulsa da borçları yaşamı boyunca yakasını bırakmaz. Aphra Behn’in (1640-1689) durumu da trajiktir. İngiltere’de geçimini yazarlıktan sağlayan ilk kadın romancı olan Behn, oyunlarından birinde krala hakarette bulunduğu gerekçesiyle hapis yatmıştır. On dokuzuncu yüzyılın iki büyük ressamı, Gustav Courbet (1819-1877) ve Paul Gauguin (1848-1903) politik sebeplerle hapse atılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Macar doktor İgnaz Semmelweis (1881-1865), muayeneden sonra hastalananları gözlemleyerek, doktorların muayeneden önce ellerini klorlu bir çözeltide yıkamalarını önerdiği için alay konusu olmakla kalmayıp son yılında tımarhaneye kapatılıp orada hayatını kaybeder. Nitekim Louis Pasteur (1822-1895), Semmelweis’ın fikirlerini izleyerek, onları topluma kabul ettirmeyi başarır.

Julio Cortazar
Galileo Galilei
Ignaz Semmelweis, Kaynak: Wikipedia

Becker, Creativity Through History [Tarih Boyunca Yaratıcılık] başlıklı yazısında, 1306 yılında bir İngiliz vatandaşının, herkes gibi odun yakmayıp kömür yaktığı için idam edildiğini belgeler.37 Yazar iç karartıcı ve tuhaf örneklere yenilerini eklemekte gecikmez: 1670 yılında Virginia eyaletinin yöneticisi Berkeley, eyalette bağımsız okulların ve matbaanın bulunmamasından dolayı Allahına şükreder. Amerika’da trenlerin atlarca çekilmeden hareket ettiklerini görüp tımarhanelik delilere dönüşecekler için, yeni tımarhaneler yapmak gerekeceği ve bunun da maliyetinin çok olacağı gerekçesiyle, demiryollarına karşı çıkılmıştır. New York Herald Gazetesi'ndeki bir yazar, Edison’un ampullerini öven bir haber yazdığı için patronu tarafından sansüre uğrar, gerekçesi, ampulün doğa yasalarına aykırı oluşudur. Herbert George Wells (1866-1946) bile uçaklara karşıydı; uçakların uçamayacağına inanmıştır Zaman Makinesi yazarı.

Sonuç: Korkak İtler
“Korkak itlerin, kırda saldırmayı göze alamadıkları vahşi hayvanların postunu evde dişlemesi, paralaması gibi.”
Michel de Montaigne38

Vasatlıkla tevazuunun sıradanlık gibi görünmesine aldanmamak gerek: İlkinde gerçek olan ikincisinde sadece buzdağının su üzerindeki kısmıdır. Bilgelik de sıradanlık kisvesine bürünmüştür. Ama mediokrasi illetine tutulanlar pisliğin altınla kaplanmasına, kene sanayilerine ve yenilik düşmanlığına kapı aralayanlardır. Ahmak-egemen toplumlarda gök gürültüsünü bastıracak saat tiktakları her yerde hazır ve nazırdır. Yozlaşmanın büyük örtüsü altında uzanan koskoca bir coğrafya var ki o örtünün dışında bir yer saptamanın gitgide güçleştiği aşikâr. Bouvard ve Pécuchet’ün Deleuze ve Guattari gibi kaldığı bir sosyal medya aymazlığı çağında yaşıyoruz. Bu tımarhanede kendini hücresine kilitlemiş, anahtarı olabildiğince uzağa fırlatmış ve “beni kurtarın!” diye avaz avaz bağıranlardan geçilmiyor. Bu çağda, yüz altmış beş milyon yıl hüküm sürmüş dinozorların ahmaklığıyla eğlenirken gelecek yüz altmış beş yılını çıkaracağı kuşkulu bir türün mensuplarıyız. Perec’ten Duchamp’a, Cortazar’dan Bök’e nice işaret fişeği, bize pozitif bilimlerin kalıplarının çoktan çatırdadığını gösteriyorsa faturanın adres kısmına ne yazmalı? Yoksa Behn’inkini, ve bir kez daha, Semmelweis’ınkini mi? Evinde post dişlemekten başka bir şey yapmayan, günümüzün “korkak itleri”ne gelince, onlara “Montaigne okumak için hiçbir zaman geç değildir” demekle yetinebilirsiniz.

Kaynakça:

  • M. Becker. 2011. Creativity Through History. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, pp. 303-10.
  • David Bellos. 2010. Georges Perec: A Life in Words. London: The Harvill Press.
  • Christian Bök. 1997. Pataphysics. The Poetics of an Imaginary Science. PhD Thesis, Ontario: York University.
  • R. Brower, J. M. Stahl. 2011. Crime and Creativity. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, pp. 318-23.
  • Nicolaus Copernicus. 2017. Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine. Çev. Saffet Babür. İstanbul: YKY.
  • Julio Cortázar. Edebiyat Dersleri. Berkeley, 1980. Çev. Süleyman Doğru. İstanbul: Everest.
  • Ernst Fischer. 1992. Robert Musil. İçinde: Niteliksiz Adam 1. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: YKY, ss. 13-72.
  • Gustave Flaubert. 2021. Bouvard ile Pécuchet. Çev. Volkan Yalçıntoklu. İstanbul: İş Bankası Yayınları.
  • Werner Herzog. 2010. Cave of Forgotten Dreams. US: IFC Films.
  • Michel de Montaigne. 2010. Denemeler. (3 cilt) Çev. Temel Keşoğlu. İstanbul: Doruk.
  • Robert Musil. 1992. Niteliksiz Adam 1. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: YKY.
  • _. 2017 Ahmaklık Üzerine. Çev. İlknur Özdemir. İstanbul: Kırmızı Kedi.
  • _. 2022. Aforizmalar. Çev. Tevfik Turan. İstanbul: Kırmızı Kedi.
  • Georges Perec. 1993. Yaşam Kullanma Kılavuzu. Çev. İsmail Yerguz. İstanbul: Mitos.
  • _. 2020. Olağan-İçi. Çev. Zeynep Bengü. İstanbul: Everest.
  • Raymond Queneau. 1998. Children of Clay. Trans. Madeleine Velguth. California: Sun and Moon Press.
  • Mark A. Runko. 2011. Creativity Complex. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, pp. 292-5.
  • Mark A. Runko, Steven R. Pritzker. (eds.) 2011. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press.
  • Özcan Yalım. 1998. Türkçe’de Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü. Ankara: İmge.

URL
http://www.impossibleobjectsmarfa.com/infrathin (19.03.2023)
https://en.wikipedia.org/wiki/Genocide (21.03.2023)

Referanslar
1 Robert Musil’den aktaran: Ernst Fischer. 1992. Robert Musil. İçinde: Niteliksiz Adam 1. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: YKY, s. 26.
2 Robert Musil. 2017. Ahmaklık Üzerine. Çev. İlknur Özdemir. İstanbul: Kırmızı Kedi.
3 Ernst Fischer. 1992. Robert Musil. İçinde: Niteliksiz Adam 1. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: YKY, s. 26, s. 28-9.
4 Soykırım, bir halkın bütününün ya da bir bölümünün bile bile ortadan kaldırılmasıdır. Sözcük Yunanca’daki genos (ırk, halk) ile öldürme eylei anlamındaki latince sonek -caedo’nun bileşkesidir. Ulusal, etnik, ırksal ya da dini bir grubu kısmen ya da tamamen yok etmeye yönelik soykırım eylemleri, beş başlık altında toplanır: Grubun üyelerini öldürme, ciddi şekilde bedensel ve zihinsel zarar verme, grubu yok etmeye yönelik yaşam koşulları dayatma, doğumları önleme, çocukları zorla toplumdan uzaklaştırma. https://en.wikipedia.org/wiki/Genocide. (21. 03. 2023)
5 Musil’den aktaran: A. e., s. 27.
6 Ernst Fischer. 1992. Robert Musil. İçinde: Niteliksiz Adam 1. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: YKY, s. 37.
7 Musil’den aktaran: A. e., s. 32.
8 A. e., ss. 33-4.
9 A. e., s. 37.
10 Becker. Creativity Through History. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, p. 307.
11 M. A. Rumco. 2011. Creativity Complex. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, p. 294.
12 G. Goldschmidt. 2011. Architecture. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, p. 50.
13 M. Becker. Creativity Through History. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, p. 306.
14 A. e., s. 305.
15 A. e., s. 307.
16 Michel de Montaigne. 2010. XXXVIII Yalnızlık Üzerine. Denemeler. Çev. Temel Keşoğlu, İstanbul: Doruk. Cilt 1, s. 328.
17 “Comentur sibi res, non se submittere rebus.” Horatius’tan alıntılayan Michel de Montaigne, a. y., s. 330.
18 Werner Herzog. 2010. Cave of Forgotten Dreams. US: IFC Films.
19 Georges Perec. 2020. Olağan-İçi. Çev. Zeynep Bengü. İstanbul: Everest.
20 _. 1993. Yaşam Kullanma Kılavuzu. Çev. İsmail Yerguz. İstanbul: Mitos.
21 http://www.impossibleobjectsmarfa.com/infrathin
22 Christian Bök. 1997. ’Pataphysics. The Poetics of an Imaginary Science. PhD Dissertation, Ontario: York University.
23 Julio Cortázar. Edebiyat Dersleri. Berkeley, 1980. Çev. Süleyman Doğru. İstanbul: Everest, s. 230.
24 “In culpa est animus, qui se non effugit unquam.” Horatius’tan alıntılayan Michel de Montaigne 2010. XXXVIII, Yalnızlık Üzerine. Denemeler. Çev. Temel Keşoğlu, İstanbul: Doruk. Cilt 1, s. 322.
25 Robert Musil. 2017. Ahmaklık Üzerine. Çev. İlknur Özdemir. İstanbul: Kırmızı Kedi.
26 A. e., s. 19.
27 A. e., s. 22.
28 A. e., s. 41.
29 A. e., s. 42-3.
30 A. e., s. 43.
31 A. e., s. 45.
32 A. e., s. 54-5.
33 A. e., s. 56.
34 A. e., s. 25.
35 A. e., s. 49.
36 R. Brower, J. M. Stahl. 2011. Crime and Creativity. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, pp. 318-23.
37 Becker. Creativity Through History. Encyclopedia of Creativity. US: Academic Press, p. 304.
38 2010. XXXVII, Acımasızlığın Anası Ödleklik. Denemeler. Çev. Temel Keşoğlu, İstanbul: Doruk. Cilt 2, s. 468.

Etiketler:

İlgili İçerikler: