Milli Reasürans ve Şehir
Tefrikamızın beşinci ve son bölümünde Sevinç Hadi, Milli Reasürans’ın tasarım ve yapım sürecine dair detaylara değiniyor, mimarlığın yaşamı tasarlamanın bir parçası olduğunu vurguluyor.
Aydan Volkan: Sizin Şandor Bey ile beraber yaptığınız tasarımları, projeleri incelediğimde Milli Reasürans gibi iyi kullandığımız mekanlarda avlu ve onun etrafında toplanmak var. Avlu, daha önce Anadolu kentlerinde anlattığınız gibi, buluşma ve karşılaşma mekanları. Projelerinizde çizgisel olarak okuduğum şeyin arka planında, sizin o avluyu yaparken o buluşma ve karşılaşma mekanı hakkında ne düşündüğünüzü hep çok merak etmişimdir.
Sevinç Hadi: Çözümlerde bir ana mekan veya avlu ve onun etrafında ikincil yan mekanlarla oluşan akışkanlıklar, ilişkiler zinciri ile hem gökten hem de yandan gelen ışığın mekana etkisi ve duvar sevgisi, duvarın yüceltilmesi gibi ifadelere kavuşmak üzere elverişliliği amaç edinmiş, ayrıntılardan arınmış, genel olarak sadeliğe dayanan modernist tavır. Bunu her projemizde tekrarladık.
Sait Ali Köknar: Karalamaya başladığınızda bir planı, metrik kararlar alırken daha çok oradaki neye bakarak karar veriyorsunuz? Dolu olan şeye mi? Bir araya getirecek olan boşluklara mı bakıyorsunuz? Pozitife mi, negatife mi bakıyorsunuz?
SH: Doluluğa da boşluğa da bakıyoruz. Birtakım prizmaların oturduğu yerler de, onların bir araya getirdiği birliktelik de çok önemli, birliktelik ve akışkanlık. Mimari yalnız yaratılmış bir biçim değil, yaratılan geometrilerin dilinden başka işlev, anlam, bağlam ve iletişim hepsi birbirini tetikliyor. Mekana bir anlam katmak veya anlama uygun bir mekan yaratmaya çaba gösteriyoruz.
AV: Yaşadığımız bu son yıllarda siz de sokakta gezerken hissediyorsunuzdur, artık fazla karşılaşmıyoruz, buluşmuyoruz. Oturduğumuz apartmanlarda, yeni yapılan sitelerde karşılaşma alanları ya da buluşma alanları çok azaldığı için toplumsal çatışmanın da arttığını düşünüyorum. Buluşmadığın zaman, karşılaşmadığın zaman sadece bir çatışma anı kalıyor geriye. Korkuyorsun.
SH: Korku olmamalı, güven olmalı. Işık olmalı ve bir çevre oluşturulmalı. Çevre yoksa biz oluşturmalıyız. Milli Reasürans’ta büroların içindeyken o kente uzantısını görüyorsunuz, bir de karşısını. Yapının kendisinden ilerili gerili uzanan kollarla bir çevre algılıyoruz. Bu çerçeve karşıdaki komşularla bütünleşiyor.
SAK: Kendine bakıyor yani.
SH: Evet, kendine bakıyor. Kendimiz, kendimiz için istediğimiz çevreyi elde etmiş oluyoruz.
AV: Milli Reasürans projesinin kendisiyle ilgili epey şey biliyoruz ama tasarım sürecini ve süreci etkileyenlerden bahseder misiniz? Kentin o bölgesinde, tasarımınız o yıllar için büyük bir metrekare ve hacim: 40.000 metrekare, 1980’li yıllar için büyük bir proje ve inşaat hareketi. Nasıl bir süreçti sizin için? Malzemesini bulmak, o detayları üretmek, o kadar büyük açıklığı geçmek, ilginç bir süreç olmuş olmalı. SH: Tasarım fikrinin nüveleri hakkında bugüne kadar epeyce yayın yapıldı, dediğiniz gibi. Tasarım fikrinden uygulamanın sonlanmasına kadar değişik yanlarıyla anlatılacak uzun bir süreci var.
Teşvikiye’nin o noktasında “eyvan” diye adlandırdığımız boşluğu hayal ettik. Daha önce kütüphane uygulamalarında geniş açıklıklı boşluklar denemiştik, o nedenle boşluk önermek gözümüzü korkutmuyordu. Ancak yine de bu boşluğun nasıl inşa edilebileceğinden emin olmak istiyorduk. Köprü kısmını açıklayan 1/500 ölçekli bir maketle, her zaman danışmanlığına başvurduğumuz Y. İnşaat Mühendisi Metin Erdemli ile konuyu ele aldık. Yaklaşık 45 metrelik bu açıklığı bir defada, arada hiçbir taşıyıcı olmadan geçersek kiriş yüksekliği yaklaşık 3 metre kadar olacaktı, ki bu imkansızdı. Bu açıklıkta kiriş bir noktadan tek kolonla desteklendiğinde yüksekliği 1,80 metreye indi. Tesisat sistemlerini de taşıyıcı sistemle birlikte çözümlemek üzere castella kirişleri tercih edildi. Cepheye paralel uzanan betonarme ana kirişlere dik yönde yerleşen castella kirişlerinin boşluklarından geçirilen kanallar ve borular, köprüyü taşıyan betonarme perdelerin arkasındaki şaftlara bağlandı. Böylece mimari, taşıyıcı ve mekanik sistemin bütünlüğü sağlandı. Uygulama projelerini çizerken o güne kadar alıştığımızdan çok daha kalabalık bir ekiple çalıştık. Bu ani farkı yönetmekte zorlanmadık.
Yarışma projesinde cephe kaplaması için 1mx2m ebadında taş kaplamalar önermiştik. Bir yapı sergisinde Balıkesir İda taşını görmüş ve hayran olmuştuk. Yarışma projesini çizerken Şandor’la birlikte aklımızda hep o taş kaplama vardı. Bu ebattaki mermerin kalınlığı yaklaşık 10 cm olup binaya fazladan yük getireceği ve deseni de karmaşık çıkabileceği için uygulama aşamasında yeniden düşünmeye başladım. Yapı fuarında graniti gördüm, tanıdım. Türkiye’ye yeni yeni geliyordu. İnce kesitte kullanılabiliyordu. 1mx2m ebattan vazgeçtim. Her iki yönde ikiye bölerek 50cmx100cm gibi bir boyuta geçtim. İlk düşünceyi yaşatmak için, 1mx2m çevresinde siyah ve aralarda şeffaf silikon derz dolgusu gibi uygulamalara başvurdum.
Giydirme cephe sistemleri, fan coil sistemleri ve ona bağlı fan coil kapakları hepsi bir arada çözümlendi. Dış cephe paketi olarak alışılageldik sistemlerin dışında o zaman için ender olan şeyler burada uygulandı. İmalat çizimleri uygulamacı firmalar ile aramızda defalarca gidip geldi.
Doğayı binaya sokmak istesek de çiçekliklerin tamamı yapılamadı. Doğrudan doğruya işverenle karşı karşıya olduğunuzda, işvereni böyle bir fikre ikna etmek çok zorlu olabilir. Fikrin yarışmayla elde edilmiş olması, değerli meslek insanlarından oluşan bir jüri tarafından tavsiye edilmiş olması bu süreçte bize çok büyük destek sağladı. Uygulama sürecinde ise bu desteğimiz yoktu. Mesela eyvanın tavanında ısı izolasyonunu gerçekleştirmek, kuşların kirişler arasında dolaşmasını ve aşağıyı kirletmesini önlemek, aynı zamanda kiriş boşluklarından geçirilen tesisatı gizlemek üzere asma tavan yapıldı. Bu asma tavan aydınlatmayı da içeriyordu. Aydınlatma ve tesisatın bakımı için iki ana kirişe takılı hareketli sepetlere ait projemiz gerçekleştirilmedi. Onun yerine geniş platolu iner kalkar bir kriko sistemi tercih edildi ama zaman içinde verimli kullanılamadığı ortaya çıktı. Böylece eyvanın tavanında yıldızlar gibi parlamasını hayal ettiğimiz spotlar artık söndü. Halen İş Bankası’nın üzerindeki dördüncü kat terasına yerleştirilmiş projektör boşluğu aydınlatıyor.
Mal sahipliğinin tümü mimariye etken en önemli faktör. Bir yapıda mimarlık başarılıysa bu başarıya mutlaka mal sahibi de ortaktır. Mimariden söz etmek istiyorsak önce mimarı tarif etmek gerekir. Mimar her şeyden önce kendi adına sonra toplum ve müşterisi adına düşünen, sonra da düşündüklerini uygulayan insandır.
Şimdiye kadar çok anlatılmış olmakla birlikte, ben yine de tasarım sürecinden de biraz bahsetmek isterim.
Tabi her şeyden önce yarışmaya davet edilmiş olmak, şart olmamakla beraber katılma isteğini ve heyecanını veriyor. Milli Reasürans T.A.Ş. binaları Maçka’da, birbirine mesafesi 100 m. olan iki paralel ve dar cadde arasında yer almakta. Şirket binası, yan tesisleri ile iş ve ticaret merkezini içermektedir. Bir genel müdürlük yapısını tasarlamak için onu tekil, çevreden bağımsız bir bina gibi düzenlemek yerine çok katlı, bitişik nizamlı, Maçka Palas gibi bir tarihi komşuya sahip alanda hem Milli Reasürans için elverişli bir çözüm üretmek hem de kente ve kentliye dönük olmak istedik. Bina cadde üzerinde olsa, sıkıntılı ve sıradan, geriye çekilse şehirsel düzene aykırı olacaktı. Tasarımın ilerleyen adımlarında hem şehirsel düzeni devam ettiren hem de ana girişin bulunduğu caddenin darlığına ferahlık katan bir boşluk yapma fikrine ulaştık. Eyvanın gerisindeki ikincil boşluktan ışık alan memur çalışma bölümleri, karşısındaki komşulardan, caddenin gürültüsünden uzaktadır.
Üstte caddeyi takip ederek bir uçtan bir uca uzanan köprü yapmak, altta dar caddeye ferahlık kazandıran “eyvan” dediğimiz bir boşluk bırakmak, bitişikteki tarihi Maçka Palas’ın ağır, dolu kitlesine karşıt olarak bu boşlukla şehirde röper noktası oluşturarak cevap vermek istedik.
Eyvanın yüksekliğini Maçka Palas’ın beşinci kat silmesi belirledi. Eyvanın üstünde, manzaraya hakim Milli Reasürans Genel Müdürlük üst yönetimi var.
SAK: Köprüye dönüştü aslında. Böyle aşama aşama, oya oya.
SH: Evet, hep oya oya. Bina içindeki ilişkileri didikledik. Şöyle de tarif edebilirim süreci, var sayalım ki bir dolu kitle var. Sıra ile ne lazımsa bıraktık, ne lazım değilse koparıp attık. Böyle bir oluşumla, ışığı takip ettik hep. İyi çalıştığı kanaatindeyim.
SAK: Biz sıfır kotunda iyi çalıştık. AV: Üst kotu, ofis kotlarını bilmiyoruz. Annem Nişantaşılı, evliliğinden sonra semt değiştiriyor. Ben de bir Nişantaşılının kızı olarak 1998’den bugüne oralarda yaşıyorum. Esasen insan gibi, yapılar da doğuyor, büyüyor. Mesela 12-13 yaşlarında bir çirkinleşiriz ama 18-19’dan sonra tekrar bir güzellik gelir. Şu an bence Milli Reasürans, çok iyi bir olgunluk dönemi yaşıyor. 1998’ten bugüne izleyen biri olarak, her geçen sene zemin kotlarının daha da iyi çalıştığını görüyorum. Sizin de hedeflediğiniz buydu diye düşünüyorum, o iç avlular ve aşağıdaki alanları yaratırken şehrin içinde birtakım anlamlı ve kullanışlı boşluklar hayal ettiğinizi düşünüyorum.
SAK: Uzanıyor ve şehir içeri doğru devam ediyor.
SH: İki yol arasında bir arka bahçe olarak kalsın istemedik. Belediyenin tanıdığı yapılaşma hakkının Milli Reasürans alanından arta kalan kısmının ne olacağını belirlemek yarışmacıya bırakılmıştı. Çevreyi, kullanımı ve yaşantıyı araştırdık. İki caddeyi ve Milli Reasürans’ın her iki cadde üzerinde yer alan şirket ve kiralık yapılarını pasajla birbiriyle bağlamak, bu geçişlerle akışkanlık ve çarşı, kahvehane gibi uğrak yerleri ile kent yaşamının pasaja girmesini sağlamak istedik. Civarda yaşayan mimar Sami Sisa “sokağa çıkınca bir bahane uydurarak yolumu mutlaka oradan geçiriyorum” demişti. Mimarlığın yaptığı, bu dünyada yaşama yön vermektir.
Abdi İpekçi Caddesi’nde de daha küçük ölçekte çarşı, pasaj, büro girişleri için hareketi yine boşluklarla karşıladık ve bir nevi küçük eyvanlar yaptık.
AV: Arka bahçe olmak dediniz ya, ben orada yaşayan biri olarak şunu söylemek istiyorum: Biz Nişantaşılılar için bir gizli bahçe Reasürans’ın içindeki yerler. Neden, biliyor musunuz? Beyoğlu’nda masalar yasaklandıktan sonra Nişantaşı’na bir akım oldu. Ama Reasürans’ı, zemin katları mahalleliler kullanıyor, biz kullanıyoruz.
SH: Abdi İpekçi Caddesi’nin Valikonağı Caddesi’ne yakın bir noktasında yakın bir tarihte bir arka bahçe olan Well Done, bir de Milli Reasürans Çarşısı var. Bu arada arka bahçeler düzenlense hem buralar çöplük olmaktan kurtulur hem de şehir yaşamı renklenir. Kahveler kaldırımlardan bahçelere uzanır, bahçelerde hayat var. Milli Reasürans’ta ilaveler yaptılar, hepsi dışarıya çıkardı masasını, sonra onların üzerine tenteler koydular ama birbirine uymuyor, denk gelmiyor.
Orada, o karmaşayı, dükkanların arasındaki durumu, her birinin başka telden çalmasını biraz Las Vegas durumuna benzetiyorum. Bir alışveriş merkezindeki gibi belli bir düzen, belli bir çizgi devamlılığı yok. Fakat o çarşının masalarda sohbet halinde oturanlar, yağmur yağınca sırılsıklam oluşu, güneş parladığı zamanki hali, çatılardan sarkan yeşilliklerle, saksılarla bir hoş havası var.
AV: AVM’lerdeki o düzendense sizin yarattığınız o avlular, insanların bir akışkanlık içinde buluşma hali, çok kakofoniye gitmediği sürece o birbirinden farklılık da iyi bir enerji doğuruyor. Dediniz ya onun tentesi başka bunun tentesi başka ama bütün tentelerin hepsi aynı olsa şu anki kadar yaşanmışlık hissi verir mi emin değilim. Yine de sizin müellif olarak bir düzen isteğinizi anlıyorum, biz de projelerimizde onu istiyoruz ama biraz özgür bırakmak lazım. SH: O pasajın hareketliliğini insanlar yaratıyor, insanlarla alışveriş halinde bina. Ranchero kısmı farklı, giriş kısmı farklı, Cafe Wien farklı.
AV: Mesela aşağıda Koridor adlı bir bar vardı, bilir misiniz? Mahallenin barıydı.
SAK: Bu gibi müesseseler, buluşma yerleri, kiradan bağımsız olarak mekansal izlerle yer alıyor oralarda, büyük kentte başka yerler varken. Bağlı olmak, kopuk olmamak gibi sebeplerle seçiyor insanlar orayı yıllar içerisinde. Biraz kent karar veriyor bu duruma. Sokağın uzantısı, sokak orası da. İnsanlar gürültüsüne, saatine dikkat ediyor ki karışık program birlikte devam edebiliyor.
SH: Almanya’da böyle avlular 1960’lı yıllarda da vardı, gördüm. Bizim mahallede kahve de vardı, yüzme havuzu da. Halk okulu da vardı, seramik yapmaya gidiyordum oraya. Böyle, insanları bir araya getiren şeyler vardı. Türkiye’de bu yok, hala olamadı. Mahalle sadece komşuluktan ibaret, ki o komşular da artık birbirini tanımıyor. Bir araya gelme, birlikte yaşama yeri olması lazım mahallenin.
AV: Ben bu süreçte biraz Sevinç Hanım üzerine çalıştığım için Şandor Bey’i çok bilmiyorum. Sizde gördüğüm o mekana daha şehir ölçeğinden, daha büyük ölçekten bakmak, Şandor Bey’in yaklaşımını ise daha bina ya da parsel bazında bakmak olarak mı tarif edebilir miyiz?
SH: Şandor Hadi’nin yaklaşımları şüphesiz her zaman çevreden hareket ederek başlardı. Mesela İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi yüksekliğini yanındaki Beyazıt Hamamı masif kitle yüksekliği ile aynen devam ettirip şehirsel harmoni ve bütünlük sağlamayı düşünüyor. Çatıyı da bakır kaplı, coşkun şetlerle vurgularken, altta daha çok içe dönük, semavî ışıkla aydınlanan kütüphane okuma salonlarını oluşturuyor.
SAK: Şandor Bey, kentteki boşlukları tekrar bir araya getiriyor gibi geliyor bana. Yani pozitif yapıyı değil de o pozitif yapının içindeki negatifleri inşa ediyor, o esnada da yapı oluşmuş oluyor. Bu yüzden detayda çok iyi gibi geliyor. Farkı var diğer çağdaşlarından.
SH: Düşüncenizi aktarırken kentteki boşlukları bir araya getirmekten bahsettiniz. Bu doğru bir yargı, yaptığımız az sayıdaki binanın hemen hepsinde bu anlayışın olduğunu söyleyebilirim. Sanki çatıyı kaldırsanız geride bir meydan etrafına dizilmiş yapılar kalacak. Şandor’un da, benim de yapı denince aklımıza gelen, doldurmaktan çok boşaltmakla ilgili düzenlemelerdi. Kentteki boşluklar kadar komşuluklar da ilgimizi çekiyordu. Ben Göreme İmar Planı dolayısıyla Göreme çevresinde araştırma da yaptım. Teknik Üniversite’nin şehircilik derslerinde o zamana kadar öğrendiğimize eklenebilecek, çok farklı yorumlar ve durumlar olduğunu gördüm. Hayran oldum şehirlere. Göreme’de yerine, eğimlere, ilişkilere bağlı olan şehrin kurgusu dikkatimi çekti. Bir komşu ötekinin yanına gelirken, ikisinin yaşantısı da birbirini destekliyor.
AV: Benim çok meraklı olduğum bir şeye getiriyor bu: mülkiyet kavramı. Yani modern şehirlerdeki mülkiyet kavramıyla geleneksel şehircilikteki mülkiyet kavramı.
SH: Orada hele mülkiyet öyle bir şey ki, bahçe birinin, altı başka birinin.
SAK: Üç boyutlu kadastro gerekiyor.
SH: Mesela Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı şehirlerinde rölöve yaptım. Derinkuyu’dayız. Aşağı indik, indik, indik; bir patates deposu gördüm. Önüne tel örgü koymuşlar kimse elini uzatamıyor. Demek burada bir yaşantı var diye düşündüm. Oradan kaptırarak yukarıda kimin yaşadığını gördük, yukarıda tek odalı bir aile. Oradan biraz iniliyor mutfağı var, biraz iniliyor, depolar başlıyor… 9-10 hacim, sadece iki kişi kullanıyor.
SAK: Onlar çıkarıldı herhalde Derinkuyu’dan, turistik hale geldi.
AV: Evet şu anda içinde gezdiriyorlar.
SH: Yer altında temizlenip ziyarete açılan bölgenin yer üstündeki giriş çevresi korunmalı ve onların içinden geçilerek aşağı inilmeliydi. Çok yazık olmuş. Derinkuyu’da bütün çevre yer altında birbirine bağlı. Hatta Göreme’ye uzandığı söyleniyor bu bağlantıların.
Ben Göreme İmar Planı’nı yaparken, yönetmelik gereği örnek evler çizmek durumundaydım. Çünkü ev yapılacağı zaman o örnek seçilecek, yapılacaktı. Ben o zaman köylülere dedim ki “Siz ne istemiyorsunuz?” Ne istiyorsunuz diye sormadım, çünkü istekler sonsuz. Ne istemiyorsunuz diye sordum. “O afet evleri var ya” dediler “ondan istemiyoruz”. Hep beraber gittik oraya. Görmüştüm zaten önceden de. Arsanın ortasına konmuş yapı, etrafında bir bahçe boşluğu var. Onu değerlendirme olanağı kalmıyor. Diyor ki köylü, “Bir köşeye yap evi, sonra ben ona ilave edeceğim. Çocuğum büyüyecek ona bir oda yapacağım, evlenecek, bir oda daha. Ahırı, samanlığı... Ortası da iş yeri, iş avlusu olarak kalacak. Atımı arabamı oraya çekeceğim.” Bu, eski yapılarda vardı. Bu, bir evin birlikteliği, ailenin birlikteliği anlamına geliyordu. Bir dikdörtgen prizmasının içindeki aile, sadece oturma odasında bir araya geliyor, o kadar. Halbuki avluda bir araya gelmek de var. Kısaca, onlar mimarsız mimarlıktan, yerel, dededen, babadan aktarılanlarla mimarlığın önemli prensiplerinden söz ediyorlar.
SAK: Orada imalat da yapabiliyorsun çünkü.
AV: Bunu kent ölçeğine baktığınızda nasıl görüyorsunuz?
SH: Kent ölçeğine baktığımızda da birtakım farklı ve benzer işlevlerin bir araya gelmesi, bir birliktelik olması gerek. Birliktelik çok önemli, insan mutlu olmak için yaşıyor ama tek başına mutlu olmuyor. Onun için mimariyi hep yaşama bağlamak istiyorum. Bakın, 1963 yılında Dumlupınar Şehitleri için bir yarışma açıldı iki kademeli. Şandor Hadi, Şerafettin Öztürk ile Dumlupınar Zafer Anıtı mimari proje yarışmasında 2. Ödül aldığı projesinde Zafer Tepe’de yapılacak anma törenlerinde halka sunaklar, geçici alışveriş noktaları, ziyaretçilerin keyif duyacakları toplanma alanları düzenlemişti (1963).
1965 yılında imar planı için Dumlupınar’dayız. Başlarında beyaz örtüleri, boyunlarında altın takılarıyla köyün kadınları düz toprak damların üzerinde merasim alayını izlediler. Daha sonra 30 Ağustos kutlamaları için Zafer Tepesi’ne gittik. Bu, tepenin hemen yamacında yaşayan herkes büyük coşku içinde, civar köylüleri o çorak tepeyi doldurmuş, nasıl kalabalık; kadınlar, erkekler, çocuklar, bebeler, kağnılar, at arabaları günler öncesinden gelmişler, karpuz sergileri açılmış, oyunlar oynanmış. Tuvaletler yer altında, fakat kilitlenmiş. Uzun bir tribün yapılmış. Orada bir arada oturan köylüleri görmek öyle heyecan vericiydi ki. Hepsi başlarını sarmışlar, rengarenk, yeşiller, kırmızılar, pembeler, bir arada, coşkulu. Bellerinde kuşaklar, sırtlarında kucaklarında çocuklar geçit resmini izliyorlar. Bir helikopter uçtu, iki paraşütçü atladı. Millet heyecan içinde alkışlıyor. 30-40 paraşütçü atlasaydı diyorum. Halkın beklentisi, bir heyecan… Ben yine yaşam diyeceğim. Anıyı, coşkuyu vurgulamak, aynı anda insanı yaşatmak, mutlu etmek önemli. İnsanları orada, o hadisenin içine sokacak anları yaşatacak durum yaratmak. Halk bunun için heyecan duymuşsa, o heyecanı duyuracak mekanı oluşturmak lazım.
Tören alanı anıtsal üçgen duvarların arasında oluşturulmuş, herkes törene dahil olamıyor. O zaman Şandorların projesini geçirdim aklımdan. Tören bitti. Günler öncesinden gelenler yarım saatte tepeyi terk etti. Sadece rüzgar esiyordu serin serin.
SAK: Olay tasarlamak, bir olayın olmasına izin veren bir yer tasarlamak.
AV: Kaç saattir konuşuyoruz, hep aynı şeyden bahsediyorsunuz: yaşamdan, yani mekan değil, yaşam tasarlamaktan. Yaşamın döneceği, bir döngüsünün olacağı mekanla sonlandırıyorsunuz tasarımınızı. Mekan en son gelinen nokta, başlangıç noktası değil gibi. Bütün bu süreçlerde İstanbul’un planlamasında bugün geldiğimiz noktayı nasıl görüyorsunuz? Bir de bütün bu süreç içinde, kentler planlanırken mimarın sorumluluğu nerede durur, kentleri sadece mimar mı tasarlar? SH: Bu, mimarı aşan bir konu, çok geniş, birçok disiplini içine alıyor. Mimar yapar diye bir şey yok. Eskiden, şehircinin olmadığı zamanlarda mimarlar yaparlardı. Şimdi şehirciler de yetmiyor, ekonomistler, sağlıkla uğraşanlar, meteorologlar, tarihçiler, psikologlar, sosyologlar, yer bilimciler yani çok çeşitli disiplin işin içine giriyor. Müthiş bir iş, şimdi İstanbul ne olacak? Hakikaten çok büyük muamma, şehir nefes almıyor adeta. Öyle ki, böyle yola çıkıyor gidiyoruz binalar, gidiyoruz binalar, binalar, binalar… Durak yok, soluk alacak yer yok. İstanbul kalabalık şehir, fakat büyük şehir denebilir mi?
Tarihi olduğu kadar İstanbul’un bir Boğaz’a, Haliç’e, Marmara kıyılarına sahip olmak gibi çok önemli bir özelliği var. Onlarla beraber yaşam kurgusu çok kısıtlı. İstanbul halkının çoğunluğu bu coşkuyu yaşayamıyor. Şair Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” diyen duygulu dizeleri çok gerilerde kaldı artık.
AV: Artık metropol kelimesi bile bana İstanbul’u tariflemekte yeterli gelmiyor.
SH: Ayrıca bir de şu var, sadece meslek disiplinleri yok, yönetim var. Siyaset var, politika var. Onlarla beraber yürüyor, bu çok büyük bir etken.
*Yaklaşık bir yıl önce değerli mimarlar Aydan Volkan ve Sait Ali Köknar ile her biri 5-6 saat süren iki sohbetimizi XXI Dergisi bir tefrika olarak dört sayı ve bu beşinci sayıda yayınlıyor. Sn. A. Volkan ve Sn. S. A. Köknar’ın genç ve dinamik düşünceleri eşliğinde geçen diyaloğumuza, mimar olma kararıma neden olan çocukluk anılarımı sormalarıyla başlamıştık. Yaşadığımız şehirlerde çocuk gözümle ve dikkatimle hatırımda kalanlardan, Mersin rıhtımlarından, Silifke Caddesi’nden ve evimizden bahsetmiştim. Yayını takip eden ilk günlerde Mersin Mimarlar Odası beni arayıp davet etti. Aynı sayıda Merzifon yakınındaki Gümüşhacıköy’den, kavrulmuş leblebi kokulu okul yolundan da bahsetmiştim. Dijital yayın yapan Gümüşhacıköy Yerel Tarih grubunu takip eden Gümüşhacıköy Derneği (GÜMYAD) başkanı ve dört yönetim kurulu üyesinin ellerinde leblebi paketleri ve sıcak ilgileriyle beni evimde ziyaretleri ve memleketlerine davet etmeleri doğrusu pek hoştu. Bunu da Gümüşhacıköy Haberler ve Merzifon Olay isimli gazetelerin yayınları takip etti. Derken GÜMYAD üyeleri ablam Özcan Tüjümet Tütüncü ile sosyal medya üzerinden temasa geçmişler. Bütün bu ilişkiler zincirinden bahsederken şunu kastediyorum: Her ne kadar bugünün dijital iletişiminin katkısı çok büyük olsa da, bu söyleşi vesilesiyle mimarlığın masa başı tasarım süreçleri dışında insani bağları canlandırdığını ve pekiştirdiğini görmek mutluluk verici. Mimarlığın aslında ummadığımız, ama karşımıza çıktığında yüzümüzü gülümseten bir yönü...
Sn. Aydan Volkan’a, Sn. Sait Ali Köknar’a, XXI Dergisi’ne ve yazıda emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.
Sevinç Hadi
EDİTÖR NOTU
XXI ekibi olarak hem mimarlık mesleğine hem de yapılı çevre ile insan ilişkilerinin dönüşümüne dair deneyimlerini ve düşüncelerini paylaşan Sevinç Hadi’ye ve buna aracılık ederek tefrikayı mümkün kılan Aydan Volkan ve Sait Ali Köknar’a teşekkür ederiz.
İlgili İçerikler:
-
Boşlukla Örgütlenen Mekan
-
“Yürür-Çizer” Pratiği ve Mümkün Kıldığı Kentsel-Toplumsal İhtimaller
Diyarbakır’da deneyimlediğimiz “yürür-çizer” atölyesi de pek tabii bu risklerden tamamıyla azade değildi. Fakat bu riskleri dikkate aldığını düşündüren özellikleri de barındırıyordu. 30 civarı katılımcısının yer yer birleşerek yer yer ise dağılarak tatbik ettiği bir yöntem olması, bir diğer deyişle ufkunu bireyci bir deneyimle sınırlamaktansa belirli bir kitleselliği mümkün kılması bu anlamda not edilmeli.
-
İçerici Çerçeveler
-
Kayalıktan Uzanmak
-
Devre Arası Kamusallık
-
1960'lar Ofis Hayatı
Tefrikamızın dördüncü bölümünde Sevinç Hadi, Türkiye'ye döndüğü yıllarda kent planlama çalışmalarını ve Şandor Hadi ile birlikte yürüttükleri ofis düzenini anlatıyor.
-
Yurtdışı Deneyimleri
Tefrikamızın üçüncü bölümünde Sevinç Hadi, Almanya’daki çalışma deneyimleri ile oradaki yaşamına dair detayları, Avrupa gezilerini ve kendisini etkileyen yapıları paylaştı.
-
Mimarlık Eğitimi Yılları
Tefrikamızın ikinci bölümünde Sevinç Hadi, kendisini mimar olmaya yönelten nedenleri, 1953-1958 yılları arasında okuduğu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık eğitiminin verilme biçimi ve ortamına dair deneyimleri ile günümüz eğitimi ve öğrencilerine ilişkin düşüncelerini paylaştı.