Oho’larla Uha’ların Arasında - 1/2
Mimari Logosferin Yapışkanlığı
“Eleştiri Muktedir Bir Söylemin Yörüngesine Girerse Ne Olur?”
“Şöyle söyleyeyim: ‘Şöyle söyleyeyim’ derken besbelli ki hiçbir şey söylemiyorum.”
Jacques Rigaut (2018, 11)
Günümüzde hakikati bildiğini iddia edebilecek kimse var mıdır? Gerçeklere “doğal yollarla” karışan ve ’patafizik denebilecek gerçek-dışılıktan başka, bir de her yanda harıl harıl üretilip dolaşıma sokulan “yalan” vardır; ki güç yapıları gerçeği sulandırmada özverili bir rol oynayarak, sıradan gündelik gerçekleri örtbas etmek konusunda –değişen terkiplerde– “katkıda” bulunur. Faşist medya kaynakları bu koşullarda –ironik biçimde– en güvenilir olanlarıdır çünkü hangi konuda azimle susuyorlarsa orada bir bit yeniği olduğu kesinlenebilir.
Gedikli polemikçinin, mimarlık eleştirmeninin mimari logosferi bunalıma sokmaya yetecek eleştiriler yazamaması "bir" şeye dalalettir: Barthes’ın deyişiyle “yapışkanlık” alanına geçilmiştir; muktedirin tarafına, "encratique" söylem bölgesine. Logosfer, mimarlık hakkında duyup okuduğumuz şeylerin bizi sarmalayan örtüsüdür; verilidir. Logosferin huzur bulmaya, çeperlerinde barınmaya, düzenine sığınmaya, kabuğu altında yaşamaya yaradığını sanmamak gerekir. Eleştiriyle sarsılması, yırtılması, düzeninin bozulması, kırılması gereken şeydir. Dili bunalıma sokmayı amaçlayan eleştiri, ideolojik dilin kendini normalleştiren, doğallaştıran çekirdeğinden kurtulmalıdır. Ancak bu sayede muktedir dillerin yağlarını eritecek bir asit gibi saldırabilir. Entelektüel ancak bu yolla ideolojik çıkarları gerçek anlamda rahatsız edebilir. Egemen sınıfın dilini, egemenliği altındayken eleştirmelidir. Barthes’a göre entelektüel “aynı anda hem inceleme yapan hem de ütopya geliştiren kişi olmak zorundadır, aynı anda hem dünyanın zorluklarını hem de çılgın arzularını betimlemelidir” (Barthes, 2013: 241, 344, 372-3).
İktidar içinde (encratique) söylemler ve iktidar dışında (acratique) söylemler: Birbirini konuşmaktan alıkoymayı amaç edinen kutupsal varlıklardır. İktidara yapışık söylemler ötekine yer bırakmayacak kadar doludur; söyleme katılmayanların boğulduğunu, zehirlendiğini hissetmesi boşa değildir. İktidar dışı söylemler jargonlardır. Bunlar paradoksaldır çünkü belli bir "doxa"nın (kanaatin) dışında yer alırlar (Barthes, 2013: 122-125). Öte yandan, yazarın durumu –iktidardan yana olsa da olmasa da– çok daha çetin bir sorunla baş etmeyle ilgilidir; bu da yeniliğin yazıdaki kaçınılmazlığı sorunudur.
Oho’lar ve Uha’lar: Aynı Gezegenin Uzaylıları
“İki Dil Arasında Kalan Biri Nasıl Yaratıcı Olabilir?”
Harry Mathews bir metninde Yeni Gine’nin derinliklerinde yaşayan iki düşsel kabileyi, Oho’ları ve Uha’ları anlatır; dilin paradoksal karakteriyle ilgili çarpıcı bir kurmacadır bu. Mathews söz konusu “Çeviri ve Oulipo: Durmak Bilmeyen Maltız Vakası” metnini 1996’da yayınlar. Dilimize Armağan Ekici tarafından çevrilip 2005’te Kitap-lık Dergisi'nin "Oulipo" dosyasında yayınlanan metnin girişinde Mathews, kurmaca bir kâşiften gerçekmiş gibi söz eder (Ernest Botherby, d. Perth, Avustralya, 1869; ö. Adelaide, 1944). Kâşif ve antropolog Botherby, Tagota’nın yüzlerce kilometre içlerine uzanan bir nehir boyunca arkaik Oho kabilesiyle karşılaşır. Oho’lar üç kelimelik “kırmızı yanlış eder” cümlesinden başka cümle bilmez; dilleri bu üç kelimeden ibarettir. Geri kalan her şeyi işaretlerle anlatırlar ve cümleyi sadece kalıp halinde kullanırlar:
“Bir süre sonra, Botherby ev sahiplerine bölgede başka topluluklar da olup olmadığını merak ettiğini anlattı. Oho’lar kuzeyi ve doğuyu gösterdiler. Botherby batıyı gösterdiği zaman, şiddetli bir itirazla karşılaştı. Doğallıkla o da batının yolunu tuttu...” (URL-1, 2006)
Botherby iki gün sonra bulduğu kabileye Uha adını verir. Uha’lar, Oho’lara yaşam biçimi bakımından çok benzer ve üç kelimelik başka bir dil konuşur. Cümlelerinin anlamı “burası değil orası”dır. Botherby, bir süre sonra Oho’ların yanına dönüp onlara yanı başındaki Uha’lardan bahsetmeye karar verir. Ama tek bildikleri “kırmızı yanlış eder” olan bir kabileye “burası değil orası” cümlesi nasıl anlatılabilirdi?
Mathews bu açmazdan hareketle, on binlerce kelimeye sahip gelişkin dillerin zaman zaman, Oho ve Uha dillerinin açmazına düştüklerini söyler. “Yazar, Uha’nın ne dediğini henüz duymuş bir Oho’dur.” Pragmatik retorik bunu bir iletişim sorununa indirgerken yazar için bu yaratıma ilişkin temel bir durumdur. Bu yazıda Oho’lulara ve Uha’lılara aracılık eden Botherby’nin durumunu anlamayı denerken mimarlığı göz önünde bulundurmaya çalışacağım.
Akademik Sanatoryum ve Akademik Cephanelik
“Bilim Dili Kendini Nasıl Gizler?”
Düşünür, dilbilimci ve göstergebilimci Genette’in “diction” (söyleyiş) diye adlandırdığı, Barthes’ın “metin” diye vaftiz ettiği yol, açmaza ve yaratıma aynı anda dayanır. Genette’in üçüncü yolu, retoriğin Aristocu tasım tanımına güncel bir yön verir. Akademik retoriği kasten açmaza düşürmek, kendini dil değilmiş gibi gösteren dilden kaçınmak kolay değildir; o dili ve sözüm ona bilimsel yöntemi bunalıma sokmak için de üniversite elverişli bir yer değildir.
Doktora yapmak için asistan olarak geldiğim üniversitede kürsü başkanı profesörümüz, yazıda deneme dilini terk etmemi istemişti. O zamanlar her tür dergide sadece beş - on yıldır yazıyordum. Bu talebin gerçek içeriğini anlamam yıllar sürmüş olabilir. Gerçekten akademyada arzudan uzaklaşıp Baba’ya (Yasa’ya) rücu etmek dil bakımından esastır çünkü akademik dil –Roland Barthes’ın ifadesiyle– bir “savaş dilidir”. Ne var ki akademik dil arzuyu “yok etmez, onu ezer, küçültür, değerinin bir dizgesini temellendirir” (Barthes, 2013: 267).
Yazınsal metinde yer alabilen ama üniversite makalesinde hoş görülmeyen şeyler Barthes’a göre şunlardır: Devriklemeler, son dizeler, sözdizimsel serbestlikler, söz sanatları, söz dağarcığı, eski kullanımlar (Barthes, 2013: 147). Bundan, akademik yazının bir zihin terbiyesi değil, beden terbiyesi meselesi olduğu sonucuna varılabilir. Beden terbiyesi de sporcununki gibi değil, askerin idmanı gibidir: Bir yanıyla danışmanlar çavuşa, öğrenciler bölükteki askerlere benzer. Çünkü akademik tez pratiği tek tek icra edilip kişiye özel görünse de çavuşların bölük askerlerine yaptırdığı sıralı hareketlerden nadiren farklılık gösterir. Literatür çalışması, idmandan önceki vitamin ve mineral desteği yerine geçer. Haftalık raporlar ve tez izlemeleri, bu okumaların hangi yaratıcı fikirlere yol açtığını değil, literatürün ne kadarına kaç saat harcandığını gözler önüne serer. Nicel çalışmalar şınav ve mekik yerine geçer, saha araştırmaları ve vaka analizleri –malumun ilamı oldukları sürece– serbest koşu ile düzenli uykunun karşıt ama birbirini tamamlayan işlevlerine benzer.
Afallatan telkin (“deneme dilini terk etmelisiniz”) sadece –benim gibi– sıradan bir asistanı değil, gerçekte Akademik Sanatoryuma yatırılmış herkesi kapsamaktadır: Akademik retoriği savaş dili gibi kuran akademik cemaat, “toplumsal, ekonomik ve nevrotik yapılarıyla devreye girer” (Barthes, 2013: 128). Bu dil akademik bireylerce savunulsa da o bireylere ait değildir ve beklenmedik bir biçimde, farklı sınıflara mensup olanlar arasında ortak değer haline getirilir. Barthes’a göre nesnel, hümanist veya yansız görünümlere de bürünse, tıpkı ortak bildirimi villa sahibinin kendini korumaya alması olan, bu amaçla astığı “köpek var”, “dikkat köpek ısırır”, “bekçi köpeği” yazan levhaların iyelik düzeni gibidir. Burada bile savaş çok yönlüdür: Hem dışarıya (villa sahibi olmayanlara) –öğrencilere– hem birbirine (diğer villa sahiplerine) –diğer akademisyenlere– karşı.
Diğer topluluk dilleri gibi akademik retorik de birkaç tür silahtan kendine yığınak yapmıştır. İlki “mimodram” için gereken otomatik silahlardır: Kanıtlar, saldırılar, karşılıklar ve formüllerden oluşan yaylım ateşi gösterisinde kullanılır. İkinci yığınak tuzaklama düzeneklerini kapsar: Dizge betilerine istikrar kazandırmak, dizgeyi kapatıp korumak için yerleştirilmiş, dışlayıcı, parça tesirli söylem biçimleri. Son kategoride fevkalade caydırıcı uzun namlulular bulunur: Retoriğin namlusuna sürülen her tümce, öne sürümlü yapısı nedeniyle tehditkârdır. Bu silahlanmada dispozitif, tavadaki kızdırılmış yağ gibi kurulmuştur Barthes’a göre. Bu "materia prima", pusuda bekleyen bir hayvan gibi, tavaya düşecek yazıyı bekler. Öteki olan yazı, vahşi bir törenin ortasında, cızırtılarla nesneleştirilir (Barthes, 2013: 386).
Bir üniversite hocasının sözleri de yazısı gibi açık ve yetki sahibi olmalıdır. Bir yargı sözü, bir ceza ifadesi, bir "Sententia" (Barthes, 2013: 130, 131, 336-7). Bir "Genus Humile"; yasal söylevin yalın dili mi? Bu savaştan çıkmanın yolu nedir? Barthes sarkastik bir “teknik” önerir:
“Edebiyatın malzemesi dilin genel kategorisidir; oluşması için kendini ortaya çıkaranı öldürmek zorunda olmakla kalmaz, üstelik bu cinayet için elinde yok etmesi gereken bu dilden başka hiçbir araç yoktur.” (Barthes, 2013: 259)
Demek ki –retorik bir istihzayla– çözüm "si vis pacem, para bellum" sözünde yatmaktadır; barış isteyen savaşa hazırlanmalıdır. Yazı hastalığından kurtulmak için biçemi terk etmek gerekir; biçemi terk edebilmek için de üst-dil olma iddiasındaki bilimsel dilin tertemiz havasını teneffüs etmeye başlamalıdır. Biçemsiz yazıya, yazı olmayan yazıya, dil olmayan dile böyle erişilir. Barthes’ın deyişiyle bilim dili kendi dilinden ustalıkla kaçar. Açmaz şudur: Bilimsel söylem bir düşünce aracına benzese de böyle değildir çünkü dilin tarafsız bir hali olması mümkün değildir; bilim yazısından “tutkulu kişi” çıkarılmış olsa da özne olduğu yerde durur: Çoğullaştırılsa, gizli özne kılığına girse bile. Bilimsel söylem üstün bir kod olduğu düşüncesine kapılmıştır. Bilim zorla bir teolojik görüntüyü kabul ettirmiştir. Doğruluk iddiası, içeriğin ve biçimin gücünün kötüye kullanımıdır (Barthes, 2013: 15, 16, 17).
Akademik tez yazım sanatoryumunda tedavisi tamamlanan öğrenci, akciğerlerindeki son yazınsal irin kalıntılarının da kurutulduğundan emin olunduktan sonra, heyet konsültasyonundan geçirilip doktor unvanını alarak kendi sanatoryumunu kurar. Dil perhizine davet, polemikçi bir yazardan geliyor olmasa, inandırıcılık kazanabilirdi.
Akademya yavanlık alanıdır; yavanlığın teminatıdır. En tutku dolu konu bile müsekkin etkisinde gibi (prozaic) yazılmadıkça kurumsal onay mekanizmasından geçemez çünkü yazının araçsallaştırılması ve sterilize edilmesi ülküsüne yapışan kurumların başında gelir. Bu görevi ifa etmekle akademisyenler yetkinleşir: Yazıyla geçmişi kendine itaat ettirdiğini düşünen tarihçiler gibi, dile boyun eğdirdiklerine körü körüne inanan “ilahiyatçılardan başka bir şey” değildirler. Bilim dili iğdiş edilmiş bir dildir çünkü hazzı yasaklamış ve kendi dilini kendinden dışlayıp köleleştirmiştir.
Hatipten Yalancıya: Tarihçi
“Hakikati Dile Getirirken Kurmacadan Kaçınılabilir mi?
“Tarih, nasıl çarpıtıldığını öğretir.” Stanislaw J. Lec (1990, 114)
Bu makalenin yazarının “hatip eskiden de şimdiki gibi konuşkan ama suskun biri miydi?” diye düşünmekten kendini alamamasının bir sebebi, genç kuşak mimarlarımızdan birinin bir televizyon programına verdiği bir söyleşidir. Konuşmacı, programda politik bir konumlanmayı zorunlu kılan güncel bir konuyu tartışmak üzere bulunan tek konuktur.
Sorulara karşı sakınımlı bir konum aldığını hissettirmektedir. Bu, günümüze damgasını vuran mimari retoriktir: Söyleyeceklerinin, iktidar tarafındaki potansiyel müşterilerini kaçırtacağı endişesiyle, konuşkan hatip, renksizliği tercih edebileceğini varsayar; teknisyen kisvesine bürünür, sahte bir nesnellikle atlatmaya çalışır. Apolitik retoriği “teknisyen/uzman mimar”da temellendiren konuşkan suskunluk, konuşmacıyı “istemeden muhalif görünmekten” korkarken “istese de muhalif görünmemeye” doğru savurur. Öte yandan, hakikate saygı göstermemek sadece pragmatik retoriğin değil, kimi metin türlerinin de sorunudur.
Gérard Genette, kurmaca-dışı türler arasında tarih metnini, otobiyografiyi, belgeseli ve kişisel günlüğü sayar. Bunların retoriği gerçeklik ve doğruluk etkisine dayanır; zamansal ritmleri, mesafe tercihleri, bakış açıları, anlatılarının sesi, yazarla anlatıcı arasındaki ilişkileri, bu etkiyi kurmak için kullanırlar (Genette, 1993: ix). Burada “gerçeksi” türlerin retoriği üzerinden bir mimarlık tartışmasına girişmek yerine tarih retoriğine değinmekle yetineceğim.
Jacques Roubaud, kurmaca-dışı metinlerin aksine şiirin “çelişmezlik ilkesini dikkate almadığının” altını çizer (URL-1). Bütün bir kurmaca-dışı düzyazı, “doğru düzgün bir yazar”ın tutarlı atıp-tutmalarıdır; bir dediği bir dediğini tutmayan bir akademik metin ise kuşkusuz kabul edilemezdir. Jenkins, sözüne güvenilir her tarihçinin sadece bir retorikçi değil aynı zamanda bir kurmaca yazarı olduğunu açıktan ilan ettiğinde, iddialarıyla baş başaydı. Ancak son yirmi yılda durum değişmiştir; Jenkins’in eleştirisi Barthes’ın “yazarın ölümü” veya Baudrillard’ın “sonların sonu” türünden bir klasik haline gelmeye adaydır.
Alun Munslow’un, Jenkins’in "Tarihi Yeniden Düşünürken" (2003) başlıklı özlü ama patlayıcı kitabına yazdığı önsöz, Jenkins’in tarih anlayışının özetidir: İcat edilmiş, yaratılmış, kurulmuş ve daima bir pozisyon alan edebi metin olarak tarih. Tarih her şeyden önce geçmişle ilgili –o güne kadar iddia edildiğinin tersine– edebi bir anlatıdır; tarihçinin verileri alıp geçmiş için yarattığı belli bir anlamı, anlatıya dönüştürdüğü edebi kurgudur. Tarih her zaman birisi içindir, geçmişle aynı şey değildir, her zaman belirli bir amaca yöneliktir, dolayısıyla güçle ilgilidir. Hiçbir zaman masum değildir, ideolojiktir. Gerçekler hiçbir zaman kendi adlarına söz alamadıkları için tarih de sadece olanların bir tasviridir. Tarihin mantığı keşif değil inşadır: Geçmiş keşfedilmeyi bekleyen topraklar değil bir şantiyedir. (Ed Stafford’ın bize gösterdiği şey, dünyada keşfedilecek tek yerin kâşifin kendisi olduğudur.) Tarih yazımı referanslara dayanır; mecazi düşünce, gerekçelendirme, teori, kavram ve ahlakla çalışır (Jenkins, 2003; Munslow, xi-xiii).
Tarih “manzaranın” (betimlediği gerçekliğin) anlamlarını üretmek için, tasvir kategorilerini de icat eder. Bunlar tarihin görünüşte alaycı olmayan, “bürokratik uydurmacaları”na indirgenebilir mi? (Burada en fazla dilin kendisi kadar uca gidilebilir.)
Jenkins tarihin epistemolojik zayıflıklarını dört maddede toplar. İlk üçü geçmişin tarihten büyük olmasıyla ilgilidir; sonuncusu, tarihin geçmişten büyük olmasıyla. İlk zayıflık, geçmişin büyüklüğünün, bütüncül tarih önünde engel oluşturmasıyla ilgilidir. İkinci zayıflık, geçmişin geride kalmış olmasıdır: Hiçbir anlatım (sadece sözel ve yazılı anlatımlar değil, buna bütün medyaları ekleyebiliriz), belli bir yer ve zamanda bile olsa, bu belli yer ve zamanın içerdiği sonsuz durumu ve olayı bir bütün halinde iletecek güçte değildir. Geçmişin bitimsiz palimpsestindeki olası katmanlardan birini veya birkaçını sökebiliriz ancak. Bu nedenle de anlatıları ancak başka anlatılardan kontrol edebiliriz:
“Bir göstergenin anlamı ancak bir başka göstergeye çevrilmesinden başka bir şey değildir; bu da anlamı en son gösterilen olarak değil, bir başka anlam düzeyi olarak tanımlamak demektir.” (Barthes, 2013: 186)
Tarih anlatısının bu zayıflığı, onun, göreliliğin dehlizlerinde gitgide kurmaca haline gelmesine kapı aralıyor olabilir. Üçüncü zayıflık, tarihin kaçınılmaz öznelliğinden gelir. Tarihin hayali bir bilime, ‘patafiziğe en çok yakınlaştığı yer budur: Tarih anlatısında kuralların, “genelleşmiş istisnalar” olmaktan öteye gitmediği bir sarmaldır bu. Geçmişteki gerçekleri ortaya sermek için icat edilmiş bir "bilim" olarak Tarih, sadece onu yazanın kuşkulu oluşuyla değil, tanıklığına yaslandığı gözlerin ve kulakların kuşkululuğuyla da sırtından vurulur. Tarihin son zayıflığı, aşırılığıyla ilgilidir çünkü belli bir dönemle ilgili “bildiklerimiz” (o dönemle ilgili üretimlerin çokluğu ve bizim onları tüketmiş olmamız) sebebiyle, gerçek tanıklarınkini aşabilir (Jenkins, 2003: 34-36). Kimi yazarlar bu olguyu tersinden alır, kendi aşırı-donanımlarını ve zamanın açtığı makası normal kabul eder; geçmişteki insanların belli bir olgunun farkına varmamış olmalarını ayıplar. (“Walter Benjamin’le aynı sokakta yaşadığını bilmiyormuş.”)
Gerçeğe dayanan anlatı için epistemolojik zayıflık sayılan özellikler kurmacanın araçlarına işaret eder. Örneğin geçmişin farklı yönlerini derlemek: Oysa tarih, geçmişin tüm yönlerini eksiksizce ve tarafsızca içerme iddiasına sahiptir. Örneğin olanları değiştirmek: Buna karşılık, tarihin her şeyi olduğu gibi aktarma iddiası vardır. Örneğin abartmak: Oysa tarih yazımında coşkuları yönlendirmek zayıflık alametidir. Örneğin zamanı kısaltmak: Oysa gerçekçilik dengeli bir zamansal dağılım gerektirir. Örneğin ayrıntıları toplamak ve seçmek: Kılı kırk yaran bir gerçekçilikle hiçbir şeyi atlamamak tarih yazısının yöntem iddiasıdır. Kimi şeylere fazla vurgu yapmak: Oysa nesnel tarih her şeye gerektiği kadar vurgu yapar. Kimi şeyleri atlamak: Eksiksizlik nesnelliğin en önemli hasletidir. Sonuca odaklanmak: Nedenlerle sonuçlar arasındaki çelişkisizlik tarihin nesnelliğinin teminatıdır. Her zaman karmaşık ve kaotik olan gerçekliği bebeksi hale getirmek: Oysa ilişkiler sayısız belirsizlikle, kimseye açıklanmamış başka olgularla, farkında olunmayan karanlık bölgelerle dolu bir muammalar denizidir (Jenkins, 2011: 36-7).
Bununla kalmaz. Hikâyeler karanlık noktaları örter ve sonunda tarih geçmişin kendisinden daha parlak bir şey olup çıkar. Klasik retoriğin "mathesis"e, matematiksel kesinliğe benzerliği Aristoteles’in retoriğinin bir özelliğidir. Tarihçi de "mathesis"i gereksinir. Ne var ki birçok kesin ve tutarlı yöntem vardır ve bunlardan hangisinin seçileceği daima problemlidir (Jenkins, 2011: 39).
Tarihçinin yanlılığı bir başka problem alanıdır. Değerlerin, konumların ve ideolojik bakış açılarının bir toplamı olması, tarihin ideolojik yapısını açığa vurur. Tarihçinin epistemolojik ön kabulleri, bilginin nasıl elde edileceğine dair önceledikleri (sınıf, iktidar, devlet, vb.) yanlılığının bir başka veçhesidir. Mesleğinin ve uzmanlığının çarpıttığı bakışını olağan sayar. Yayınlar arasında ve yayınlanmamış materyaller arasında mekik dokuması, bu hareket, kurmacasının temelidir. Tarihçinin yazmak zorunda oluşu, bu nedenle sayısız kısıtlamanın boyunduruğu altında çalışması, idealleştirilen tarih imajına darbe vurur. Bütün bunları, okurların bakış açılarının kaleydoskopuyla çarpınca tarihçi imajından geriye pek bir şey kalmaz (Jenkins, 2003: 27-29).
Burada yapısökümcülükten Aristoteles’e dönerek retoriğin köklerine inmeye çalışacağım.
Belagat
“Faydacılıktan Yaratıcılığa Nasıl Geçilebilir?”
“Konuşmada ... dinleyiciyi kendi sıradan kimliğinden çekip çıkaracak bir güce gereksinimimiz vardır.”
Aristoteles (2000, 179)
“Es genügt nicht, keinen Gedanken zu haben: Man muss ihn auch ausdrücken können.”o
Karl Kraus
Aristoteles’in Retorik’i aradan geçen yirmi küsur yüzyıla karşın bazı yönleriyle hâlâ canlıdır. Aristoteles, hakikate saygısı olmayanların salt rakiplerini galebe çalmak ve bir kariyer yapmak için söylev tekniklerini kullanmalarına razı gelmeyip kendi okulunu kurmuştur. Aristoteles’e göre “kanıtlarla inandırma tarzları retorik sanatının özüdür: Yargıyı coşkularla saptırmaya başvurur. (...) Kanıtlarla inandırma bir tür gösteridir, gösterinin retorik biçimi ise örtük tasımdır.” (Aristoteles, 2000: 19). Tasım (syllogism), kıyas yoluyla uslamlamadır; iki olgudan hareketle üçüncüye ulaşmadır, yani bilimsel bir yoldur. Özdeyiş (maxim), tasımın yönünü çevirerek beklenmedik bir parodiye ulaşır; ileride buraya döneceğim.
Retorik, belli bir durumda, elde olan inandırma yollarını gözlemleme yetisine bağlanır. Burada üç temel öne çıkar. İlki, konuşmacının bir kişisel karakteri açığa vurma gücüdür. İkincisi, dinleyenlerin coşkularını uyandırma gücüdür ki günümüzün reklamcılığı bu görevi teslim almış görünür (Booth, 2004). Üçüncüsü bir hakikati ya da sözde hakikati inandırıcı kanıtlar yoluyla tanıtlama gücüdür. (Parodinin bu sonuncusuyla ilişkisine sonra değineceğim.)
Klasik bir söylev, bir girişten (exordium), gerçeklerin ortaya konduğu ikinci bölümden, delillerin ve kanıtların ortaya serildiği bir üçüncü bölümden, karşı savın çürütüldüğü bir dördüncü bölümden ve bir sonuçtan oluşuyordu. Klasik retorikte belagatin kitabına uygunluğu takdir edilirken günümüzde retorik tümüyle doğallaştırılıp pürüzsüzleştirilmiştir; retorikçi ortada retorik yokmuş gibi davranır. Oysa Barthes’a göre klasik sanat zevk vermeyi açıkça ilkesi haline getirmiştir. Bilimsel söylem haz vermekten uzak durmuştur çünkü ona müracaat etmesi durumunda, tüm ayrıcalıklarından vazgeçme riskine girer. Barthes, cümleden daha büyük sözcük bütünlerinin biçimsel betimlemesi eski retoriğin asıl konusudur, der. Klasik bir yazar bildiğini anlatan, gördüğünü betimleyen, dili gerçeğe öykünen bir yazardır (Barthes, 2013: 17-18, 153, 227).
Klasik retorik "res" (olgular, şeyler) ve "verba"yı (sözler) karşıtlaştırır: "Res non verba" (yani “söz değil eylem önce gelir.”) "Inventio" (konu üzerine söylenebilecek şeyler) "res"ten, biçem de "verba"dan kaynaklanır. Orta çağda iki temel inceleme alanı vardır: "Quadrivium" (doğanın gizleri) ve insan sözünün gizleri (trivium: grammatica, rhétorica, dialectica). Ancak günümüzde bu ayrım bambaşka bir şeye dönüşmüştür çünkü bilimsel söz doğallaştırılmıştır Barthes’a göre. Klasik retorikteki bir başka ayrım da söyleyiş ile düzen arasındadır: "Lexis" ve "taxis". Retoriğin figürlerinin (parodi de bunlardan biridir) ait olduğu söz sanatları, deyişler ve ayrıntılar "lexis"e aittir. Yapıtın büyük parçaları, bütünün montajı ve gelişmesi, yani kurgu ise "taxis"in konusudur. (Barthes, 2013: 140-141, 30, 259)
Pragmatist belagat ile Barthes’ın yöntembilimsel alan diye adlandırdığı "yazı" arasındaki ayrım kritiktir; Genette bu ayrımı yaratmak (poiein) ve konuşmak (legein) üzerinden formüle eder. "Legein" yürümekse "poiein" dans etmektir. Konuşmak (legein) işlevsel, faydacı, iletişimsel dil kullanımıysa (burada her tür çıkar da devreye girer); yaratmak (poiein) bunlardan hiçbiri değildir, sadece kendisiyle açıklanabilir ve sadece kendisini yeniden üretmeye yönelik bir bilgi içeriği barındırabilir. Aristoteles, "legein"in "poiesis"e dönüşmesinin yolunu şöyle açıklar: Konuşma "mimesis" olmadan, simülasyon olmadan sanata dönüşemez (Genette, 1993: 7). Belki de bu yüzden Aristo, retoriği ona benzetse de, söylevciye "mathésis"i (yani matematiğinki gibi kesinlikli bir formülü) şart koşmaz. Günümüzde “halk dili”nin iletişim araçlarınca ele geçirilip kitleselleşmesini eleştiren Barthes, bu dilin “ayrımsız, bütün toplumsal sınıflar arasında dağıtım ortamını oluşturan, yozlaştırılmış, genelleştirilmiş, kitleselleştirilmiş bir tür sağduyu içinde mumyalanmış burjuva dilinden başka bir şey olmadığına” dikkat çeker (Barthes, 2013: 235).
Referanslar:
o “Düşüncelere sahip olmamak yetmez, bir de onları ifade etme yeteneksizliğine sahip olmak gerekir.” Karl Kraus. Aktaran: (Lec, 1990: 5).
Kaynakça:
- Alexander, Christopher, 1977. A Pattern Language. Towns, Buildings, Construction, Oxford University Press, New York.
- Aristoteles, 2000. Retorik, Çev. Mehmet H. Doğan, YKY, İstanbul.
- Alkan, Sevinç, 2017. Mimaride Özgün Kopya. Kopya Olgusunun Güncel Mimarlık Bağlamında Tartışılması, Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İzmir.
- Barthes, Roland, 2013. Dilin Çalışma Sesi, Çev. Ayşe Ece, Necmettin Kâmil Sevil, Elif Gökteke, YKY, İstanbul.
- Bennett, J. G., 2018. The Dramatic Universe, The J. G. Bennett Foundation, Massachusetts.
- Booth, Wayne C., 2004. The Rhetoric of Rhetoric. The Quest for Effective Communication, Blackwell, USA, UK, Australia.
- Carron, Jean-Claude, 2005. “Rhetoric”, New Dictionary of the History of Ideas, Maryanne Cline Horowitz (ed.), Vol. 5, Thomson Gale, US, pp. 2122-5.
- Le Corbusier, 2014. Modulor 1&2, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, YEM, İstanbul.
- Deleuze, Gilles, 2003. İki Konferans, Çev. Ulus Baker, İstanbul, Norgunk, ss. 15-41.
- Durmuş, Serap; Gür, Şengül Öymen. 2015. “A Methodology Attempt for Rethinking Architecture: Rhetoric Reading”, Architecture Anthology I. Architectural and Urban Theory, (Nicholas Patricios ed.), Arthens Institute for Education and Research, Athens. pp. 71-90.
- Eco, Umberto, 1996. “Afterword”, The Future of the Book, (Geoffrey Nunberg, ed.), University of California Press, Berkeley, Los Angeles. pp. 295-306.
- Thiis-Evensen, Thomas, 1987. Archetypes in Architecture, Tr. Ruth Waaler, Scott Campbell, Oxford University Press, London, New York, Toronto.
- Filik, Ruth; Turcan, Alexandra; Ralph-Nearman, Christina; Pitiot, Alain, 2019. “What is the Difference Between Irony and Sarcasm? An fMRI Study”, Cortex 115, pp. 112-122.
- Genette, Gérard, 1993. Fiction and Diction. Tr. Catherine Porter, Cornell University Press, Ithaca, London.
- __, 1997. Palimpsests. Literatures in the Second Degree, Tr. Channa Newman, Claude Doubinsky, University of Nebraska Press, US.
- Jenkins, Keith, 2003. Re-thinking History, Routledge, London, New York.
- __, 2011. Tarihi Yeniden Düşünürken, Çev. Ayhan Şahin, Birleşik Yayınevi, Ankara.
- Lec, Stanislaw J., 1990. Hayır. Aforizmalar, Çev. Mehmet Aşçı, Sait Eroğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
- Mathews, Harry, 2005. “Çeviri ve Oulipo: Durmak Bilmeyen Maltız Vakası”, Çev. Armağan Ekici, Kitap-lık, S. 89, Aralık 2005, YKY. İstanbul.
- Nunberg, Geoffrey, 1996. The Future of the Book (ed.), University of California Press, Berkeley, Los Angeles.
- Queneau, Raymond, 2003. Biçem Alıştırmaları, Çev. Armağan Ekici, Sel, İstanbul.
- Rigaut, Jacques, 2018. Yakasında Bir Çiçek Gibi İntiharı ile Birlikte Gezen Bir Adamı Durdurun Durdurabilirseniz, Çev. Nilda Taşköprü, Kırmızı Kedi, İstanbul.
- Semper, Gottfried, 2015. Mimarlığın Dört Öğesi ve İki Konferans, Çev. Alp Tümertekin, Nihat Ülner, Janus Yayınları, İstanbul.
- Sunar, Şebnem, 1995. “Söylem Düzeninin Tarihçesi. Foucault’da Söylem Çözümlemesi ve İktidar Kavramlarına Bir Yaklaşım”, Kuram, Kitap 7, Ocak 1995, Kur Yayıncılık, İstanbul. ss. 41-44.
- Şentürk, Levent, 2001. “Postmodern Mimarlığın Şaka Kategorileri”, Cogito, S. 26 Bahar 2001, YKY, İstanbul, ss. 211-220.
- __, 2020. 199+ Pomi’den Sonra Mimarlık / Architecture After Pomi, Tr. Osman Şişman, Yort Yayın, Eskişehir.
- URL-1 http://ekici.blogspot.com/2006/03/harry-mathews-eviri-ve-oulipo.html (Erişim tarihi: 06.11.2020, 01.00)
- URL-2 www.yortkitap.com. https://570f6862-9797-4a14-9b2a-68b682a724ad.filesusr.com/ugd/d167b8_6ded6da830974eed94f33a6ab4137b0c.pdf (Erişim tarihi: 10.11.2020, 01.08)
İlgili İçerikler:
-
Oho’larla Uha’ların Arasında - 2/2
Genette’e göre beş çeşit transtekstüel (mutasyona uğramış, dolanık, binişik, sarmaşmış, vb.) yazı vardır: İlki alıntılamadır; yazar doğrudan alıntı yapar. İkincisi hırsızlamadır (plagiarism); yazar açıktan ilan etmese de edebi bir ödünçlemeye başvurur (akademisyenlerin suçlanmaktan en çok korktukları tür de budur). Üçüncüsünde yazar ima yoluyla, dolaylı yoldan kaynak metinle ilişki kurar.
-
Olağan Deneyimler ve Tasarlanmamış Mekanlar Üzerine Bir Deneme
Olağan olanın pek de rağbet görmediği modern dünyada, insan elinin değmediği ne kaldı söylemek güç. 21. yy mimarlık pratiklerinde yer alan "Kendiliğinden olanı, olağanüstü hale getirmeden dengeyi bulma"ya yönelik tartışmalar üzerine düşündükçe günlük hayatta çeşitli öznel filtreler geliştiriyor insan zihni.
-
Saklayarak Saklamamak: Reichstag
Mimarlık pratikleri süresi içerisinde, zamanın bir bölümünde dönemin toplumsal döngü ve olgularından doğrudan etkilenen Reichstag yapısı, kişisel bağlamını ve anlam kodunu oluşturduğu kurgudan sıyrılmalar-kopmalar-ayrılmalar yaşayarak, bir başka zamanda, bir başka bağlamda, bir başka çevreyle, ona göre tekinsiz bir ortamda yeni anlam kodunu oluşturmak ile ilişkili bir uğraşa sahip.
-
Defter Bilançosu: On Yılın Dökümü (X-Lopedia, 1-25)
Mimarların, yazarların, sanatçıların defterleri öğrenilmiş ağırbaşlılıktan, gün gelir sıyrılır mı? Yazmaya başladığımdan beri, açılmasını beklediğim tartışmalar açılmadıkça, gelmesini beklediğim kavramlar gündeme gelmedikçe (gelmiyor, gelecek gibi değil) endişeleniyorum.
-
Geleceğin Mimarlarına Kılavuz Niteliğinde Bir Kariyer Yolculuğu
İlham verici kariyeri boyunca, üzerinde çalıştığı projeleri çizim aşamasından inşaatın son detay uygulamalarına kadar titizlikle takip eden Tolga Kezer ile Moskova'dan İzmir'e uzanan çalışma hayatını, Kezer Mimarlık'ın kuruluş sürecini, uluslararası tecrübelerini, tasarım felsefesini ve ödüllü projelerini konuştuk.
-
Yapay Zekâ Destekli Kent Tahayyülleri
Mimarlığın ve yapılı çevrenin geleceğini yapay zekânın gözüyle hayal edersek nasıl olur? Geçtiğimiz yıl Archinect, Generative Futures: An AI + Architecture Storytelling Challenge yarışması adı altında, işte bu sorunun cevabını aramak üzere bir çağrı yayınladı.
-
"Bağlam" Meşrulaştırmadır
Metropol insanı için genel geçer isteklerin başında, en küçük fırsatta şehir hayatından çıkıp bir doğa parçasına yakınlaşma isteği geliyor. Bu tabiat parçasının insan doğasına iyi gelen yanı, çözülemeyen kaotikliği olabilir mi?
-
Dünyanın Kronoplanı
2021 Temmuzunun başlarıydı; BTF’nin (ESOGÜ Mimarlık Bölümü'nün yıllardır süregelen mümbit öğrenci etkinliği Bademlik Tasarım Festivali’nin) davetine nihayet icabet ederek atölye açmayı kabul etmiştim.