Gerçek Samimi Çarpıcı Ajite İşler
Eray, Mayıs ayında yayınlanan yazısında,1 Temmuz 2019’da gerçekleşecek olan Amed Kent Atölyesi’nin ön buluşmasındaki katılımına dair izlenimlerine yer veriyordu. Bu izlenimlerini derginin Nisan sayısında yayınlanan Sakarya Üniversitesi öğrencilerinin gerçekleştiği çalışmaların onda yarattığı çağrışımlarla ilişkilendiriyor. Nisan ayındaki “Durağan Koruma Söylemlerine Karşı Olası Aksiyon Potansiyelleri” başlıklı yazının2 neyden söz ettiğini birkaç cümleyle tekrarlamak isterim.
Mimarlık dergisinin 405. sayısındaki “Tehdit Altındaki Kültür Mirasımızı Koruma için Açık Çağrı” başlığıyla yaptığı çağrıya3 Sakarya Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencileri çağrıda vurgulanan “farkındalık” ve “duyarlılık” kavramlarını, uygulama alanında “muhataplarıyla bir araya gelerek farkındalık yaratmakla yükümlü meslek insanı” olarak değil, bizzat kendileri farkındalık yaşayarak ve bu deneyimlerini paylaşmak için kamuoyu yaratma çalışmaları yaparak gerçekleştirdiler. Yaşanan diyaloglar ve pratikte verilen tepkiler metinde detaylarıyla yer almakta.
Bu alan çalışmasını temel alarak Eray’ın yazdığı yazıdan anlaşıldığı üzere Amed Kent Atölyesi aracılığıyla toplumsal karşılaşma ihtimalleri “Yürür-Çizer” başlığıyla pratiğe geçirilmeye hazırlanılıyor. Amed Kent Atölyesi’nin hedefleri bağlamında, çalışma çıktılarını ve sonuç değerlendirmelerini heyecanla beklememek mümkün değil.
Bu yazıda, Diyarbakır’da gerçekleşecek atölyenin kentin politik tarihinden ve yakın geçmişteki çatışmalı süreçlerle nasıl ilişkileneceği konularında Eray’ın yaptığı kişisel yorumların bana düşündürdüklerine değinmek isterim. Benzer çatışmalı süreçlerden geçmiş kent mekanlarına dair belgeleme çalışmalarının tetiklediği refleksleri ikiye ayırıyor Eray: İlki, Nisan sayısında da detaylandırılan siyasal atmosferden bağımsız olmayan tepkiler; ikinci olarak da şiddetin her türlü kalıntısının fetişleştirilmesi, kurban kimliğinin kemikleştirilmesi riskinin bertaraf edilmeye çalışıldığı tutum. Bu konuda Eray’ın XXI dergisinde Aralık 2018 tarihli yazısını4 tekrar anmakta fayda var. İki metinde yer alan ortak endişeler, çatışma ve şiddet süreçlerinin konunun merkezine alınmasının sınırlayıcılığını konu edinip bu sınırlayıcı etkiden sıyrılabilmeyi olumluyor.
Eray’ın risk olarak gördüğü sınırlayıcı durumdan mesafelenebilmek adına mimarlık alanı üzerinden tartışma açtığı son yazısının ekseni, bana Zehra Doğan’ın Mayıs 2019’da Tate Modern’de açtığı sergi üzerine yapılan eleştirileri çağrıştırdı. Mimarlık yerine sanat alanından yapılan eleştirilerin bu konu özelinde bir paralellik teşkil ettiğini düşünüyorum.
Zehra Doğan Sur, Cizre ve Nusaybin’de yoğun operasyonların yaşandığı Ağustos 2015-Mart 2016 dönemlerde, Nusaybin’de çekilen bir fotoğrafı resmedip sosyal medyada paylaştığı için örgüt üyeliği ile yargılanmış ve iki yılı aşkın bir süre tutuklu kalmış olan ressam ve gazeteci. Hapishanede resim yapması engellenerek renkli kalem ve boyaların koğuşa verilmemesi üzerine roka, zerdeçal, kahve, kara lahana, nar kabuğu, adet kanı, kuş dışkısından boya üreterek resim yapmayı sürdürmüş. Gazetecilik faaliyetleri, sanat faaliyetleri, mimarlık faaliyetleri, avukatlık faaliyetlerinin kolayca örgütsel pratikle ilişkilendirildiği böylesi bir dönemde, Zehra Doğan’ın bu ısrarı, inadı, sürdürdüğü şeyin ne olduğu ve bu üretimin şiddetle kurduğu ilişki üzerine konuşulabilir. Bir resim çizme faaliyeti olabilir mi bu? Sözü edilen bir sanatsal üretimse, bu sinir bozucu boyuttaki ısrar ve inadın sebebi nedir? Bu resimleri “Ne için, kim için” yapmaktadır? Bir röportajında şunu söylüyordu Zehra Doğan; “(...) asıl inatçı onlar, birinin kafasına yastık dayayıp sonra da amma da inatçı çıktı, hala çırpınıyor nefes almaya çalışıyor demek saçmadır”.5 Büyük bir motivasyonla gerçekleştirdiği performansındaki ısrarın ve inadın kaynağının ressamın beslendiği ideolojik ve düşünsel temeller kadar bir hayat-memat meselesi, var olma, nefes alma çabası olarak değerlendirilmesi gerekir. Doğan’ın yaptığı metaforik benzetme üzerinden anlatım sürdürülebilir: Çırpınma eyleminin kendisi bağlamından bağımsız olarak konunun merkezine çekilerek birilerinin öldürme kastıyla yastığı yüzüne bastırdığı gerçeği göz ardı edilirse, pekala şakalaştıkları için çırpındığını düşünme olasılığını da elimizde tutuyoruz demektir. Gerçekten şakalaşıyorlar mı, yoksa birisi ölmemek için var gücüyle mücadele mi ediyor ayrımının önemsizleştiği, belirsizleştiği sınırda bahsini ettiğim salt tek bir durum ve eyleme dayalı kör eleştirel ortam doğuyor kanımca.
Zehra Doğan’ın sosyal medyada üzerine şiddetle ilişkilenme yöntemi bağlamında çokça eleştiri yapıldığı Tate Modern’deki sergisinde yer alan 18 parçanın çoğu yanık ve şiddetin izlerini taşıyan giysilerden oluşuyor.6 Seccade, halı, baş örtüsü gibi insanların kişisel eşyalarının sergilenmesi, sanat dışı olmakla eleştiriliyor. Sanatın bir durumu başka bir forma devşirebilme becerisi olduğundan yola çıkılarak bu “nesnelerin” kendilerinin kullanılmasının bir sanatsal üretim olamayacağı, bir sergi olarak nitelendirilemeyeceği eleştirisi getiriliyor. Şiddetin ve çatışmanın unsurlarını tüm çıplaklığıyla, olduğu gibi kullanma tutumunun sanat olamayacağı eleştirisiyle mimarlık alanında ele aldığımız konuların gerçekliğin tüm çıplaklığıyla, olduğu gibi ortaya koyulmasının mimarlık eleştirisi-pratiği olup olamayacağının ayrımı konusu benzer bir teorik zemine temelleniyor. Sergi hakkında eleştirel içerikli atılan tweetlerin bazılarında, “Oldu olacak ölüleri de alıp sergileseydin,” “İş acının pornografisine dönüşmüş” gibi ifadelerle sergi pornografik ve etik sınırların ihlali olarak değerlendirildi. Pornografik betimlemesi ilk bakışta radikal gelse de aslında politik muhtevanın popülizmin malzemesi haline getirildiğinden şikayet edilmekte; tıpkı siyasetçilerin “fakir aile ziyaretleri”nin reklam malzemesi haline getirilmesinin pornografik olarak değerlendirilmesinde olduğu gibi. Sergi üzerine yapılan yorumlarda 2015 yılında Libya İtalya arasında kaçak göçmen taşıyan ve 700 insanın ölümüne neden olan, paslı dev balıkçı teknesinin Venedik Bienal’inde sergilenmesi7 üzerine yapılan tartışmalarla ilişkiler dahi kuruldu. Buna karşılık Zehra Doğan verdiği bir röportajda “ifade etmekle ajitasyon yapmak arasında ince bir çizgi olduğunu” vurgulayarak sanatsal çalışmalarının ajitatif olarak değerlendirilmesinden rahatsızlık duyacağını ortaya koyuyor.8 Bahsi geçen röportajda Doğan’ın ajitasyonu olumsuz anlamda kullandığını belirtmekte fayda var.9 Ajitasyon kelimesi insanların zihinlerinde ve duygularında sarsıntıya yol açmaya yönelik politik bir araç anlamını da barındırırken nedendir bilinmez, sanatçılar ve entelektüeller arasında sadece duygu sömürüsü anlamında olumsuzlanarak kullanılır. Tıpkı “Çok Avrupai’sin” sözünün bir iltifat olarak kullanılagelmesi kadar bir eleştiri olarak kullanıldığı ortamlar da olduğu gibi.10
Beş gün açık kalan bu sergiyi Londra’da günde 600 civarında insan ziyaret etmiş. Doğan sanatını karşılaşmadan ziyade yüzleştirme aracı olarak kullanmaya çalıştığını ifade ediyor. Bu durum kişinin bir yere baktığında neyi gördüğü, neyi öne çıkarmayı tercih ettiğiyle ilgili, hatta yerden ziyade o kişinin nelere tanıklık ettiğiyle belirlenen toplumsal, zihinsel, kültürel pozisyonuyla ilgili. İster resim yapıyor olsun ister mimarlık ister gazetecilik ister doktorluk ister gıda mühendisliği… Belirleyici unsurlar her zaman için aynı: Kime fayda için, hangi amaçla çalıştığın, pratiğini gerçekleştirdiğin, üretimde bulunduğun, ekonomik olarak kimler tarafından desteklendiğin, ne yaptığından çok daha önemli kısacası ve öncelikli olarak gerçeklikle ne sahicilikte yüzleştiğin, insanların duygu ve zihin dünyasını ne kadar etkilediğin işin sahiciliğini belirliyor.
Zehra Doğan elbette resim yaptığı için yargılanmadı, Nusaybin’deki çatışma sonrası ortamı sanat yoluyla kamuya açtığı, görünürlüğünü ajite ettiği için yargılandı. Nusaybin’in tarlalarını resmetseydi muhtemelen yargılanmazdı. Konu sadece yargılanmak da değil elbette, konu sanatın, mesleğin, etkinliğin, pratiğin ne için kullanıldığı; neyi göstermek, neyi ifşa etmek için kullanıldığı; üretimlerin insanlar üzerinde yarattığı sahicilik etkisi. Bugünlerde zor zamanlar geçiren karikatüristler, yazarlar, gazeteciler, ressamlar, şarkıcılar ana akım medyanın da dillendirdiği gibi “Sen şarkını söyle, siyasetle uğraşma” benzeri çağrılarla politik muhteva içermeyen alanda kalmaları için uyarılıyorlar. Eğer üretimleriyle, sanatlarıyla hayatın gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya cüret ediyorlarsa, açığa çıkardıkları, göze soktukları, kitlelere ulaştırdıkları için rahatsız edici, sakıncalı, kabahatli ve hatta suçlu bulunuyorlar. Daha iyi tanımlamak istersek, sanatlarıyla hayatın rahatsız edici, yanlış, bozuk giden taraflarına müdahale etme cüretine sahip oldukları, edilgen değil, etken olma gayretinde oldukları için ajite işler üretiyorlar. Fakat burada da bir başka tuzak söz konusu: Sanatçıların ya da üretimi yapan kişilerin kendilerini aktivist olarak tanımlaması veya daha da iyisi yaptıkları işi politik olarak isimlendirmesi belki her zaman değilse bile, çoğunlukla bu etken olma cüretinin evcilleşerek icat edilmiş bir başka kategoriye, “politik sanat”, “aktivist sanatçı” kategorisine hapsedilmesiyle sonuçlanma riski taşıyor. Biraz daha açmak gerekirse, yapılan çalışmaların hayatın çıplak gerçekliğini gösteren, yüzümüze vuran, teşhir eden niteliği ancak bu çalışmaların ayrı bir kategoriye çekilmesi yoluyla hayatın parçası olarak algılanmaktan alıkoyulabilir. Adeta açılıp kapatılabilen bir gerçeklik alanı varmış gibi, başka bir zeminde değerlendirilen bu çalışmalar ancak o zaman popülizme içerilme tehlikesine yakalanırlar, çıplak gerçekliği göstererek yüzleştirmeyi seçtikleri için değil.
Bu anlamda mimarlık alanına geri dönerek metni sonlandırmaya çalışırsam, sanatta olduğu gibi mimarlıkta da bir “politik” kategori açılmış olduğunu, hatta özellikle son yıllarda yükselen bir yıldız haline geldiğini görmemek için herhalde birkaç yıldır hiç güncel medya takibi yapmıyor olmak gerekir. Mimarlık alanındaki bu kategorileştirilerek ayrıştırılan “politik, duyarlı, toplumcu mimarlık” tuzağına düşmeden, hayatın her alanında hangi amaçla ve nasıl mimarlık yaptığımızı, mimarlık eğitimine nasıl dahil olduğumuzu belirleyen bağlamın farkındalığıyla hepimize gerçek, samimi, çarpıcı, ajite işler kılma cüreti dilerim.
Mesleğini bu cüretle yapan mimar Cem Dursun 336 gündür tutuklu.
Notlar
1 https://xxi.com.tr/i/yurur-cizer-pratigi-ve-mumkun-kildigi-kentsel-toplumsal-ihtimaller
2 https://xxi.com.tr/i/duragan-koruma-soylemlerine-karsi-olasi-aksiyon-potansiyelleri
3 http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=419&RecID=4614
4 https://xxi.com.tr/i/magdur-dostu-mimarligin-oznelesme-ile-imtihani
5 https://gazetekarinca.com/2018/07/zehra-dogan-ben-yapiyorum-onlar-imha-ediyor-cezaevinde-yaptigim-sey-performans-sanati/
6 https://ahvalnews.com/tr/zehra-dogan/tate-modernden-zehra-dogan-gecti
7 http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1388724/Politikalar_gecer_sanat_kalir
8https://t24.com.tr/yazarlar/seda-yilmaz-toplumsal-cinsiyet/cezaevinden-tate-modern-e-zehra-dogan,22629
9 “Bazen ifade edeyim derken yüzüne gözüne bulaştırıp ajitasyon yaparsın. Ya o ince çizgiyi aşıp, yaşananları suiistimal edersem ve farkında olmadan ajitasyon yaparsam diye bir kaygı taşıyorum.”
10 Eray Çaylı’ya kişisel bir gönderme, gülümsetme maksatlı.
İlgili İçerikler:
-
COVID-19 ve Antroposen’in Viralliği
Koronavirüs salgınına Antroposen bakış açısıyla yaklaşarak üretilen görsel-mekansal virallik, salgının kendisi kadar tehlikeli olmasın?
-
Konut ve Koruma Politikalarının Şiddet Tarihleriyle Kesişimi Üzerine Notlar
İngiltere’deki bu tartışmalar, sosyal konut ya da “herkes için konut” gibi yapılı çevre gündemlerinin, aralarında sömürgecilik, ırkçılık ve emek karşıtı iktisadi politikaların da bulunduğu toplumsal ve politik şiddet tarihlerinden bağımsız ele alınamayacağını hatırlatıyor. İlk bakışta bambaşka bir bağlam gibi görünen Türkiye’deki bir dizi güncel gelişmeyi dert edinenleri tam da bu nedenle ilgilendireceklerdir diye düşünüyorum.
-
“İçinden Elini Çekip Çıkardığın Bir Eldiven Gibi Boşalan”* Mimarlık Tartışmaları
İçinde bulunduğumuz siyaset ortamında, mimarlık mesleğini toplumsal meseleleri merkeze alarak pratiğini geliştiren genç topluluklar yerine, meslek örgütlerinin popülerliğe yönelik tutum içinde olmalarını eleştirmek acaba “keskin bir siyasi tutum” mu olur? Zira, İzmir şubenin de içinde bulunduğu meslek odamızın bir grup şubesi, mimarlık alanından siyaseten keskin söylem üretmeyi sakıncalı buluyor.
-
Bir Halk Sağlığı Sorunu Olarak Bienaller
16. İstanbul Bienali’nin, doğrudan veya dolaylı yoldan ilişkili olduğu halk sağlığı problemlerini bertaraf etmesi için, asbestli mekanları terk-i diyar eylemesi tek başına yeterli olmayabilir.
-
Modernliğin Kurucu Paradoksu ve Yeniden Yapılanan Müzeler
Herkesin bildiği gibi kamu müzeleri bürokrasiye bağlıdır. Yönetiminde görece bir süreklilik olsa da, kadrolaşma atamalarla gerçekleşir. Bağımsız bir yürütme organı, küratoryel yapıları yoktur.
-
“Yürür-Çizer” Pratiği ve Mümkün Kıldığı Kentsel-Toplumsal İhtimaller
Diyarbakır’da deneyimlediğimiz “yürür-çizer” atölyesi de pek tabii bu risklerden tamamıyla azade değildi. Fakat bu riskleri dikkate aldığını düşündüren özellikleri de barındırıyordu. 30 civarı katılımcısının yer yer birleşerek yer yer ise dağılarak tatbik ettiği bir yöntem olması, bir diğer deyişle ufkunu bireyci bir deneyimle sınırlamaktansa belirli bir kitleselliği mümkün kılması bu anlamda not edilmeli.
-
Durağan Koruma Söylemlerine Karşı Olası Aksiyon Potansiyelleri
Bir mimari proje paftasında insan figürlerinin nasıl kullanıldığının, figürlerin birbirlerinin yüzlerine bakacak, bir topluluk oluşturacak şekilde yerleştirildiğinin fark edilmesi ve bunun üzerinden çıkarımlar yapılması, ancak mimarlık eğitimi dışından bir gözün yapabileceği bir saptama sanırım.
-
Korumanın “Normal” Toplumsuzluğu
Ne zaman bir mimari proje paftasıyla karşılaşsam, gözüm ilk olarak insan figürlerine yapılan muameleye kayıyor.