Orta Dünyada L Tipi Akademizm: Otosansürden Otolize

LEVENT ŞENTÜRK

-L tipini icat edip uygulamış ama artık geçmişe bir sünger çekmiş olan o mütevazi insanlara...-

Linç tipi [“L” tipi] akademizm, kanlı orta dünyanın kıyısında başlayan ibretlik yükselişini sürdürmekte: Önceleri de müstakil bir hantallık ve gerilik olan L tipi, konjonktürel entelektüellerin [konjentelektüeller] çıkar ilişkileriyle örüldüğü bir döneme girmiş ve iyice girift bir hal almıştır.

Konjonktüre ayak uydurup muktedirlerin buzdolabı bekçiliğine amade entelektüel, işleyişe/yürütmeye dair buyruklarla eşgüdümde kalmak şartıyla, bir eli yağda bir eli balda tutulan bir unsur sayılabilir. Bu konumdaki “kul” entelektüelin, görece bağımsız ve eleştirel bir imajının olması iyidir.

L tipi yapılanmada, dünyeviliğin son kullanma tarihi geliverir. Uhrevi proje yürürlüğe girdiğinde, kendileriyle vedalaşılır ve yerlerine “bizim çocuklar” geçirilir. L tipi bağlanımın gerek ekonomi-politiğini, gerekse ekonomi-simbiyotiğini irdelemekte fayda var. Her güçlü çıkar ortaklığı gibi ticari bir evlilik olan bu ekono-simbiyotiği şirket ilişkisine benzetmek mümkün. Gerçek kişiler adeta tüzel kişilere dönüşmüş ve bir anlamda buharlaşmışlardır. Linç tipi akademizmin ekonomisi geçici ve kırılgandır; tıpkı hiyerarşik kademelenmenin anlık kurgusu gibi. Orta dünyada L tipi akademisyenler, “ceketini al ve çık” kadar bağlı kalırlar. Her an havalanıp gidebilecek kadar hafiftirler, o yerin yükünden ve o yerin bütün duygusal bağlayıcılardan ari görünürler. Ama ekono-simbiyotik bakımdan somut biçimde aygıtsaldırlar ve bunu da gizleyemezler. “Eterleştikleri” nokta ne kadar övülmeye değerse, çamaşır makinesi kadar hantallaştıkları nokta da o kadar övgüye değerdir: Nitekim gün gelip fişleri çekildiğinde, kentle ve bölgeyle, insanlarla ve sokaklarla bağları, geçirimsiz metal gövdelerinden okunur. “Eterleşme”nin ya da yer-kaplamazlığın sınıfsal içerimleri güçlüdür ve “olağanüstü hal” rejimine ait bir şeyler taşır bünyesinde. Her şey, yani insanların arasındaki hukuk askıya alındığında, buharlaşıp kaybolma becerisini ilk onlar, “eter-entelektüeller” gösterebilir.

L tipi akademisyenlerin bağlanım biçimlerinin perspektifin yatayında görünürlüğü yoktur ve itaatkarlıkları sanki özgürlükleri gibi görünür. Ama “olağanüstü hal”in belirmesine neden olan koşullar ortaya çıktığında, yani gündelik itaat dokusunda bir yırtılma gerçekleştiğinde, –ki akademinin ideal koşullarda her an bu yırtılmalarla varlık kazanabileceği varsayımında bulunmak zorundayız– işler değişir. Kamufle olmuş, perspektife girmeyen yatay L tipi mantık derinlemesine belirginlik kazanır: Çürümüşlüğünün derinliği gerçekten de “muhteşem”dir.

Bu, reel-politik bağlamda kritik bir andır çünkü o ana dek sınanması gerekmeyen bütün argümanların test edildiği gerçek durum ortaya çıkmıştır. Bu test geçilemezse, özgürlükçülüğün maskeden ibaret olduğu herkesçe görülecektir. Ama mesele özgürlükçülük maskesinin düşmesinden çok daha kritiktir çünkü her olağanüstü halde beliren “varlıkla yokluk” refleksinin apaçık ortaya çıktığı andır bu. İdareimaslahat bülbüllerinin şakıdığı, bu şakıma sırasında faşizmle paylaştıkları büyük ortak paydanın notalarından başka ses çıkartamadıkları bir an. Linç homurtularının, ağu kokusunun sardığı an. Akademyanın “rüya takımı”nın “riya takımı”na karşı maça başladığı an. Kimin hangi takımdan olduğunun birbirine karıştığı kargaşa anı! L tipi koro, bir ağızdan söylemekle kalmayıp esasen bir ağızdan susmakla kurulur.

L tipi koro, kuluçkadaki kuruculardan oluşur. Kuluçkadakilerin geleceği hassas konudur; bu nedenle zümrenin sahicilik ihtiyacı da hassastır. Kendi-gibi-olmayana doğru bir meşruiyet görüntüsüne şiddetle ihtiyaç duyulur çünkü yayılım alanı uhrevilikle sınırlanarak topal kalınmamalıdır; dünyevi alanda at koşturmak esastır. L tipi akademisyenlerin işlevi, olağan şartlarda, kuluçkadaki L tiplerine güvenli yetişim alanı sunmaktır. Kuluçkadakilerin tam hazmedemedikleri bu ısıya ihtiyaçları vardır. Sindiremedikleri söylemleri ve argümanları içselleştirmeye şiddetli susuzluk duymaları, kılıç eğitimlerinin nedenidir. Değerli akademik birikim sağlayan L tipi, bilerek ya da bilmeyerek, kuluçkadaki kuruculara meslek içi linç eğitimi sağlamış olur.

L tipinin işleyişindeki önemli paydalardan birini de, cümle aleme karşı inandırıcılık kapasitesi yaratmayı kolaylaştıran akademik vitrin teşkil eder. Egemenlik alanı bir zehirleme alanından müteşekkilse ve birini zehirleyerek ona egemen olmak gayesindeyseniz, bunun en kestirme yolu fare zehrini önüne koyup “Şimdi bunu iç!” demek değildir. İçilecek kıvama getirmek için yumuşatıcılara, tatlandırıcı lezzetlere muhtaç olduğunuz, biyopolitika kadar eski gerçektir: İtaat sağlayan zehirleyiciler için birçok terkip vardır. Meşruiyet içerdeki ideolojik konforu arttırır, müreffeh ve serin bir iktidar habitatı temin eder. Şayet Batılılar, “Burada iyi şeyler oluyor!” diye düşünürlerse, gerek “nüve” için, gerek “kuluçkada bekleyenler” için yeni bir hipodrom açılmış demektir. Ve her yeni hipodrom, ideolojinin at koşturacağı yepyeni bahislerin hayal edilmesini körükleyecektir. Biyopolitik terkipler, çeşit çeşit egemenlerin gözde ilaçlarıdır.

Vitrine koymak için önce her hayvanın nasıl avlanacağını iyi bilmek gerekir. Tuzağa çekmek, zarar vermeden yakalamak, vitrine kapatmak ve vitrinin sıkı kurallarına hayvanları boyun eğdirmek gayret ister. Vitrindekileri semiz ve dolgun tutmak gerekir yoksa orada mutsuz varlıklar görenler kuşkuya kapılabilir. Vitrinin estetiğini de gözetmek elzemdir -hangi hayvanın ilgi çektiği, hangi akademik malın moda olduğu iyi izlenmelidir.

Ama akademik vitrinde kukla bulundurmak en iyisidir. Bir kere kuklalar, canlı hayvanlara (papağanlar, maymunlar, vb.) göre daha az tehlikelidir; eğer iplerini kullanmakta mahirseniz vitrinde yapamayacağınız gösteri yoktur. Vitrindeki gösteriler, kuluçkadakilerin ahlaki düzeyini aşmayan, düşük profilli gösteriler olmalıdır.

Kuklalar vitrine doğru şekilde yerleştirildiklerinde, etkileyici duruşlar sergileyebilir ve izleyenlerde büyülenme bile yaratabilir; oysa papağan, akrep, panter gibi canlı hayvanları akademik vitrinde izlemek her zaman o kadar da büyüleyici değildir. Kuklalara şakşakçılık, imzacılık, yağcılık yaptırılabilir kolayca; direnmezler bile, nasıl duruş verilirse öyle kalırlar. Oysa tavus kuşu gibi hayvanların bunları öğrenmesi neredeyse imkansızdır. Kuklalara istenen her şey söyletilebilir, bunun için ağızlarını oynatırlar ve arka plandan istenen replik okunur. Sözgelimi papağanlar istenen her şeyi söylemekle ünlenmiş olmakla beraber, olur olmaz ötebilirler; göz alıcı renklere sahip olmalarına rağmen çok tembeldirler ve kafesine elini uzatanları gagalayarak korkutabilirler. Vitrinden verim almak için kuklaları taltif etmek en garantili yoldur. Onlara rengarenk kostümler ve idari görevler vermek hem şık gösterir hem de papağanların kanatlarındaki renk cümbüşünü ya da tavusların kuyruklarındaki yalazları kıskanmaları böylelikle engellenebilir.

Vitrindeki kuklaların, papağanların ve diğer hayvanların, durdukları hiyerarşik raflarda öylece prim yapması kabul edilemez; onlara da düşen görevler vardır. Kuklalar, ki madem vitrinin en önemli mallarıdırlar, gruplarla ya da nüveyle arayı bozmamak gibi stratejik bir önceliği terk etmemelidir. Kiminle ve hangi ortamda bir araya gelirse gelsinler, dipteki/cepteki çıkar ilişkisini zedeleyecek laflar etmeden raflarında kalmalıdırlar. Bunları yaptıkları takdirde, kuklalara istedikleri kadroların, fiziksel olanakların ve dolgun bütçelerin tahsis edilmesinde sakınca kalmaz. Kuklaları kahraman kılığına sokarak dokunulmazlıklarını perçinlemekle, vitrinin imajına katkıda bulunulabilir. Kuklaları çok çalışkan, oradan oraya koşturan, tuzu kuru olmayan, tok gözlü ve mütevazi akademisyenler olarak göstermek de vitrin için gayet yerinde bir taktik olur. Kuklalar eylemlerinde dikkatli ve naziktir çünkü vitrinin yüksek raflarındaki varlıkları pamuk ipliğine bağlıdır. Vitrini düzenleyenlerden biri, kuklalardan birine “çoğulcu hoşgörünün timsali” kostümü giydirmişse de kostümü tersyüz edince görünen, ayrımcılığın dikiş çizgileri olmaktadır.

Papağanlara bisiklete binmeyi öğreten vitrin terbiyecileri bu gösteriye çok yatırım yapmıştır. Papağanların bisiklet gösterisini, “iktidarda kalma pragmatiği” olarak görmek mümkündür. Pragmatik papağanları, iktidar bisikletine binmiş olarak hayal edelim: Bu şakrak dengeciler, pedalları şevkle çevirerek ilerlemektedir. Sanki pedallara basmak varoluş koşullarıdır ve şayet basmayı bırakırlarsa, iktidar bisikleti yavaşlayıp duracak, papağanlar da bisikletin sağladığı “ekonomik dengeden” mahrum kalacaktır.

Pragmatik papağanlara, denge bisikletindeki büyük gösterilerinin ödülü olarak bir şato tahsis edilmiştir. Şatonun konforlu tüneklerinde “evet efendim!” çığlığını bir “sepet efendim!” ötüşü bastırır ve böyle sürüp gider.

Aslında tüneklerdekilerin cinsi, vitrinin gerisindekiler için bir şey ifade etmemektedir; neticede hepsi birer papağandır. Ama papağanlar konuyu böyle görmez. Şatoyu bir “evet efendim!” çığlığı inlettiğinde, şatoyu gezen oryantalistler iç geçirerek “evet efendim!” diye yinelerler hayranlıkla. Papağanlar, “bu şatonun arpası nereden geliyor?” diye sormak yerine, tüylerinin döküldüğünü ve öleceklerini sanıp tüneğe yalandan yere kapaklanırlar.

Papağanlar, leş yiyen büyük alıcı kuşların sınıf savaşının akademik askerleridir. Papağanlar dönüşemeyeceklerini iyi bildikleri halde onların bu yırtıcılıklarına hep özenmişler ve onları taklit etmişlerdi. Bu, akbabalarla papağanlar arasındaki işbirliğini pekiştiren tarihsel bir olguya dönüşmüştür. Papağanlar, yırtıcılık becerisi gerektiren işlerini onlara gördürmeyi bu nedenle iş edinmiştir. Şatonun yöneticisini daima iri bir papağan olarak gördüklerinden, onun gerçekte bir akbaba olduğunu fark etmekte zorlanmışlar ve bu gerçeği kabule yanaşmamışlardır. O kadar ki uğursuzlardan birini, Şatonun karanlık bir köşesinde bir papağanın leşini didiklerken görseler, başlarını çevirirler ve avazlarınca “evet-sepet” diye haykırmayı sürdürürler. Yarım gagayla da olsa “bu şatoda artık durulmaz!” diyemeyeceklerdir.

Leşçil kuşlar, geniş bir coğrafyada etkin olan kalabalık bir leş yiyiciler grubudur. Mezopotamya’dan Küçük Asya’ya, geniş topraklarda hüküm süren küçük türleri vardır. Anavatanlarının Ortadoğu’daki kadim Kin ve Kan gölleri ve çevresi olduğu sanılmaktadır. Papağanlarla aralarındaki güç, nüfuz ve para bağı incelenmeye değerdir. Hayvanlar aleminde, kuşlar arasında iki türün yakınlaşmasına benzer bir olguya daha rastlanmamıştır. Leşçil kuşlardan aldıkları güçle kuklaları gerekli mevkilere getirenler de papağanlar olmuştur. Kuklalar, vitrinde papağanların çoğundan yukarıda görünseler de, oraya papağanlar tarafından getirildikleri gerçeği yadsınamaz.

Leşçil kuşları konu alan sayısız akademik etkinlikte “leşçillik” [ya da kibarca “saproflik”] daima el üstünde tutulmuş, uğursuz daire çizme uçuşları analiz edilip papağanların toplumsal hayatına sağladığı faydaları konu alan sempozyumlar yapılmıştır. Akbabaların papağanları avladıkları gerçeği, papağanların tümden gözden kaçırdıkları bir olgudur. Gerçekten de onlar hüküm sürdükleri topraklarda, sırf tüyleri renkli diye papağanları yememezlik etmezler ve etmemişlerdir de. Leş yiyici kuşlar, olgunlaşana kadar yavrularını papağan şatosuna emanet etmiştir. Papağanlar, kuklalarla beraber onların yavrularını yetiştirip leşçil hayata hazırlamakla mükelleftir. Arada sırada, renkli dostlarından biri ortadan kaybolduğunda, leşçillerden birinin karnının gereğinden fazla aç kalmış olduğunu görmezden gelirler.

Kuklalar için leşçillik hiçbir şekilde sorun olmamıştır. Hatta onların romantik pedagojilerine içkin hümanizm, leşçilliğin giderilebilir bir bozukluk olduğu teorisine dayanır. Kuklalar, leş yiyici yavruların yırtıcı bakışlarında mayalanan kana susamışlığı metanetle karşılar ve şöyle düşünürler: “Ne kadar kana susamışlık, o kadar iyi.” Böylece, romantik pedagojilerinin işlevselliğine daha da inanırlar. Çünkü, diye düşünürler, bir yavruyu bile leşçillikten vejetatif habitata çekebilsem, kar kardır. Papağanlar onları bu çabaları nedeniyle az pohpohlamamıştır.

Kuklalara sorulması gereken şeylerin başında, şatodan firar etmeyi düşünmeyecek kadar çıkarcılığa boğulmayı nasıl başardıkları gelmektedir. Şatonun dışına çıksalardı, akbabaların dehşetine karşı diğer kuşları eğitebilirlerdi. Ama bunu yapmak yerine her durumda şatoyu savunmuş, İsa yerine Kilise'yi savunan papazlarla tarihsel bakımdan ortaklaşmışlardır. İsa’nın çarmıha gerilmesi umurlarında olmazken, varsa yoksa şatodaki kişisel menfaatlerini (pozisyonu muhafaza, emeklilik garantisi vb) temel almışlardır. Heyhat, şato onlara da yar olmamıştır.

SONUÇ: LİMA BİLDİRGESİ
Lima Bildirgesi, dünyada akademik özgürlük ve yüksek öğretim kurumlarının özerkliğiyle ilgili temel metinlerden kabul edilmektedir. Bildirge, özerkliği hem kılgısal (eğitimde, araştırmalarda, dışa yönelik çalışmalardaki) özerklik, hem de kurumsal (mali işlerde, iç işleyişte ve yönetimdeki kararları almada) özerklik biçiminde tanımlar. Sözleşmeye göre, akademi için kendi politikalarını oluşturmada devlet karşısında ya da tüm diğer güçler karşısında bağımsız olmak esastır. Politik baskı, ekonomik baskı biçiminde de tecelli edebilir. Bildirgede özgürlük, kendini savunabilmek olarak tanımlanmıştır. Sözleşmenin başında, “eğitim hakkından yalnızca akademik özgürlüğün var olduğu ve yüksek öğretim kurumlarının özerk oldukları bir ortamda tam anlamıyla yararlanılabileceği” ifade edilmiştir. Sözleşme akademik çevreyi doğası gereği politik ve ekonomik baskılar karşısında savunmasız kabul ederek tanımlar. C maddesi, ayrımcılık vurgusunu ırk, renk ve cinsiyetle sınırlamayıp, “başka bir statüye ilişkin herhangi bir ayrımcılık yapmadan eğitim hakkını güvence altına almayı ve bunun için para ayırmayı” öngörmektedir. 5. madde fırsat ve muamele eşitliğine, 7. madde öğretme hakkına müdahale edilemeyeceğine vurgu yapar. 14. madde, üniversitenin bireye karşı yükümlülüklerini iki görev tanımıyla ortaya koyar: Temel ve politik hakların gerçekleşmesini gözetme, bilimin kötüye kullanımını önleme. 15. madde, akademiye ayrımcılık karşısında ne yapması gerektiğini açıkça söyler: Çağdaş sorunlar ve toplumsal ihtiyaçlar bağlamında, faaliyetlerini ve gündemini yapılandırmakla kalmamalı, kendi toplumundaki politik baskıları ve insan hakları ihlallerini açıkça kınamalıdır. Sözleşme, üniversiteleri bu konuda net biçimde görevlendirmiştir. Dahası, 16. madde, baskıya karşı dayanışma görevi verirken, bu görevi maddi, manevi ve kurbanlara sığınma, iş ve eğitim olanakları sağlamak biçiminde detaylandırmıştır. Sözleşme, 18. maddede bütün bunların üst düzeyde özerkliğe bağlı olduğunu ifade eder. Bu ise, devletlerin açık yükümlülüğüdür. Devlet, sadece müdahale etmemekle görevli değildir; diğer güçlerin müdahalelerini önlemekle de mükelleftir.

Sonuç olarak, falımızda, “L tipi” akademiden, “Lima tipi” akademik hayata, daha upuzun yol varmış gibi görünüyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: