Doğal ve yapay arasında kurulan ilişkinin, insanı ve kenti de içinde bulunduran bu ekolojik dengenin içinden daha sürdürülebilir bir yaklaşım sağlamak, sistemin kendisinden yola çıkılarak mümkün olabilir mi?
Kentlerin sahip olduğu potansiyeller, gelecek için birçok seçenek sunuyor ve bu seçeneklerin okunabilmesi için stratejilere ve senaryolara gereksinim var.
Sürdürülebilirliğin bina ve arazi değerleri ile ekonomiyle olan bağları, onu bir planlı eskitme stratejisine mi dönüştürdü?
Modern kent; zaman-mekansal derinliği olan bir “kazı-dolgu” hikayesinin tarih boyunca peyzajda ilmek ilmek işlenmiş, katmanlaşmış, girift izlerinin bir nevi bileşkesidir.
Onca imar faaliyeti, proje ve inşaat işlerinin yürütüldüğü kentler varken kırsal yerleşimlerde mimarların ne işi olabilir?
Yapım teknikleri, malzeme ve ekoloji ekseninde düşünmek nedense aklıma öncelikli olarak yıkılan binaları getiriyor.
Çevre kirliliği sadece endüstriyel bir kirlenme olarak görüldüğü sürece yaşadığımız ya da yaşayacağımız çevresel problemlere çözüm üretmemiz mümkün görünmüyor.
Bir kentin doğayla ilişkilenmesi siyasi kararlara o kadar bağlı bir konu olmuş ki, sisteme savaş açmadan kentteki bir alana marul ekemiyorsunuz.
Michel Foucault için “insan” var olmaya devam edip etmeyeceği meçhul bir varlıktır.
Şehirler, kasabalar, köyler, düşüncelerin ve varoluşa dair soruların “mekan” ile ortaya konulduğu yaşam alanlarıdır ve bu alanları tasarlarken birtakım kavramları dert ediniriz.
Son yıllarda ciddi miktarda yayın ekolojik, sürdürülebilir ya da yeşil denen “şeyin” neye tekabül ettiğine kafa yoruyor.