Neye Tanıklık Ettiğini Bilmeden Tanıklık Ediyormuş Gibi Yapmak

KORHAN GÜMÜŞ

İstanbul'da değerli-değersiz, sağlam-çürük her türlü yapının bir anda çöpe dönüştüğü dönemlerde kıyı dolgularının da artması bir tesadüf değil.

Bu şehir atıklarının bir bölümünü 3. Havalimanı projesi yutsa da, merkezdeki yoğun yerleşim alanlarına en yakın olan kıyılar, taşıma giderlerini minimuma indirmek için ideal yerler. Ancak şimdiye kadar şehir tarihinde görülmemiş ölçekteki bu yeni dolgu alanları, her ne kadar kıyı kenar çizgisi denen bir takım kayıtların dışında kalsa da, imara açılmak için hukuk üzerinde bir baskı yaratan önemli cazibe alanlarına dönüşüyor. Engellerin büyük bir bölümü zaten hukuk sistemini araçsallaştıran istisnai kurallar, torba yasalar, idari tasarruflar ile ortadan kaldırılmış durumda. Şu anda yaşanan deneyimlerin de gösterdiği gibi, deniz doldurarak yeni kamusal alanlar elde etme ve bunları yeniden işlevlendirme konusu herhangi bir şehircilik ya da mimarlık deneyiminin gerçekleştirilmesini gerektirmiyor.

Böyle bir zeminde zaten düşünecek, kafa yoracak bir konu kalmıyor: Ya “Ben bu tür işlere baştan karşıyım.” diyenlerden olacaksınız, ya da “Fena mı, iyi oluyor, kamusal alan kazanılıyor.” diyenlerden. Ama diğer konularda olduğu gibi her iki durumda da oturup bir kenardan seyredeceksiniz. Örneğin İstanbul'un yeni transfer merkezi halini alacak olan Yenikapı’da her zamanki gibi meydanlar, metro istasyon projeleri gibi işleri tekelci ilişkiler içinde gerçekleştirmeye çalışan bir ekibin dayattığı bir AVM projesi tamamlanmıştı. Büyük zorluklarla bu dayatma engellenmeye ve bir istisnai durum yaratılmaya çalışıldı.

yenikapı dolgu alanı, google maps
maltepe dolgu alanı, google maps

UNESCO Miras Komitesi’nin de güya desteği alınarak Alan Yönetim Planı ile ilişkili olarak bir bölgesel programlama çalışması yapılması amaçlandı. Sonra bölge için şekilde kalan bir program geliştirme süreci yaşandı. Sonra yetki alanı, Avrupa Kültür Başkenti Yasası’ndan da yararlanarak bölgenin bütününü kapsayacak bir şekilde tanımlandı. Güya bütün ilgili tarafların bu bölge programlama çalışmasına katılması sağlandı. Bu sürecin sonunda da güya bir uluslararası mimari tasarım yarışması düzenlendi. Ancak bu kapsamlı programlama çalışmasını başından sonuna kadar yönettiği varsayılan Büyükşehir Belediyesi tarafından bu kapsamda adı bile geçmeyen, kaydı bulunmayan bir dolgu çalışması büyük bir maharetle saklanarak, paldır küldür yapılıverdi. Bu örneğin de gösterdiği gibi, gerçekleştirilme biçimleri açısından dolgular yıkımlara benziyor: Haliç kıyılarındaki boşluklar acaba dolgu mu, yoksa yıkım alanı mı? Şehrin geçmişini bilmeyen birisine sorsanız, Kadıköy sahilleri gibi Haliç’in de bir dolgu alanı olduğunu zannedeceğini tahmin edebilirsiniz. Doldurma ve yıkım alanları şeklen de olsa plancıların, mimarların kafa yorduğu konular statüsünde değil. Doğrudan siyasetçilerin iradesiyle şekilleniyor. Yeni kamusal alanların bildiğimiz mimarlıkla, şehircilikle bir ilgisi yok.

Adeta bu kendiliğinden gerçekleşen uygulamalar silsilesi içinde öyle meseleler ortaya çıkıyor ki gelecekte bunların içinden nasıl çıkılacağı tam belli değil. Örneğin; Tarihi Yarımada’da, Sirkeci’den başlayarak Bakırköy'e uzanan Kennedy Caddesi ile başlayan şehri otoyollarla kuşatma tehlikesi. Birçok tarihi merkezde kamusal alanlar, ulaşım mekanları neredeyse yüzlerce yıldır yerinde dururken, İstanbul'da daha yeni tamamlanmış projeler biter bitmez eskiyor. Ulaşım projeleri ise acemi bir tesisatçının evin suyunu sağlamak için fayansları kırıp döküp, plastik borular döşemesine benziyor.

Bu gelişmedeki üst belirleyici olan Araç (Avrasya) Tüneli, tıpkı dolgular gibi sessizce geçiştirilen bir konu oldu. Şehrin tarihi merkezinin nasıl yapılanacağı ile ilgili tartışmalar sürerken, güya master planları, yönetim planları hazırlanırken bu kadar önemli bir konu yap-işlet modelindeki birçok projede olduğu gibi birtakım nedenlerle gündem dışı kaldı. Hatta şaşırtıcı bir şekilde çoğu zaman da Marmaray ile karıştırıldı. Bu kafa karışıklığında rol alan medya bu işi bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yaptı, proje gerçekleştikten sonra bir şey söylemek mümkün değil. Ancak daha Marmaray'ın tanıtıldığı ilk medya haberlerinde henüz gündemde bile olmayan Araç Tüneli’nin canlandırmalarının kullanılması, otomobillerin hızla hareket ettiği tünel girişlerinin gösterilmesi manidar. Marmaray projesinden söz ederken alelacele hazırlanmış bu görselleri nereden buldukları, doğrusu epey bir merak konusu oldu. Bu görseller henüz yönetimin bile haberi yokken 3. Köprü projesinin ortalıkta dolaşmasına benziyor. Ne de olsa devlet yönetimi, neredeyse bütün medya patronlarıyla, anayasal hukuk sistemlerinde olabilecek en imkansız çıkar ilişkileri içinde.

Tarihi şehir merkezi trafik yükünden arındırılacağına büsbütün otoyolların ve diğer ulaşım sistemlerinin birbirine eklemlendiği bir transfer merkezi halini alıyor. Tarihi Yarımada’yı kuşatan caddenin genişletilmesi, 8 şeride çıkarılması, araç tünelinin ve katlı kavşakların yapılması ile birlikte yalnızca Fatih değil, Beyoğlu da bu gelişmeden fazlasıyla nasibini alacak. Araç tüneline giden-gelen araçların bir bölümü doğal olarak Haliç, bir bölümü de Salıpazarı istikametine yönelecek. Tarlabaşı, Dolapdere, Piyalepaşa gibi şehir içi otoyollar iyice sıkışacak ve mecburen kademeli olarak şişirilecek. Yeni bağlantı yolları yapılması gerekecek. Bunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle her iki tarafta da hızla yol genişletme, tünel, kavşak projeleri hazırlanıyor.

Bugünlerde en radikal dönüşümlerden biri şu anda Beyoğlu kıyılarında yaşanıyor. Bu dönüşüm aynı bölgedeki Menderes yıkımlarını aratmayacak kapsamda. Karaköy'den Fındıklı'ya uzanan bütün kıyı şeridi özelleştirildi. Şu anda sahili doldurmak için kazık çakma işlemi devam ediyor. Karaköy'den Beşiktaş'a uzanan hat üzerinde tam üç adet tünel ve dolgu alanları projesi var. Bu kıyı alanındaki gelişmeler elbette ki piyasa aktörlerinin, yatırımcıların ilgisini çekiyor ve onlar da bu alanda ortaya çıkan proje fırsatlarını kullanmaya çalışıyorlar. Fındıklı'daki projenin bazı üniversite hocaları tarafından yapıldığı söyleniyor. Bu alanda bir dolu bina ihya projesi de gene bazı ayrıcalıklı mimarların elinden çıkıyor. Bu büyük cümbüş içinde Kabataş'taki martılı dolgu alanı projesi de tek kamu alanı projesi olarak işin kaymağını yiyecek ve sahibini de bu fırsattan istifade star mimarlar sınıfına taşıyacak bir mimarlık bürosunun işi olarak gündeme geliyor. Bu rüya gerçekleşir mi yoksa metro köprüsü gibi bir skandala mı dönüşür, bunu zaman içinde göreceğiz. Ancak aradan geçen süre içinde medya kontrol altına alınmış olduğu için “kralın çıplak olduğunu söyleyecek” kimse yok.

Elbette ki bir mimarin hayal kurma hakkı var. Bu hayal kurma hakkını sonuna kadar savunmak gerekir. Ancak bir mimarın "Ben Büyükşehir Belediye Başkanı'nı tanıyorum, bu nedenle benim dediğim olacak!" deme hakkı yok. Bu yüzden günümüzde yaşanan bu ve buna benzer olayları mimarlık meseleleri olarak tartışmaya imkan yok. Gelecekte, eğer modernleşme sürecinde yaşanan travmalardan sonra hala İstanbul gibi bir şehir hayatta kalırsa, belki daha çok siyaset tarihinin bir konusu olarak tartışılabilir.

Dolgulardan söz etmişken: Evet, son yıllarda şehrin denizle ilişkisi radikal bir değişime uğradı. Bir taraftan İstanbul’un binlerce yılda şekillenmiş yaşam kalıplarından, bilgisinden söz ederken denizle ilişkisini bu kadar hoyratça koparmak ne anlama geliyor? Tıpkı benim gibi, küçük kırlangıç yavrularının deniz dibindeki kum üzerinde dans eder gibi yüzmesini seyredenlerin bildiği gibi İstanbul'un bütün kıyıları, bütün canlılara ortak yaşam alanı sağlayan sosyal bir ekosistemdi. Kimler vardı bu kıyılarda? Yakın tarihlere kadar İstanbul'un kıyılarını kullananlar yalnızca zenginler ya da üst sınıflar değil, birbiriyle teması kaybetmemiş karmaşık bir topluluktu. Kıyı emekçileri: Karadenizli kayıkçılar, balıkçılar, tekne yapımcıları, boyacılar... Yat-kotra sahibi İstanbul'un zengin bürokrat ve iş insanları... Sandal kiralayan, küçük teknesi olan küçük esnaf, halk... Bu ekosistemin izlerini hala Samatya, Haliç, Adalar, Boğaziçi sahillerinde görmek mümkün. Kıyıların doldurulması şehrin denizle ilişkisini bir anda kopardı, bu sosyal ekosistemi imha etti. Elbette ki başka nedenler de vardı, yap-satçı modelde gerçekleşen imar modeli nedeniyle bu yeşil şehirde, neredeyse asfalt dışında hiç bir kamu alanı kalmamıştı. Şehir ile deniz ilişkisi tamamen değişti. Artık kıyıdaki yeşil alanlar ile yerleşim alanları arasında bir otoyol bariyeri var. Kıyıların doldurulması bir taraftan şehrin otoyollaşmasını da sahile taşıdı. Artık yoksul, orta gelirle olup denizle ortak bir ilişki kurması zor.

Neye tanıklık ettiğimizi bilmeden tanık olarak bu şehirde yaşıyoruz. Kıyıların doldurulması milyonlarca yıldır süren bu yaşamı imha ettiği gibi, "kültürel" diyebileceğimiz pratikleri de yok etti. Bu değişimlerin hepsi travmatik ama bu şehirdeki yaşam biçimlerini en çok etkileyeni.

Hadi bu ilişki biçimi piyasalaşma dinamikleri içinde fark edilmiyor, diyelim. Şehrin temsil dışında kalan bir bölümünü oluşturuyor, bu ekosistem. Peki, bu gelişmenin yarattığı kirliliğe, yaşam kalitesi kaybına, risklere ne diyeceğiz? Trafiğin yoğun olduğu saatlerde bir deprem olduğunu, yüzbinlerce insanın bu dolgu alanları üzerinde bulunduğunu düşünelim. Denizdeki dolgu alanlarının ana ulaşım arteri haline gelmesinin, yüzbinlerce insanın hayatını tehlikeye atmaktan başka ne anlamı olabilir? Ayrıca iskelelerin de bu dolgu alanlarına yapıldıkları için kullanım dışı kalması da acil müdahaleleri engelleyerek, felaketi artıracak. Deprem Master Planı risk azaltma çalışmalarında ilk dikkate alınan konulardan biri, dolgu alanları.

Rebecca Comay'ın 2014 tarihli "Lost in the Archive" kitabında arşiv yerine şehri koymayı öneriyorum: “Şehrin kendisi çözülmesi gereken bir travmadır." Marc Nichanian'ın sözleriyle devam edelim: "Zira şehir, bir bellek değildir; tam tersine, belleğin felaketidir. Bir felaketzede, tamamen kendisinden sıyrılır çünkü aynı zamanda, kendisini bir felaketzedeye dönüştüren olaydan sıyrılmıştır. Bu, arşiv kavramının en öncelikli ve temel yönüdür. Bunun sonucunda, ne zaman bir arşivi incelemeye açsak felaketzede, görünenin arkasında olduğu gibi, bir “ölü tanık” gibi belirir (ve kaybolur)."* Sanki her ikisi de şu anda piyasalaşma dinamikleri içinde kaybolan meslek insanlarından, şehrin sembolik sınıflarından söz ediyor. Bu sınıflar, yani tanıklar, piyasa bağımlısı ilişkiler ve özgürlük değil ayrıcalık mücadelesi içinde neye tanık olduklarını bile fark etmiyorlar. Neye tanıklık ettiklerini bile bilmeden orada, sanki tanıklık ediyorlarmış gibi bulunuyorlar.

*SALT Galata, Boş Alanlar adlı serginin tanıtım metninden

Etiketler:

İlgili İçerikler: