COVID-19 ve Antroposen’in Viralliği

ERAY ÇAYLI

Koronavirüsün küresel gündeme damga vurduğu 2020’nin Şubat ve Mart aylarında yazılan eleştiri yazıları arasında öne çıkan fikirlerden biri, virüsün doğanın kendisine zulmeden insanlıktan aldığı bir tür öç olduğu.1 Aslında doğa-insan ikiliği üzerinden şekillenen bu gibi tepkilere son birkaç yıldır iyice ivme kazanmış olan Antroposen tartışmalarından da aşinayız. Bu tartışmalardaki ana akım pozisyon, Antroposen başlığı altında tartışılan ekolojinin politikasına dair meseleleri tam da böyle bir ikiliğin ışığında algılama eğiliminde. Kimileri artık adına “doğal” denilebilecek hiçbir şeyin kalmadığını ve tümünün insanlıkça biçimlendirilmiş olduğunu savunuyor. Kimileri de doğanın doğallığı hala korunabilecek ve insanlığın tam da bu nedenle seferber olmasını gerektiren bir varlık olduğunu öne sürüyor. Dolayısıyla, aralarındaki farklılıklara rağmen, bu gibi pozisyonların ortak zemini şu: Antroposen’e konu olan meselelerle boğuşurken odaklanmamız gereken ikiliğin insan ve doğadan ibaret olduğu. Not edelim: bu ikilikte bahsi geçen “insanlık” kavramı bazen bireyci biçimde tahayyül ediliyor (kişisel sorumluluk sahibi olması gereken tekil insan) bazense tam ters ve geniş ölçekte tüm insanlığın toplamını ifade eder şekilde imleniyor. İnsan-doğa ikiliğinin (sorgulanırken bile) bu denli ön plana çıkarılması, Antroposen’e konu olan meselelere eğilirken odaklanmamız gereken diğer bir dizi toplumsal ve politik düalizmi gölgeliyor ve hatta baskılayarak görünmez hala getiriyor. Ataerki, ırkçılık, milliyetçilik, sömürgecilik, kapitalizm, emperyalizm, emek karşıtlığı gibi somut siyasi projelerin müellifleri, uygulayıcıları ve savunucuları ile bu projelerin mağdur ettiği toplumsal kesimler ve bu kesimler arasından örgütlenerek söz konusu mağduriyete karşı çıkanların arasındaki yarılma, çatışma, çelişki ve mücadelelere değil, “insan” ile “doğa” arasındakilere odaklanmamızı telkin eden bu yaklaşıma kabaca “Antroposen siyaseti” adını vermek mümkün.

Koronavirüse verilen tepkilere bakıldığında, Antroposen siyaseti olarak adlandırdığım bu ana akım yaklaşımın alıcılarının sayısının arttığını görüyoruz. Naomi Klein’a kulak verirsek, bu artış, kriz ve felaket zamanlarında diğer anlardakine nazaran çok daha sinsice -yani kendini fark ettirmeden, hızlıca ve etkince- kendini kabul ettirme fırsatı bulan egemen siyasetlerin bir örneği. Evvelce farklı veçhelerini yine XXI dergisinde irdelemeye çalıştığım Antroposen siyasetinde merkezi rolü olan mekansallığın ve görselliğin tam da bu tür bir sinsiliğin başlıca mecrası olarak iş gördüğüne tanıklık ediyoruz. Bu da, sözü, bu yazıda tartışmak istediğim konu olan, Antroposen siyasetinin görsel-mekansal viralliğine getiriyor. Bu görsel-mekansal viralliğin COVID-19’un viralliğini toplumsal ve politik anlamda nasıl daha sert ve öldürücü kıldığını tartışmayı amaçlıyorum. Tartışmayı, bahsettiğim viralliğin konusu olan ve imgeleri bu minvalde dolaşıma giren bir dizi fiziki öğe üzerinden yapmak niyetindeyim. Dört başı mamur bir listeden çok Antroposen siyasetinin COVID-19 özelinde vuku bulan görsel-mekansal viralliğini irdelemenin ilk adımına vesile olma amacındaki bu öğeler meydan, balkon, raf ve maske.

Meydan
“Belki gerçek virüs insanlıktır ve dünya COVID-19 aracılığıyla bizden kurtuluyordur.” Bu ve benzeri ifadeler eşliğinde yayılan görseller arasında başı çekenler dünyanın büyük şehirlerinin boş meydanları ve sokaklarına ilişkin olanlar. Böylesi bir görsel-mekansal viralliğin siyasetini şöyle özetleyebiliriz: İnsanlık doğaya çok zulüm etti, şimdi doğa bizden intikam alıyor ve bu intikamın en etkili kanıtlarının başında da, işte, insanlığın doğaya yaptığı zulmün başlıca mekansal tezahürü olan kentleri bomboş gösteren manzaralar var. Antroposen siyaseti ile birebir örtüşen bu yaklaşım birkaç açıdan tehlikeli. Birincisi doğaya bir tür kutsallığı (bazen eylemliliği olan bir şahısmışçasına, bazense herşeye kadir bir tanrıymışçasına) atfederek asıl odaklanmamız gereken toplumsal ve politik sorunları görünmezleştiriyor: Eğer doğa intikamını böyle düzenli bir şekilde alacaksa, bu noktaya gelinmesine sebep olan tüm yapısal dinamikler aynen devam edebilir; ne de olsa zamanı geldiğinde doğa yine kendisini hatırlatacak ve dengesini kuracaktır! Yine söz konusu yaklaşım nedeniyle, insanlık başka hiçbir ayırıcı özelliği bünyesinde barındırmayan bir toplam olarak imleniyor ve meselede asıl sorumlulukları olanların dikkatimizden kaçabilmeleri sağlanıyor: “Doğaya hepimiz zulmettik, dolayısıyla hepimiz eşit derece suçluyuz!” Oysa doğanın insanlıktan aldığı intikam addedilen süreç, insanlığı değil öncelikli olarak zaten dezavantajlı durumda bulunan toplumsal kesimleri etkiler. Üstelik bu kesimler arasında sadece ilk akla gelen yoksullar, güvencesiz çalışanlar, yoksullar ya da ırkçılığın mağduru olduğundan adaletli altyapı ve barınma imkanlarından yoksun bırakılmışlar yok. Aralarında, toplumsal ve politik ufkunu “evde kal!” sloganıyla sınırlı tutan yaklaşımın, domestisitenin -ya da, adına ev denilen mekanın ve olgunun- çeşitli kesimler için ifade ettiği gerçekliklerin arasındaki önemli farklılıkları silikleştirmesi nedeniyle unutulan ataerki mağdurları da var. Zira, ev, kimileri için, ev içi şiddet ve çocuk istismarının mekanı. “Doğanın insanlıktan aldığı intikam” söylemi, dolayısıyla, bu kesimlerin mağduriyetini de görünmezleştiriyor. Olanlardan tüm insanlığın sorumlu olduğuna dair söylem, aynı zamanda, asıl sorumlu tutulması gerekenlere sorumluluklarını gizleme fırsatı tanıyor ve asıl onların çekmesi gereken cezayı da hakkaniyetli olmayan bir şekilde tüm insanlığa eşit olarak dağıtıyor (65 yaş üstünün evde kalmasına yönelik yapılan düzenleme ise, bahsettiğim apolitik ve yekpare “insanlık” kavramının farklı niceliksel ölçeklerde yeniden tesis edilebildiğini gösteriyor, ki bu da bağışıklık sisteminin politik bir olgu olduğu -söz gelimi, yoksulun ve varsılın, hayatının çoğunu sağlığını tehlikeye atan türden işlerde işçilik yaparak geçiren ile geçirmeyenin süreçten farklı etkileneceği- gerçeğini örtbas etme riskini taşıyor).

Fakat koronavirüs temalı bu görsel-mekansallığın içerdiği tehlikeler yalnızca Antroposen siyasetinin sorunlu yanlarından aşina olduklarımız ile sınırlı değil. Aynı zamanda, adına kentleşme dediğimiz mevhumun da koronavirüs benzeri bir sorun ile arasında kurulabilecek bağıntıyı ve bu bağıntının toplumsal ve politik niteliğini de müphemleştirme gibi bir tehlikeyi de haizler. Örneğin, meydanların ve sokakların sadece fiziksellikten ibaret olmadığı, onların aynı zamanda protesto, örgütlenme ve muhalif seslerin de aracısı kılınabildiklerini unutturuyor bu gibi görseller. Paradoksal olarak, tam da boş bir mekansallığı zulmün ve intikamın delili gibi sunarken aslında muhalif siyasetlere zulmeden ve onlardan intikam alan -yani o meydan ve sokakları mesken tutan protestoları, dayanışmaları, örgütlenmeleri unutturan ve görünmezleştiren- bir yaklaşım bu. “İnsan çok günah işledi, kent bu günahların başlıca aracı oldu, doğa da şimdi intikamını alıyor!” Kentleşmeye dair ya hep ya hiççi bu yaklaşım bahsi geçen “günah”lara tüm güçleriyle karşı çıkan kesimleri de o günahların asıl müsebbipleriyle aynı kefeye koyması nedeniyle o gerçek müsebbiplerin kendilerini aklayabilmelerinin önünü açıyor.

Bu gibi bir yaklaşım, dahası, kentleşme ve koronavirüs bağıntısına dair asıl tartışmamız gereken bir dizi temel sorunun da arka plana itilmesini sağlıyor. “Evde kal!” sloganını ele alalım. Bebek sahiline yürüyüşe çıkanları tam da o sahile nazır evinden videoya alanlar kınıyor. Yürüyüşe çıkanların birbirleriyle aralarında yeteri kadar mesafeyi bırakmadıklarından dem vuruluyor. Tüm bunlar bağışıklık sistemi gibi akıl ve ruh sağlığına da en olumlu etki eden şeyler arasında açık havada egzersiz yapmak olduğu bilinmesine rağmen oluyor. Süperzenginler kendilerine ada alır ya da denize nazır evlerinde egzersizlerini yapabilirken nüfusun ezici çoğunluğunun kendilerini evlerine kapatması bekleniyor. Oysa, meseleyi, bireylere sorumluluk yükleyen ve bunu da adaletsiz biçimde yapan bu söylemler ışığında ele almak yerine, yapısal ve altyapısal bir mesele olarak -bir kentleşme ve kentsel adalet meselesi olarak- ele alırsak bambaşka bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Birbirine doğru yürümekte olan iki kişinin aralarında bir-birbuçuk metrelik mesafenin bırakarak geçebilmelerine olanak tanımayan kaldırımlar bir kentleşme ve kentsel adalet problemi değil mi? Herkesin rahat ve erişilebilir bir şekilde yürüyüş yapabileceği yeşil alan ve parkların kentlerin geneline eşit bir şekilde dağılmamış olması yine bu tür bir problem değil mi? Hatta ve hatta bu yeşil alanların sadece rekreasyon ile sınırlı kalacak konvansiyonel parklardansa küçük ölçekli tarım ve bahçeciliğe olanak tanıyacak üretim mekanlarını içerecek şekilde düzenlenmemiş olması da bir kentleşme ve kentsel adalet problemi değil mi?2 Kentleşme ve koronavirüs bağlantısını bu gibi problemler üzerinden tartışmak ve onların görsel-mekansallığı üzerinden estetize etmek yerine, doğanın insanlıktan aldığına inanılan intikamın boş bıraktığı meydan ve sokaklar aracılığıyla ele almak işte tam da bu yüzden virüsün ölümcüllüğünü katmerlendirecek derecede tehlikeli.

Balkon
Balkonlardan sağlık çalışanlarına alkış tutulması isteniyor. Yalnızca Türkiye değil, çeşitli Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de benzer çağrılar yapılmakta. Oysa sağlık çalışanlarının alkışa değil, maddi bir dizi gereksinimlerinin karşılanmasına ihtiyaçları var. Bu gereksinimlerin başında maske ve benzeri koruyucu malzemelerin kendilerine tedarik edilmesi geliyor. Aşina olduğum bağlamlar olan Türkiye ve İngiltere’nin her ikisinde de bu tür malzemelerin sağlık personeline yeteri kadar tedarik edilmediği ve bu nedenle kendilerini korumaksızın görev yapmaya devam ettikleri ya da iki kişi bir maskeyi paylaşmak durumunda kalmak gibi durumlar nedeniyle diğer bir dizi zor kararı vermek durumunda bırakıldıları biliniyor. Eğer alkışa değil de bu tür somut tedariğe ihtiyaçları varsa, balkonları alkışın değil tam da böyle bir tedariğin eksikliğini vurgulayacak protesto eylemlerinin mekanı yapmak gerekmez mi? Hükümetlerin örtülü veya açıktan liderlik ettiği alkış eylemi, Antroposen siyasetinden aşina olduğumuz “hepimiz aynı gemideyiz”ci bakış açısını yeniden üreten ve muhalefeti baskılayan niteliği haiz. Bu nitelik üstelik yukarıda “meydan” başlığı altında andığım problemlerle da bağlantılı şekilde iş görüyor. Muhalif örgütlenme, protesto ve dayanışmanın kent mekanlarındaki varlığı zaten var olan durum nedeniyle geri çekilmişken görsel kültür anlamında da silikleştirildiği gibi, karşı çıktıkları egemen siyasi projelerin şimdi ev mekanının bir öğesi olan balkonlara kadar sirayet ettikleri görülüyor. Dışarıda muhalefet yapabilmenin imkansızlığı bir yana dursun, evde otururken dahi ana akım siyasete eklenmemek (balkonda alkış tutmamak) tu-kakalaştırılıyor. Ve bu siyaset kendini bu şekilde kabul ettirmeye devam ettiği sürece koronavirüs benzeri tehlikelerin daha da tehlikeli hale geleceği açık.

COVID-19 etrafındaki gelişmelerde Antroposen siyasetinin görsel-mekansal bir öğesi kılınan balkonların bu anlamdaki öneminin bir diğer açıdan da irdelenmesi gerekli. O da verimlilik meselesine dair. Balkon, herhangi başka açık alana erişimi olmayanların aylaklık yapabileceği yegane açık alanken, şimdi üretkenliğin ve verimliliğin mekanı kılınmış durumda. Bu üretkenlik yukarıda bahsettiğim ana akım siyasetin yeniden üretimi üzerinden olduğu gibi, daha az uğursuz görünen egzersiz gibi aktiviteler üzerinden de vuku buluyor. Örneğin, geçtiğimiz günlerde İzmit’te, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, bir apartmanın balkonlarındaki vatandaşlara topluca egzersiz yaptırdı. Burada üzerine düşünülmesi gereken sorun elbette egzersizin kendisi değil. Fakat, yukarıda işaret ettiğim kentleşme-koronavirüs bağıntısının açık alanların kentteki eşitsiz dağılımı ve niteliksizliği üzerinden ele alınmasına dair büyük eksiklik gibi, burada da kişilerin eve tıkılmalarını yumuşak bir tahakkümün konusu kılan bir yaklaşımı sezinlememek elde değil. Söylenen adeta şu: “Belediye senin ayağına kadar gelip balkonunda egzersiz yapmanı sağlıyor; dışarıda ne işin var!” Oysa hakça yaşanılan ve mekansal adaletin tesis edildiği bir kentte, balkon aylaklık hakkının konusu olmaya devam edebilmeli ve kişilerin dış mekanlara erişerek rahatça egzersiz yapabilmeleri sağlanabilmeli. Balkonun aylaklık hakkındansa bedensel disiplinin mekanı kılınması, ev mekanının koronavirüs etrafındaki gelişmeler kapsamında neredeyse tüm veçheleriyle kapitalist verimliliğin aracı kılınmasının bir mikrokozmosu gibi adeta.

Raf
Boş market rafları da COVID-19’u Antroposen siyasetine eklemleyen görsel-mekansal viralliğin konusu olan öğelerin başında geliyor. Uzun bir süredir yaşamakta olduğum İngiltere’de, elinde alışveriş listesi, karşısında ise bomboş raflar olan ak saçlı bir adamı gösteren görsel bu viralliğin en bilinen örnekleri arasında. Bir diğer örnek ise bir sağlık personelinin çektiği ve halka seslenerek “lütfen panik halinde alışveriş yapmayın, vardiyamız bitince markete gittiğimizde alacak yiyecek bulamıyoruz” diyerek ağladığı video. Raf mekansal öğesi, bu gibi görseller üzerinden insanlığın açgözlülüğünün kanıtı haline gelmiş durumda. Verilen mesaj, “sokağa çıkma!” ve “evde kal!” sloganlarındakiyle birebir örtüşüyor: “alışverişte açgözlülük yapma yoksa senin yüzünden yaşlılar ölür, sağlık personeli mağdur olur!” Oysa bu gibi bir görsel-mekansal viralliğin gizlediği birçok başka çatışma ve çelişki var. Hızlıca saymak gerekirse: istif pratiğinin süperzenginlerin koronavirüsten çok daha önceleri ve rutin olarak uygulamakta oldukları bir pratik olduğunu biliyoruz. Dahası, yaşlılar ve sağlık personeli gibi kesimlere gıda sağlanmasının böyle bir kriz durumunda devletçe ve bedelsiz gerçekleştirilmesi gerekmez mi? Benzer boş raf görsellerinin henüz birkaç yıl önce günümüz neoliberalizminin başlıca müellifi olanlarca ehven-i şer ilan edilen Küba, Venezüela, İran gibi ülkelerdeki sistemlerin çöküşünün kanıtı olarak dolaşıma girmesi de bu bağlamda akıllara gelmeli. Aynı mekansal öğenin, şimdi ise, insanlığın açgözlülüğünün kanıtı olarak algılanması bekleniyor. Oysa ilkindeki boş raflara bakınca neoliberal dünyanın söz konusu ülkelere uyguladığı ambargoları görmemiz, ikincisine bakıncaysa halkının öncelikli olarak korunması gereken yaşlılar ve sağlık personeli gibi kesimlerine bakma yükümlülüğünü tamamen terk eden hükümetleri görebilmemiz gerekiyor. Tarihi yüzyıllara yayılan ve başlıca sorumluları apaçık ortada olan kapitalizm, sömürgecilik ve yayılmacılık gibi süreçlerin tüm sorumluluğunun şimdi vergi verdikleri hükümetlerce başıboş bırakılan ve koronavirüs gibi krizlere verebilecekleri tepkiler sistemin kendilerine tanıdığı sınırlı seçeneklerden ibaret olan bireylerin omzuna yüklemenin aracı kılınan boş raflar, işte bu nedenle koronavirüsü daha da tehlikeli kılan türden bir görsel-mekansal viralliğin konusu.

Maske
COVID-19 etrafındaki tartışmalarda Antroposen siyasetinin görsel-mekansal viralliğinin aracısı kılınan öğeler arasında son bahsetmek istedim öğe de maske. Maske, onu takmayanları sertçe kınayanlardan tutun da bu gibi kişiler yüzünden birilerinin öleceğine dem vuranlara kadar birçok kesimin koronavirüse dair dillendirmekte olduğu toplumsal eleştirinin merkezinde. Maske takanların bir kısmının bunu kendilerinde virüs olduğu için değil diğer bireyler kendilerine yaklaşmasın diye yaptıkları biliniyor. Tüm bunlarla eş zamanlı olarak maske fiyatları almış başını gidiyor (henüz iki gün önce bizzat tanıklık ettiğim üzere, Londra’da tanesi 8 sterlinden yani 60 liradan satılıyordu). Tek kullanımlık olmasına rağmen bu denli fiyatlı bir nesne olan maske insanların birbirlerinden duyduğu korkunun ya da birbirlerini kınamalarının vesilesi haline gelmiş durumda. Tüm bu karmaşa arasında sorulmayan sorular ise şunlar: Güney Kore vakasının bize gösterdiği gibi, virüsün yayılmasını asıl önleyecek olan maske değil test yapmak ise, neden hala yaygın biçimde test yapılmıyor? Şayet maske virüsün yayılmasını önlemekte başlıca role sahipse, o halde neden maskeler düşük ücretli ve hatta ücretsiz olarak dağıtılmıyor? Ve hatta, tanıklık etmekte olduğumuz gibi, neden ihtiyacı olan herkese (ve özellikle de bağışıklık sistemi güçsüz olanlar ya da sağlık personeli gibi öncelikli kesimlere) yetecek kadar maske yok? Maske takmayan herkes gerçekten de umarsız olduğu için mi takmıyor? Yoksa, kullan-at esasıyla tüketilecek bu nesnenin tanesine örneğin 8 sterlin verecek gücü olmadığından takmıyor olabilir mi? Peki, maskeler, henüz yakın geçmişte toplumsal muhalefetin kullandığı bir aksesuar oldukları durumlarda yasaklanmış ya da müebbetlik davaların konusu edilmişken, tam da bu yasakçı ve baskıcı yaklaşımları sergileyen otoritelerce şimdi maske takmanın öneminden dem vurulmasına ve takmayanın ölümlerden sorumlu olduğunun ima edilmesine ne demeli?

Ezcümle
Koronavirüs doğanın insanlıktan aldığı bir intikam falan değil. Somut ve şedit toplumsal ve politik süreçlerin ve belirli eylemliliklerin kesişim noktasından ortaya çıkan ve toplumun belirli kesimlerini diğerlerine göre çok daha sert etkileyen bir virüs. Ve COVID-19’un bu özelliğini görmezden gelen her yaklaşım -örneğin onun mekansal ve görselliğini Antroposen siyasetine eklemlenen şekilde viralleştirenler- virüsü daha da ölümcül kılan etkiye sahip. Bu ölümcül etki ise hepimizin suçu değil. Ancak, bu anlamda suçlu olanların ve sorumlu tutulması gerekenlerin vereceği hesabı onlardan sormak hepimizin farklı düzeylerde de olsa sergileyebileceği eylemlilik dahilinde. Ne mutlu ki, bu tür bir eylemliliğin mecrası olabilecek ve sorumluluğu adına “insanlık” denen topluma haksızca eşit dağıtan veya bireylere yükleyen yaklaşıma panzehir olabilecek kanallar da mevcut. Çeşitli dayanışma ağları ve semt örgütlenmeleri gibi oluşumlar bunlara örnek. Bu oluşumlara dahil olmak elzem. Ve bir yandan COVID-19’un gündeme getirdiği lojistik ve teknik aciliyetlerle öncelikli olarak baş ederken, öte yandan da bu oluşumların ufuklarını ve gündemlerini ekolojinin politikasının kentleşme ve domestisite gibi mekansal olgular üzerinden nasıl yeniden ele alınabileceği konusuna odaklanacak şekilde genişletmeye şimdiden sunulmaya başlanacak katkı, virüslerin asıl aşısı.

Notlar
1 Benzer bir pozisyon ayakları en yere basar bildiğimiz yorumcular tarafından dahi dile getirilir hal almış durumda. Örneğin, David Harvey dahi, “COVID-19’un 40 yıldan fazladır süren şiddetli ve düzensiz neoliberal hafriyatçılığa karşı doğanın bir intikamı olduğunu” söyledi. Elbette Harvey’i bu şekilde alıntılarken kendisine haksızlık etmek istemem. Zira alıntılanan yazısında doğanın intikamına dair sarf ettiği bu cümleyi metaforik olarak kullandığını söylüyordu. Ve dahası, yazı, koronavirüsün kapitalizm, neoliberalizm ve benzeri çok daha somut toplumsal ve politik olgularla olan bağıntısına nüanslı bir yaklaşımı da geliştiriyordu, ki yaptığım alıntıda da neoliberalizm vurgusu var. Fakat yine de alıntıladığım cümleye benzer ve “doğanın intikamı”ndan dem vuran ifadelerin eleştiriye tabi tutulmasının aciliyetine inanıyorum. Zira, metaforik olarak dillendirilseler dahi, sorunlu yanları baki. Metaforlar ciddidir ve ciddiye alınmayı gerektirir, “doğanın insanlıktan intikamı” gibi akılda kalıcılığı ya da dikkat çekiciliği yüksek olanlar ve tam da bu özellikleri nedeniyle başlıklara taşınmaya meyilli olanlar başta olmak üzere. Nitekim, Harvey aynı yazının başka bir yerinde de, “kültür, ekonomi ve günlük yaşamın dışında ve ayrı duran bir ‘doğa’ fikrini reddettiğini” söylüyor ve “bir mutasyonun hayatı tehdit edici hale gelip gelmeyeceği durumlar insan eylemlerine bağlıdır” diyor. Yekpare bir “insanlık” fikrine gönderme yapan ve doğanın onunla bütünleştiğini söylemek suretiyle doğayı da benzer bir yekpareliğin konusu kılan bu gibi pasajlarda da, yine, koronavirüs benzeri meselelere dair analizlerin odaklandığı ikiliklerin arasında doğa-insan ikiliğinin diğerlerine baskın çıkmasının barındırdığı sorunların bir örneği ile karşılaşıyoruz.
2 Üretime yönelik bu gibi bir tartışmanın yapılmaması bir yana dursun, geçtiğimiz günlerde benzer üretimin başlıca mekanlarından olan kent bostanlarının talanına da devam edildiği -İstanbul’un Tarihi Yarımadası'ndaki bir bostan özelinde- görüldü. Bu da kentleşme-koronavirüs bağlantısını doğru algılanmasının ne denli hayati olduğunu kanıtlayan bir gelişme olarak kayıtlara geçti. Yine konumuzla alakasız olmayan bir gelişme de, aralarında koronavirüs nedeniyle su faturalarının tahsilat işlemlerini bir süreliğine durduran Batman Belediyesi’nin de olduğu sekiz HDP’li belediyeye 23 Mart 2020 tarihinde kayyum atanması oldu. Görünen o ki, koronavirüs ve kent politikaları arasında ayakları yere basan ve uzun erimli ilişkilerin kurulmaması bir yana dursun, bu ilişkinin kurulmasına ön ayak olabilecek nüveleri de baskılayan yaklaşımlarla karşı karşıyayız.

Etiketler:

İlgili İçerikler: