Konut ve Koruma Politikalarının Şiddet Tarihleriyle Kesişimi Üzerine Notlar

ERAY ÇAYLI

Senem, köşemiz için geçtiğimiz ay yazdığı yazıda, İzmir Mimarlar Odası’nın “Herkes İçin Konut” başlığıyla düzenlediği panelden hareketle, kimi meslek örgütü çevrelerinin, mimarlığın toplumsal ve politik meselelerdeki rolü ile yüzleşmektense popüler ve ticari olana öncelik verdiklerinden yakınıyordu.* Aynı günlerde, konut meselesi, yaşamakta ve çalışmakta olduğum İngiltere’de de yaklaşan genel seçimler kapsamında en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Hükümetçe finanse edilecek sosyal konut inşasına ağırlık vermeyi vaat eden muhalefetteki İşçi Partisi’ne karşılık, yaklaşık on yıldır iktidarda olan Muhafazakar Parti, bu tür fikirlerin, kulağa her ne kadar hoş gelseler de, yüklü miktarda kaynak gerektirdiklerini ve söz konusu kaynağın yoktan var edilemeyeceğini savunuyor. Kaynaksızlık, iktidar partisinin son on yıldır uygulamakta ısrar ettiği kemer sıkma politikalarını meşrulaştırırken başvurduğu başlıca bahane. Bu bahaneyi sorgulayanlar ise sosyal politikalara ayrılması gereken hazine kaynaklarının, gerçekte, hiç varolmamaktan çok, 2007-2008 bankacılık krizi sonrası hükümetçe İngiltere’nin neoliberal iktisadi modelinin temel taşı olan finans sektörünü kurtarmak için ayrıldığını ve tamı tamına 137 milyar sterlinin bu amaçla kullanıldığını hatırlatıyor. Kaynaksızlık söylemini ve kemer sıkma politikalarını daha da geniş bir tarihsel bağlama oturtanlar ise İngiltere’nin Amerika kıtasındaki sömürgeci faaliyetleri kapsamında sürdürülen köle ticaretini vurguluyor. Zira, İngiltere her ne kadar köle ticaretini parlamentonun 1833 yılında çıkardığı bir yasayla sonlandırmış bilinse de, bunu yaparken köle tüccarları ve sahiplerini bugünün parasıyla 17 milyar sterlini bulan bir meblağ ile tazmin etme taahhütünü vermişti. Üstelik, geçtiğimiz sene ortaya çıkan bir habere göre, köle tüccarı ve sahiplerinin o dönem tazmin edilebilmesi için bankalardan alınan kredinin hazinece ödenmesi ancak 2015 yılında tamamlanabildi. Yani hükümetin sosyal konut benzeri toplumsal adaleti ve eşitliği önceleyen politikalar için gereken kaynağın bulunmadığını savunduğu yılların, vatandaştan alınan vergilerce yaratılan kaynakların önemli bir kısmının finans sektörünü diriltmeye olduğu kadar köle tüccarları ve sahiplerinin hazineye yaptığı zararı telafi etmeye de ayrıldığı yıllar olduğu ortaya çıktı.

Santa Harabeleri, 2010; fotoğraf: Hüseyin Öcal, Wikimedia Commons
Santa Harabeleri, 2010; fotoğraf: Hüseyin Öcal, Wikimedia Commons
Birleşik Krallık Maliye Bakanlığı'nın Twitter hesabından yapılan duyuru**

İngiltere’deki bu tartışmalar, sosyal konut ya da “herkes için konut” gibi yapılı çevre gündemlerinin, aralarında sömürgecilik, ırkçılık ve emek karşıtı iktisadi politikaların da bulunduğu toplumsal ve politik şiddet tarihlerinden bağımsız ele alınamayacağını hatırlatıyor. İlk bakışta bambaşka bir bağlam gibi görünen Türkiye’deki bir dizi güncel gelişmeyi dert edinenleri tam da bu nedenle ilgilendireceklerdir diye düşünüyorum. Aslında, Senem de, geçtiğimiz ayki yazısının son iki paragrafında, bahsettiğim meselelerle bağlantılandırılabilecek bir gelişmeye değinmişti. Senem’in bıraktığı yerden, ona mütevazı bir ek yapabilmek niyetiyle, bahsettiği gelişmeyle aynı haftalarda gerçekleşen fakat kamuoyu üzerindeki etkisi anlamında kendisinin yakındığı durumdan oldukça farklı şekilde ilgisizliğin değil tam tersine büyük bir infialin konusu haline gelen Dipsiz Göl vakasına değinmek isterim. Gölün hikayesi artık geniş çevrelerce bilinse de burada kısaca anmak sanırım yerinde olacaktır. Mülki idarenin basın açıklamasında da özetlendiği üzere, iki vatandaşın, geçtiğimiz Mayıs ayında Gümüşhane’ye bağlı Dumanlı köyündeki Dipsiz Göl’de define arama izni için yaptığı başvuruyu takiben ilgili resmi kurumlardan gölün sit alanı dışında olması nedeniyle olumlu görüş çıkmasıyla aldıkları ruhsat ile, görevlilerin de huzurunda, 6-10 Kasım tarihleri arasında kazılan Dipsiz Göl bu girişimin sonucunda tamamen kurudu. Olayın kamuoyuna yansıması büyük infiale neden oldu ve gölün eski haline nasıl döndürülebileceğine dair tartışmalar başladı. Gölü, civardaki bir dereden alınacak suyla ve göl tabanında iş makinalarıyla yapılacak tamiratla yeniden diriltme çabasına girişen yetkililer, aynı zamanda Dipsiz Göl mevkiini “doğal sit alanı” ilan etmek üzere çalışmalara başladıklarını ilan etti. Tüm bu süreçte yapılan eleştirilerin ekseriyeti devleti özellikle de yerelde temsil eden bireylere ya da define arama amacıyla izin başvurusunu yapan iki vatandaşa yöneldi. Mevcudiyeti 12 bin yıllık bir tarihe dayandığı söylenen gölün başına gelenler, en derinlikli analizlerde dahi, göldeki mevcudiyeti rivayetin konusu olan Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir hazineyi bulmak uğruna işlenen “birkaç günlük ayıp” olarak adlandırıldı.

Oysa, Dipsiz Göl’ün başına gelenleri kavrayabilmek için üzerine düşünmemiz gereken tarihler arasında sadece “12 bin yıl öncesi” ya da “Roma İmparatorluğu” kadar geniş ve uzak ya da 2019 yılının Kasım ayındaki “birkaç gün” kadar dar ve yakın olanlar yok. Gölün içerisinde bulunduğu mevkinin bugün halen kullanılmakta olan adı İstovrama’nın da işaret ettiği üzere, Dipsiz Göl’e ev sahipliği yapan Dumanlı köyü, eski adı Sanda olan ve 1924’teki mübadeleye kadar nüfusunun tamamı gayrimüslim olan yedi köylük bir Rum yerleşimiydi. Ve elbette, Dumanlı, 20. yüzyılın başına kadar gayrimüslim yerleşimi olup ulus-devletleşme süreçleri sonucu demografisinin kökten ve hızla değişmesiyle definecilik girişimlerine konu olan tek yer değil. Özellikle antropoloji alanında son yıllarda yapılan saha araştırmalarının da sayesinde, benzer değişimlerin yaşandığı yerlerde çoğu kez kilise ve mezarlıkların kimi zaman da konut yapılarının altları üstlerine getirilerek define avcılığı yapıldığını biliyoruz. Keza, yine geçtiğimiz hafta ve aylarda, Muş-Varto, Diyarbakır-Silvan ve Diyarbakır-Suriçi gibi yerlerde de benzer tahripkar definecilik faaliyetleri yaşandı. Fakat, bu faaliyetler, Dipsiz Göl vakasının aksine, kendilerine ana akım basında hiç yer bulamadılar ve kamuoyunun genelinde neredeyse hiç tepkiyle karşılanmadılar. Üstelik, “herkes için konut” bahsine benzer şekilde toplumun mümkün olan en geniş kesimlerinin yararı gözetilerek uygulanması gereken koruma ve miras teamüllerine bu faaliyetler kapsamında biçilen rol, özellikle bahsi geçen Diyarbakır örneklerinde olduğu üzere, mekanları, doğal ve/veya tarihi sit alanları içerisinde olmamaları değil olmaları nedeniyle definecilik girişimlerine maruz bırakan türdendi.

Bu yazıda andığım modern şiddet tarihlerine değinirken niyetim, sadece, Dipsiz Göl’ün başına gelenlerin tarihini kamuoyuna yansıtılandan farklı bir şekilde anlatmanın gerekliliğini vurgulamak ve göldeki tahribatın müsebbibi birkaç bireyle sınırlı gibi gözükse de altında yatan sorunun yapısal olduğuna dikkat çekmek değil. Aynı zamanda, resmi koruma ve miras pratiklerinin benzer meselelerde oynadığı rol, bu role dair kamuoyunda oluşan (ya da oluşmayan) tepkiler ile söz konusu rol ve tepkilerin aynı devletin sınırları içerisinde dahi eşit dağılmadığı gerçeği üzerinde de bir nebze olsun düşünebilmemizi de dilerim. Resmi lügatta "kamu" olarak anılan toplumun yararına uygulanmadığı gibi onun kaynaklarını kullanmaktan çekinmeyen, bunu yaparken de adına toplum dediğimiz toplamı ve toplum yararı dediğimiz kavramı kendi şedit siyaseti doğrultusunda biçimlendirmeyi hedefleyen uygulamaların böylece sorgulanarak aşılabileceğini umuyorum.

Notlar
*Senem’in bu köşeyi dönüşümlü yazdığımız dönemin ikinci yılını doldurmuş olması vesilesiyle dile getirdiği teşekkürleri tekrar ve mukabele etmek isterim. Ve yine kendisinin de teşekkür ettiği XXI dergisine ben de minnet duygularımı dile getiriyorum; özellikle de -Senem’in de söylediği gibi- ne denli “zincirleme” yapabildiğimizden emin olamasak da elimizden geldiği kadar üretkence değerlendirmeye çabaladığımız bu deneysel alanı tamamen özgürce kullanma imkanını bize tanıyan genel yayın yönetmeni Hülya Ertaş’a ne kadar teşekkür etsek az.

**Birleşik Krallık Maliye Bakanlığı, geçtiğimiz yıl vergi mükelliflerine seslendiği bu tweeti paylaşarak "milyonlarcanız vergileriniz ile köle ticaretini sonlandırmaya yardımcı oldunuz" demişti. Oysa köle ticareti 1807'de bitmesine rağmen kölelik 1833'e kadar devam etmişti. Dahası, köleliği bu tarihte bitiren yasa, kölelerden ziyade köle sahiplerine tazminat ödenmesini kanunlaştırmıştı. Bakanlığın sonradan sildiği bu paylaşım sayesinde, söz konusu tazminatın karşılanabilmesi için bankalardan alınan borçların devlet tarafından geri ödenmesinin ancak 2015 yılında tamamlanabildiği ortaya çıktı. Hükümetin, toplumun genelinin ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal konut gibi politikaları mümkün kılacak kaynağın ellerinde bulunmadığını ısrarla ve tekraren iddia ettiği bir dönemde ortaya çıkan bu bilgi, hazine kaynaklarının böyle bir dönemde başka ne gibi yerlere aktarıldığı konusunda önemli bir işaret olarak değerlendirildi.

Etiketler:

İlgili İçerikler: