Mimarlık Eğitimi Yılları

AYDAN VOLKAN SAİT ALİ KÖKNAR SEVİNÇ HADİ

Tefrikamızın ikinci bölümünde Sevinç Hadi, kendisini mimar olmaya yönelten nedenleri, 1953-1958 yılları arasında okuduğu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık eğitiminin verilme biçimi ve ortamına dair deneyimleri ile günümüz eğitimi ve öğrencilerine ilişkin düşüncelerini paylaştı.

Aydan Volkan: Mimar olmaya ne zaman karar verdiniz?
Sevinç Hadi: Ablam lisede Afife Batur ile sınıf arkadaşıydı. İkisi de çok iyi, örnek öğrencilerdi, iyi de arkadaşlardı. Afife Batur, Teknik Üniversite’de Mimarlık’a girdi (bildiğiniz gibi kendisi uzun yıllar Mimarlık Fakültesi'nde profesör olarak görev yaptı) ablam İnşaat Fakültesi'ne; 120 kişilik sınıfta tek kızdı, sınıfın göz bebeğiydi. Biz Bursa’dayız o zaman, ablam sömestr tatillerinde, müsait durumlarda gelir, anlatırdı: Turgan Sabis, Malik Sayar, Mustafa İnan, Salih Murat Uzdilek… Bu isimlerin hepsi profesör. Biz onların hepsini tanıdık. Afife Batur’un ailesiyle benim ailem de çok iyi ahbaptı, onlardan da dinliyoruz. Bu üniversite hayatı, beni Teknik Üniversite’ye doğru çekti.

AV: Yani ablanız ve Afife Hanım vesilesiyle üniversiteye başlamadan üniversite hayatının bilgilerini edinmiş oldunuz, hayatı kolaylaştırıyor tabi bu.
SH: Tabi, bayılıyorduk ablam anlatsın biz dinleyelim. Mektuplarında anlatır, gelir anlatır.

AV: Sorumuzdaki kilit ismi merak ediyordum, tüm bu hikayeye bakıldığında ablanız galiba.
SH: Evet, adını koyduran o. Ablam benim için müthiş bir şanstı, yaz stajlarında Zincirlikuyu’da Yapı Usta Okulu’nda Macar Vaidinger Usta duvar örmeyi öğretti. O zamanlar hanımlar pantolon giymezdi, ablama pantolon diktirildi yaz stajı için. Gayet hoş resimleri var, iki aylık bir staj. Ertesi sene, yine Yapı Usta Okulu’nda ahşap doğrama stajı yaptı. Bütün bu hareketler, haberdar ediyordu beni bu meslekle ilgili olarak. Sonraki yaz stajını Mudanya’da yaptı, ilk iskele yapılıyordu. Biz de Bursa’da oturuyorduk ama ailemin hemen karar verip yer değiştirme rahatlığı içinde, biz yazın Bursa’dan Mudanya’ya taşındık.

Ben liseyi bitirmiştim o yaz. Üniversite giriş sınavına gireceğim ama nerede, nasıl gireceğim hiç aklımdan geçmiyor, mütemadiyen denize gidiyordum. Bu arada benim kimya dersimin de çok iyi olduğunu söyleyebilirim, birtakım alaşımlar yapmak, yeni malzeme oluşumu ilgimi çekiyordu. Babam da diyordu ki “Bak görüyorsun işte, ablan inşaattan geç geliyor, bu kadar yorucu bir meslek. Sen böyle yapma, kimyager ol. Eczacı da olursun, eczacı kimyager ne kadar hoş olur!”. Hatta gelmişti İstanbul’a, bir tabelada okumuştu “eczacı-kimyager” diye. “Bak ne güzel, adı da senin gibi Sevinç.” Eczacı olayım, dedim ben en iyisi, ısrar da ediliyor, kimya da ilgimi çekiyor. Bir de mimarlık ve makine mühendisliğinin sınavlarına yazıldım.

Makine sınavının kapısına gittim, onunki ayrı imtihandı, Gümüşsuyu’nda yapıyorlardı. Düşündüm kapıda “Gerçekten makine mühendisi olabilir miyim, ilgimi çeker mi çekmez mi?” diye. Vazgeçtim o imtihandan, girmedim. Mimarlığa girdim. Ablam o kadar ilgili bir öğrenciydi ki bana hep anlatıyordu, Le Corbusier’den bahsetmişti. İmtihanda onu sordular, olacak şey değil ama bildiğim yerden geldi, Villa Savoy’u yazdım. Ben ailem istiyor diye eczaya da müracaat ettim. İkisinin de imtihanına girdim. Eczanın imtihanı iki günlüktü, birinci gün bitti, o günün akşamında Taşkışla’ya gittik mimarlığın sonuçları ilan edilecek demişlerdi. Listeler asılmış, kazanmışım. Bursa’dan üç kişi: Şaziment, ben, bir de Yurdanur Cansü. Ertesi gün, gittim eczanın imtihanına, akşama kadar çalıştım. Mimarlığı kazandığımı biliyorum, o gün baştan savma bir kağıt vereyim, olsun bitsin, değil mi? Hayır, ahlak anlayışım böylesini gerektirdi. Oturdum, ciddi ciddi çalıştım. 30 kişi alıyorlardı eczaya, kazandığı halde bir tek gidip kaydolmayan benmişim, o zaman da çok yüksekti giriş puanı.

Önde Sevinç Hadi ve ablası, İnşaat Fakültesi öğrencileriyle
İstanbul Teknik Üniversitesi okul gezilerinden, Bergama, 1955
Sevinç Hadi ve Özgönül Aksoy, İstanbul Teknik Üniversite atölyesi

AV: Mimarlığınki nasıl bir imtihandı?
SH: Bizde istidat yoklaması vardı. Ayrı bir gün, ayrı bir imtihandı. Otobüs çizdirmişlerdi, onu hatırlıyorum. Benim de oturduğum yerden otobüs görünüyordu.

Sait Ali Köknar: Hangi yıllar arasında üniversite yıllarınız?
SH: 1953-1958 dönemi.

AV: Şaziment Arolat ile aynı dönemde üniversitede okumuşsunuz. Sizin dönemizde Şaziment Hanım dışında başka kimler vardı?
SH: Özgönül Aksoy, Altuğ Çinici, Yurdanur Cansü, Neşet Arolat, Metin Erözü, Yıldırım Sağlıkova, Oral Vural, Ertur Yener, İnal Uşaklı, Yüksel Tacan, Ünver Özada, Ercan Hakgüder, Mazlum Sepici, Birsen Doruk ve Teoman Doruk, Şevket Sunar, Erol Kulaksızoğlu, Güngör Nalçacı, Turan Ilgaz, Feyyaz Kuğu, Nejat Sönmez, Bilge Kıray, Fikret Erkök, Oktay Cankut, Feyzi Ulus, Bekir Karabuğa, Betigül Çadırcıoğlu, Yıldız Üstünel, Özhan Tüz vardı. Mimarlık, şehircilik, mimari proje yarışmaları ve müzik üstadı, aynı zamanda bilge yorumcu Baran İdil idi. Yakın dostu Yavuz Taşcı da aynı ilgilere sahipti. İlhan Aktay ağabeyimizdi, bildiğime göre Aktay Ozalit firmasını o kurdu. Kıbrıs’tan Ayer Kaşif, Kuzey Kıbrıs’ın Pakistan elçisi oldu. Eftatios Trimis Yunanistan’a gitti. Tuncay Çavdar ve Baran Çağa da birlikte başladıklarımızdan.

Özgönül ve Erdem Aksoy’un fotoğraf albümlerinden birinin ilk sayfasında Erdem şunu yazmış: “Tutam yar elinden tutam, Çıkam dağlara dağlara” ve öyle de oldu. Ayrıca Ergün Aksel sınıfımızda bir efsane idi. Mimarlara Mektup’ta1 (2008) Afife Batur, Ergün Aksel için, sıra dışı yaşamının ardından, kimsenin kavrayamadığı duygusal zekasından, onca yeteneğinden ve bir yıldızın kaydığından söz etmişti. Arredamento Mimarlık’ta2 Uğur Tanyeli, Ergün Aksel’in yüksek yoğunluklu bir aşk ve kavga harmanlamasıyla ömür verdiği mimarlık yaklaşımından bahsetmişti. Baran İdil aynı yayında onun mimarlıkla beraber tüm sanat dallarındaki farkındalığından, erken öğrencilik yıllarında dahi çalıştığı bürolarda (tasarıma doğrudan müdahale ve katılım) isteğini dile getirmişti. Ben ise yine aynı yayında yapmacıksız, dimdik, özgürce sorgulayan, mimarinin büyüsü içindeki tavrından bahsetmiştim. Evet, o bir efsane idi.

Sınıfımıza birincilikle giren A. Özcan Yaltı, Saint-Joseph’ten gelmişti. Çok mahir bir insandı. Hayatta değil şimdi. Bir de tabi, çok sevgili arkadaşımız Mehmet Tataroğlu var, mimari kabiliyetinin yanı sıra kendisi için “ehl-i hıref” dersem herhalde hata etmiş olmam, yani hüner sahibi. Bu tabiri Prof. Önder Küçükerman’dan öğrendim.

AV: Bu kadarla bile zaten 1990’ların sonuna kadar bu ülke mimarlığının domino taşlarını anlatıyorsunuz bize.

SAK: Peki, eğitim nasıldı Teknik Üniversite’de? Böyle bir altyapısı olan birine mimarlık eğitimi nasıl geldi? Yaptıkça mı içine girdiniz yoksa yabancılaştınız mı?
SH: Tabi, yaptıkça içine girdik. Abone olduğum ilk mimarlık dergisi L’architecture d’Aujourdhui, Taşkışla’daki kitap satış sergisinden aldığım ilk kitap ise etkileyici Brücken idi. Kitap, hem yeni teknoloji ile ayağa kaldırılan, büyük açıklıkları geçen yeni köprülere hem de geleneksel, doğa içinde çevre ile kaynaşan, taşı yahut ahşabı kullanarak suyun üstünden geçip giden köprülere örnekler veriyordu. Kitabın yazarını Bonatz olarak hatırlıyorum. O kitap yazık ki şimdi yok.

23 Nisan’da İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde geleneksel olarak düzenlenen gezide, mimari projesi Emin Onat ve Orhan Arda’ya ait olan Anıtkabir’i ziyaret etmiştik. Emin Onat bize, yerinde, Anıtkabir mimarisini anlatmış, daha sonra o zamanlar inşaatı süren, Clemens Holzmeister’ın mimarı olduğu, TBMM binasına; en sonra da Kavaklıdere Şarap Fabrikası’na götürmüştü. Tavrı gayet seçkin, zarif ve öğreticiydi. Birinci sınıfın ilk uzun ve anlamlı gezisi bu olmuştu. Daha sonraki yıllarda Efes-Selçuk, Antalya gezileri de yapıldı.

O zamanlar işlevsellik çok önemliydi. Sabahattin Eyüboğlu sanat tarihi hocamızdı. Anadolu uygarlıklarını anlatırdı. Doğan Kuban, sonlara geldiğimizde modern mimarlığı anlattı, müthiş bir dersti o. Wright’tan, Corbusier’den, Mies ve Aalto’dan bahsetti. Belki daha önce de bahsedilmişti ama Doğan Kuban modern mimarinin anlamı ile bütünleştirerek anlatıyordu onları. Mukbil Gökdoğan ve kürsüsü; Lami Eser, Lütfi Zeren, Tuluğ Baytun, Eyüp Kömürcüoğlu, Lütfi Zeren o zaman yapı dersi veriyordu, sonra tasarım derslerine başladı. Bize vermedi, zaten biz temel tasarım okumadık, bizim senemizde yoktu. Birinci sınıfta hakim olan ders yapıydı. 1/100 ölçekli plan verilmişti. Herkes kendi yorumuna göre çalışma yapardı. Onlar gelişti ölçek 1/50 oldu, 1/20 oldu. Çatısından temeline bütün bir kesiti çizdirdiler. Çok şey öğrendik o sene. Temelden çatıya iki katlı bir yapıya ait çok sağlam bilgiler aldık. Mimari projeye ikinci sınıfta başladık. Ressam Ercüment Kalmık da öğretim kadrosundaydı.

İkinci sınıfta, Orhan Safa yapı hocasıydı. Tahtanın bir başından öbür başına, o 212-214 sınıflarında, renkli tebeşirlerle müthiş ders anlatırdı. Silmeye kıyamaz insan, neden fotoğrafını çekmemişiz acaba? Doğru, ölçekli çok öğretici bir tahtaydı o. Ayrıca Orhan Safa hocamız son derece zarifti, olağanüstü zarif. Daha sonra ahbap olduk ve hatta o emekli olduktan sonra tasarım dersine beraber gitmiştik. Evinde eskizlere bakmak çok hoş bir anı oldu. Kemal Ahmet Aru’nun şehircilik derslerinde renkli tebeşirlerle kara tahtayı donatması da aynı şekilde muhteşemdi. Nezih Eldem hocamızın tadına doyulmaz sohbeti ve çizimleriyle insan yaşamını anlatışı da gözlerimin önünde. İnsanın kendi insancıl yanlarına cevaplar bulması zihnimizi açıyordu. Yaşamın çeşitlilikleri ve ona uyan detaylar üzerinde dururdu. Nezih Bey’in bu tavrını kestirmeden tarif etmek için “Solak soğancı detayı çizer” derlerdi.

Prof. Emin Onat ve Paul Bonatz, Prof. Kemali Söylemezoğlu ile de aynı çatı altındaydık. Fakat onlar bizim dönemimizde bizim hocamız olmadılar. O zamanlar hocalarımızı sadece birer hoca olarak değil aynı zamanda mimarlık dünyasının içinden birer isim olarak da tanırdık. Sonradan bu durum değişti, hocalar, yasaların da öngördüğü şekilde artık mimari uygulama yapmaz oldular.

AV: Mimari projeye ikinci sınıfta başlamak bence doğru olan. İlk önce “hadi tasarlayın” demekle olmuyor. Kapı nedir, mekan nedir, duvar nedir, yapı nedir, boşluk hissi nedir, ölçek nedir bunları hiç bilmeden bize doğrudan proje vermişlerdi.
SH: Öyle eğitim de yapılıyor evet, o da bir metot. Doğrudan doğruya birinci sınıftan başlıyor. Bizde öyle olmadı, ikinci sınıftan başladı. Sabri Oran vardı, hocamız, bir yalı projesi yapmıştım ikinci sınıfta.

AV: Beş yıl okuyunca yüksek mimar olarak mı çıkıyordunuz?
SH: Yüksek mühendis mimar, doğrudan doğruya ama başta mühendis yazıyor diplomada.

AV: Eğitim sürecinizin genelinden memnuniyetle, heyecanla ve tutkuyla bahsediyorsunuz. Eğitim sürecinizde artık yeter dediğiniz, sıkıntı duyduğunuz, sizi mutsuz eden bir an var mı?
SH: Güzeldi, belirgin bir sıkıntı hissetmedim.1953-54’te birinci sınıftayız. Richard Neutra 213 no.lu salona geldi. Gök mavisi, havuz suyu mavisi, geniş cam yüzeyler arasında, betonarme kirişlerin çarpıcı beyazlığı ile Enternasyonal stildeki villalarını anlattı. Yapıların aydınlatılmış gece görünümlerinden ve etkilerinden bahsetti. Boğazın sularının buz tuttuğu sene gelmişti. Bir de yaz stajları vardı tabi. İlk stajımı Prof. Kemal Söylemezoğlu’nun yanında yaptım, Levent’teki evine giderdik. Gündüz Atalık, Zafer Koçak, Özgönül Aksoy ve ben, dört kişi bir odada çalışırdık. Bize şehircilik projeleri çizdirmişti.

AV: Süresi ne olurdu bu yaz stajlarının?
SH: İki ay civarında, yaz tatili boyunca.

AV: Bir tatil kavramı yok muydu?
SH: Hayır yoktu. İkinci sene Hilton Oteli’nin yüzme havuzu yapılıyordu, orada çalıştım. Nihat Haseki oranın müteahhidiydi fakat kendisi de mimardı ve çok iyi bir mimardı. Sedad Hakkı’dan çizimler gelirdi, şantiyede üzerinde çalışırdık. O sene, 6-7 Eylül olaylarının olduğu seneydi.

SAK: Hatırladığınız projeler var mı severek yaptığınız? Bitirme projenizi hatırlıyor musunuz, örneğin konusu, jürisi nasıldı?
SH: Eyüp’te kütüphane konusunu verdiler. Bizim zamanımıza kadar çatı arasında odalar vardı; dörder kişilik gruplar halinde çalışırlardı öğrenciler her gün gelip. Bizde öyle yapmadılar, serbest bıraktılar ancak bir iki kere kontrol ettiler. Hangi ölçeğe gelmişiz diye baktılar yahut şu ölçeğe gelmeniz lazım dediler, ona göre kağıtlara damga bastılar. Sonunda teslim ettik projeleri yani hiçbir hoca görmedi bizim projelerimizi, diploma projesi yaparken.

AV: Herhangi bir kritik de mi almadınız?
SH: Hayır, hiçbir şey, jüri de olmadı. Sadece çalışma temposunu tespit etmek için kağıtlarımız damgalandı o kadar. En son savunma jürisine girdik, projemizi orada anlattık. Jüri ile ilk defa diploma projesinde karşılaştım. Taşkışla koridorlarında mimari proje yarışmalarına ait sergiler açılırdı.

AV: Diploma projesi kütüphaneydi peki ondan öncekilerin konuları nelerdi?
SH: Yalı, iskele binası, motel, gençlik kampı, lise, spor tesisi, hostel gibi tekil projeler yaptım.

SAK: Notlar 20 üzerinden miydi?
SH: Evet.

SAK: Okuduğunuz yılda okulun yarısı inşaat mühendisliğiydi değil mi Taşkışla’da?
SH: Bir kesim, Hilton tarafındaki bölüm inşaat, öbür yarı da mimarlık fakültesiydi.

SAK: “L” şeklinde, bir kısa ve uzun kol inşaatın, bir kısa ve uzun kol mimarlığın gibiymiş. Babamın okuduğu yıllar 55-60 arası sanırım, Teknik Üniversite’deki sosyal hayatını anlatırdı, avluda buluşup plak çalınırmış.
SH: Biz orta avluya çıkmadık, birkaç kere fotoğraf çektirmek için çıktık.

AV: Neden?
SH: Öyle kullanılmazdı orası. Biz isteksiz değildik, açılmıyordu orası. Havuz vardı, ağaçlar da vardı ama hayat yoktu orada. 213’ün altı kantindi. Kantinde buluşurduk orada bir şeyler yer içerdik.

SAK: Oradan dışarı çıkılmazdı yani?
SH: Hayır, onun yerine Beyoğlu’na çıkardık.

SAK: Okul döneminde hiç hocaların ya da profesyonellerin katıldığı yarışmalara katıldığınız, yardım ettiğiniz oldu mu?
SH: Hocalarımızdan Ali Kızıltan ve Lütfi Zeren, Atatürk Üniversitesi Mimari Proje Yarışması’na katılmışlardı. Şevket Sunar ve ben çalışmalara yardım etmiştik. Daha sonraları okul sırasında mimarlık bürolarında çalıştım. Mesela Turgut Cansever’in, Maruf Önal’ın, Melih Birsel-Haluk Baysal bürosunda çalıştım. Haluk Baysal, bütün gün ağzına bir ıslık takar sürekli çalışırdı. Melih Bey de son derece titiz büro düzeni içindeydi. Melih Birsel-Haluk Baysal bürosunda hastane konkurları olurdu ve gece yarılarına kadar biz çalışırdık, Haluk Bey ile Melih Bey büroda olmazdı. Geceleyin gitmek, şimdi belki kolay ama o zaman değildi. Erkek arkadaşlarımız bizi eve kadar götürürlerdi, sonra nasıl giderlerdi kendi evlerine bilmiyorum. Turgut Bey’in bürosu Maçka’daydı, evinin üst katındaydı büro, Acısu Sokak’ta, çatı katında. Orası da müthiş bir yerdi.

SAK: Neler yapılıyordu o sırada Turgut Bey’in ofisinde?
SH: Bir cami konkuru olmuştu. Galatasaray Adası Spor Tesisi, Bedri Rahmi Eyüboğlu evi, sonra bir de Karatepe Saçakları ve Karatepe Misafirhane projesi vardı.

AV: Türkiye’de Turgut Bey’i sevenler ve ona mesafe duyanlar ayrımı oldu, İslami geleneğe olan yaklaşımı nedeniyle. O zamanlar da var mıydı?
SH: Vardı, hep vardı ama o zamanlar İslami diye bir kelime geçmezdi. Fakat onun karşı olduğu ve ona karşı olan kişiler vardı. Hatta üniversiteden bazı hocalar oldukça tenkit ederlerdi.

AV: Neyini ediyorlardı? İslami gelenekle ilgili değildi diyorsunuz, neydi konu?
SH: Bazı kent planlaması konularına, yöneticilere karşı çıkıyordu, ona karşı cephe alınıyordu. Belediyede İstanbul planlaması üzerinde çalışıyordu.

AV: Peki, nasıl biriydi siz çalışırken? Nasıl görüyorsunuz?
SH: Çok muktedir birisiydi. Müthişti. Bürosu bir okul, kendisi de bir ekoldü. Yüksek düzeyde seziş, bilgi ve duyarlılık sahibiydi. Anlamlı, ölçekli, yaşayan ve sevecen çevreler yaratma ustalığına sahipti.

SAK: Nasıl oldu da bu ofislerde çalıştınız? Tavsiye mi edildiniz, başvuru mu yaptınız? Az sayıda öğrenci var ama yine de bu bürolar çok önemli bürolar.
SH: Ben Turgut Bey’i daha önceden tanıyordum. Babası, babamın hocası olmuş. Oralardan biliyorum ama nihayetinde gidip müracaat ediyorduk. İlk müracaat anımı hiç hatırlamıyorum, nasıl olduğunu. Bazen çalışan kişi öneriyordu. Yeni biri lazım olunca, falanca gelsin deniyordu.

AV: Sevinç Hanım sizin girdiğiniz yıl Teknik Üniversite’ye kaç öğrenci alınmıştır sizinle birlikte?
SH: 100 kişi vardı, bir de yurtdışından gelen belki 10-20 kişi.

SAK: Türkiye’de o senelerde, beş sene de okunduğuna göre İTÜ’de 600 mimarlık öğrencisi olabilir yaklaşık, Akademi’de 400 dersek, toplam 1000 tane mimarlık öğrencisi kayıtlı oluyor. Şu an, günümüzde 30 bin mimarlık öğrencisi kayıtlı.

AV: Tam bu noktada bir şey sormak istiyorum. O zamandan bu zamana gelerek, çünkü sizin eğitimci kimliğiniz de var, üniversitelerde hocalık yaptınız, hala da yapıyorsunuz. Bu benim için çok kritik, sizin olduğunuz yıllarda 1000 öğrenciden bahsediyoruz bugün 30 binden. Yıllar önce İTÜ'de düzenlenen 9+1 toplantılarından birinin konusu mimarlıkta eğitimdi. Ben de genç, yeni yetişmiş bir mimardım. O yıl 36 tane mimarlık fakültesi olduğu söylenmişti ve ben de elimi kaldırıp şöyle demiştim “16 tanesini kapatabilir miyiz, 20 tane yetmez mi, niye 36?” O zaman dahi bana çok gelmişti.
SH: Bu çok normal bir şey. Nüfus arttı. Gençler yetişmek, geleceklerini kurmak istiyorlar. Sosyo ekonomik durumla ilişkili bu doğrudan doğruya. Bunun böyle olması çok doğal.

AV: Nitelik-nicelik durumundan bahsediyorum. Tamam, nüfus artıyor ama ben biliyorum ki mesela Türkiye nüfusu 80 milyon, ABD nüfusu 350 milyon ise, inanın mezun mimar ya da üreten mimar sayılarımız onlardan daha az.

SAK: Oraya kadar gitmeye gerek yok, 80 milyon nüfuslu Almanya’da 36 okul var, bizde 159.

AV: Siz nasıl görüyorsunuz, bu kadar mimara, bu kadar mimarlık fakültesine ihtiyacımız var mı?
SH: Bu kadar mimara ihtiyaç olabilir, neden olmasın? Aslında talep edilse mimara ihtiyaç var. Almanya’da köylerde bile mimar olduktan sonra bizde niye olmasın? Fakat talep meselesi, mimariye de talep yok. Fakat neden bu kadar mimarlık fakültesi var? Bir defa eğitimde üniversite kuruluşunda birçok farklı fakülteleri bünyesinde bulundurmak zorunlu. En az dört fakülte ile başlıyorlar ve bunların içinde iç mimarlık eğitimi en fazla talep göreni. Hatta okullara iç mimarlık kazanç sağlıyor, iç mimarlık hemen doluyor. Öbür taraflar boş kalabiliyor ama bu bölümü doldurmayan okul yok hemen hemen.

İstanbul Teknik Üniversitesi okul gezilerinden Efes’te Hadi, Yılmaz Zenger ve Özgönül Aksoy ile birlikte, 1955
İstanbul Teknik Üniversitesi okul gezileri sırasında okul arkadaşlarıyla, Bergama tiyatrosu, 1955

SAK: Bu sene biraz değişik bir süreç başladı. Merkezi sistemden iç mimarlığa almaya başladılar. Özel bir durum var gibi görünüyor. Kontenjanlar normal dışı boş kaldı. Ama yine de değişik bir süreç, başka sebepleri de olabilir. Bu 1953-1958 ile 2013-2018’in farkı.

AV: Bir dönem öğrenciydiniz, şu anda profesyonel hayatınızı eğitimci kimliğinizle birleştirmiş durumdasınız. Günümüzdeki mimarlık eğitimini nasıl görüyorsunuz?

SAK: Yıllar içinde öğrencilerin değişimi nasıldı? Nasıl farkı var gençlerin?
SH: Anlam, yere bağlılık, topoğrafyaya uyumlu yerleşme vs. bunları bir kenara koyalım. En çok anlaşılabilecek tarafı fonksiyonellik, mantığa hitap ediyor çünkü. Şu ihtiyaç var, bunun için yapılacak işler şunlardır, ölçü şudur, ilişki şudur gibi. Yetmiyor söylenenler. Her işte olduğu gibi mimarlık için de bilginin yanı sıra merak ve sorgulama gerekli.

SAK: Benim gördüğüm “Ben yaparım” diyen gençler daha az. Onunla alakalı olduğunu düşünüyorum.
SH: Şöyle söylüyorlar: “Size sorarak yapacaktım.” Neden? Ne olur bana sorma. Kendine sor, kendin yap, hatta birkaç tane yap. Benim söylediğimi de çiz. Karşılaştır, bunu bekliyorum. Benim dediğimi yapma fakat düşün üzerinde. Ne demiş diye bir kere çiz. Bazı hocalar ellerine kalem almıyor, sadece konuşuyor ama ben çizmeyi çok seviyorum, çizerek anlatmak istiyorum. Bazen öğrencinin projesini de çiziyorum, o esnada bir şeyler öğreniyor yahut öğrendiğini söylüyor, bilemiyorum. Ben çok didiklemek istiyorum, normal hayatımda da didiklemeyi seviyorum onun için konuyu da didikliyorum.

AV: Benim gördüğüm, az çiziyorlar. Konuşmak konusunda hiçbir problemleri yok ancak çizmiyorlar.
SH: Tabi, hep kendilerini müdafaa ediyorlar.

SAK: Galiba yetişemiyoruz; çok vakit alan, emek vermek gereken bir süreç. Ayrıca bazılarında ben mezun olacağım, bunları yapacağım heyecanı yok. “Mezun olacağım da ne olacak?” psikolojisindeki insan öğrenebilir mi bir şey?
SH: Acaba öyle bir şey etkili oluyor mu? En çok etkili olan şey imza atmaya çalıştıkları devam listesi. Devam etsin geçsin, bunu düşünüyor. Geçemezsem ne olur diye korkuyor, yapamazsam ne olur diye düşünmüyor.

AV: Farklı jenerasyonlar toplanıp konuşsa hepsinin farklı bir hikayesi olacak ama 10-12 yıldır okullara giden biri olarak şunu görüyorum, “şimdi ve şu anda” olmasını istiyorlar.

SAK: Yaklaşık 15 senedir, çoğunlukla birinci sınıf öğrencileriyle çalışıyorum. Şöyle bir şey de olduğunu düşünüyorum; hani Şandor Bey kartondan gemi yapınca mutlu olmuş ya şu an kartondan gemi yapamıyorlar. O kadar çok imkanları var ki o gemileri hazır alabiliyorlar. Bakıyorlar, görüyorlar, beğeniyorlar ve alıyorlar. Her ne olursa olsun bu görüntü, bilgi vs. soruyorsun, Google’dan getiriyor. Ben yapayım, derme çatma olsun ya da köşesi böyle olmayan masa yok mu o zaman ben yapayım diye bir fikir mevhum yok. Bana seçenek verilmemişse o zaman ben istediğim seçeneği kendim yapabilirim fikri yok. Biz de 70’li yılların imkansızlıklarında oyuncaklarla oynuyorduk, babamın pilot ahbaplarından oyuncaklar geliyordu, senede bir lego alınıyordu. Öyle mağazaya git kutu kutu lego al gel olmuyordu. Tahtadan kendi oyuncağımı yaptığımı hatırlıyorum. Küçük oyuncak arabalarımdan fazla yoktu, sıkılıyordum aynı oyuncak arabadan, annemin ojeleriyle rengini değiştiriyordum. Böyle bir seçenek, yani yaparak dünyayı değiştirme güdüsü temelde yok. Klişe olacak ama üretim kültürü yok, tüketim kültürü var gibi. Örnek vereceğim, Autocad’de çizeceksin masa yapacaksın, her şeyini düşünebilir, tasarlayabilirsin. Hazır bloktan alıp oraya konuyor, çizmiş biri daha önceden çünkü orada var.
SH: Öyle tabi canım. Ben bu sömestr şunu gördüm hep, toplu konut yapıyoruz; yüksek binaların merdivenleri, asansörleri, yangın merdivenleri hep aynı pozisyonda. Bunu şöyle değiştiremez misin, her yere aynı merdiven grubu konur mu? Arşivden alıp ekliyorlar oraya.

AV: Peki sizin çocuklarınızın mimar olmasında bir etkiniz var mı?
SH: Bir evde çocuk küçük yaştan itibaren anasından babasından hep aynı şeyleri dinlerse olacağı o tabi. Kulakları mimarlıkla doluyor. Tülin lise sonda belki psikolog olurum diyordu sonra “Mimar olmaktan başka çare yok” dedi. Şandor’un elindeki, bir şeyi yapma zekası Tülin’de de aynı, İmre’nin de öyle. Bir şeyi oymak, kesmek vs. müthiş maket yapar Tülin. Mimarlıkta düşünebilmek için görmek lazım ve görebilmek için de maket bize çok yardımcı oluyor. Maketi mutlaka istiyorum ben de öyle görebiliyorum zaten, maket bana yardımcı oluyor. İstiyorum ki çocuklar da görsünler. Makete şöyle kuşbakışı yukarıdan bakmak müthiş fikir veriyor. Bazen derslerde sırf maket yaptırıyorum, maket yaparak projeye başlamak da olabilir.

AV: Ofiste alt katta bir maket atölyesi var, çalışma maketlerini de orada yapıyoruz. Proje çalışırken aşağı iniyoruz, kesiyoruz biçiyoruz. Yazın bize staja gelen öğrencilerden maket istiyoruz, “maket atölyenizde yeterince makineniz yok” diyorlar. Bizimkiler de ellerine falçataları almışlar, “bizim makinemiz bu” diyorlar. Çocuklar şaşırıyor çünkü “Bu araziyi elle mi keseceğiz, lazer kesim aleti yok mu?” diye.

SAK: Lazer kesim aletiyle maket yapmayı, video kamera ile duvara çivi çakmaya benzetiyorum ben.
SH: Biz üniversitede maket çalışırken, arazi maketini maket atölyesinde çalışanlar yapardı. Arazi maketi öğrenciye verilirdi. Teknik Üniversite’nin maket atölyesi gelişkindi tabi.

AV: Evet, bir gün stajyerler geldiler dediler ki, biz Beşiktaş’ta bir yer bulduk lazer kesim yapan; halbuki biz de biliyoruz zaten, ama amaç o değil. Sizin söylediğiniz gibi, onu keserken biçerken düşünüyorsun, düşünürken yapıyorsun, yaparken düşünüyorsun... O diyalogdan mahrum kalıyorsunuz lazer ile kestirince.

SAK: Belirli bir mevhumu oluşmaya başlamışsa onu lazer kesimde nasıl kestireceğini düşünmek de bir iş öte yandan.

AV: Tabi onu bilgisayarda ayarlıyorlar, bu da bir nebze bir şey. Çok eski kafalı gibi konuşmak istemiyorum ama çizmemeyi anlamıyorum. Belki de ben başka bir yol bilmediğimden. İşverenime dahi işi anlatırken önümde kağıt kalem ona ancak çizerek tarif edebiliyorum. Bir arkadaşımın çocuğu, Londra’da Architectural Association’da (AA) mimarlık okumaya başlayıncaya kadar eksiz ya da çizim yapmamanın ya da az yapmanın dünya genelinde 21. yüzyıl gençliğinin problemi olduğunu düşünüyordum. İlk üç ay çok zorlandı. Sabah 9’da gidiyor, akşam 9’a kadar atölyede, atölye sonrası kütüphanede, sonra yurduna dönüp sabaha karşı 2’ye kadar ders çalışıyor, çizim yapıyor… Arkadaşları soruyormuş “Londra nasıl?” diye, “ben Londra’yı bilmiyorum, AA’de yaşıyorum” diyormuş. Bir jüri kritikleri var, İstanbul’da yetişmiş bir ailenin çocuğu olarak ilk başlarda hafif gözleri sulanmış, karşısındaki hocası “Şimdi dışarı çık, o gözündeki yaşları sil ve benimle bir birey olarak tartış.” demiş. Bugün bizlerin okullarındaki o çocuklardan birine böyle davranılsa, hemen gidip mütevelli heyetine şikayet ediyorlar. Orada anladım ki bu dünyanın problemi değil, bizim problemimiz.

SAK: Bir arkadaşım Almanya’da eğitim görürken bir hocasının “sen mekan israfısın” dediğini anlatmıştı. Müthiş bir keyifle hatırlıyor ama. Öyle bir nükteyle söylüyor bu lafı demek ki.
SH: Tabi canım, korkuyla mı öğrenir insan mimarlığı.

AV: AA’de okuyan öğrenciye, bana bunları anlattıktan sonra sordum peki şimdi ne hissediyorsun diye, “bence haklıydı” diyor. Çünkü kişisel hakaret yok o cümlelerin ardında. Ofisimizde Aachen Üniversitesi’nden mezun olacak bir mimarlık öğrencisi çalışıyor, portfolyosundaki ikinci sınıf projesini “konumu seçtim, arazimi seçtim, proje süresince çalışacağım danışman hocalarımı seçtim” diye anlattı. O karar veriyor hepsine, sürekli olmuş mu diye onaylatmıyor hocaya. Sorularını ve sorunlarını soruyor sadece. Bence galiba bu konuda akademisyenlere de çok iş düşüyor.
SH: Akademisyenlerin varlığı ve etkisi çok önemli. Yalnız öğrenci meselesi değil bunlar, hoca meselesi aynı zamanda.

NOTLAR
1 Afife Batur, “Sıra Dışı Bir Yaşamın Ardından”, Mimarlara Mektup 114, 2008:8, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
2 Arredamento Mimarlık, 2001, Temmuz-Ağustos

Etiketler:

İlgili İçerikler: