Planlı İşe Yaramazlık Çağında Tasarım

AVŞAR GÜRPINAR

“Her şey daha önce oldu ve her şey yeniden olacak.”

Bizim aşina olduğumuz ifadesiyle “Tarih tekerrürden ibarettir.” olarak karşılayabileceğimiz bu kehanetvari cümle, İskoç yazar James Matthew Barrie’nin 20. yüzyıl başında yarattığı roman karakteri Peter Pan ve onun hayal dünyasının ana fikriydi. Bir sonraki yüzyılın başında, bir Amerikan bilimkurgu dizisi olan Battlestar Galactica da, heterotopik bir evrende gerçekleşmekte olan her şeyin aslında daha önce benzer biçimlerde gerçekleştiğini anlatırken tarihin aslında çizgisel değil, döngüsel bir süreç içerisinde olageldiğini haber veriyordu.

Manuel De Landa’nın ”Çizgisel Olmayan Tarih” kitabı da özünde insanlığın çizgisel bir izlekte, sürekli daha gelişmiş, daha kompleks ve/veya daha ”iyi” bir rejimde değil, birtakım kırılma noktaları üzerinden, otokatalitik süreçlerle, paradigmalar arası geçişlerin yaşandığı bir akışla ilerlediğini savlar. Barut, pusula, buhar makinası, saat (su ile çalışan) gibi zamanında toplumları kökünden değiştirdiğini, insanlığa çağ atlattığını düşündüğümüz buluşlar aslında yüzyıllar önce -neredeyse tamamı Çinliler tarafından- zaten keşfedilmişti. Ancak toplumların sosyal ve ekonomi-politik yapıları itibariyle çok farklı amaçlar -söz gelimi eğlence- için kullanılıyordu ve ilk keşif dönemlerinde, bugün bizim kavradığımız anlamı bağlamında ciddi dönüştürücü etkileri olmamıştı.

narva, ampul ambalajı, uzun ömürlü ampul
1981 yılında yeni geliştirdiği uzun ömürlü ampulleri sunan narva firmasına ait ampul ambalajı
thomas parker'ın 1884'te ürettiği elektrikli otomobilin 1895 tarihli fotoğrafı

Bu uzun girişten günümüze gelecek olursak: Warner Philips 2010 yılında, haftada yedi gün ve günde dört saat kullanıldığında yirmi beş sene boyunca çalışmaya devam edebilecek bir LED ampul tasarladığını ilan etti. GE, Panasonic, Philips gibi şirketlerden de ardı ardına benzer ürün haberleri gelmeye başladı. Bugünün ampulleri düşünüldüğünde devrim niteliğinde bir buluş öyle değil mi? Halbuki 2011 yılında Utah’ta bir itfaiye istasyonunda halen yanmakta olan akkor telli ampul, 110. Doğum gününü kutlamaktaydı. Shelby, Ohio’da Adolphe Alexandre Chaillet tarafından tasarlanıp üretilen, bugün 115 yaşındaki bu ampulün bakım ve belgeleme için kurulmuş özel bir komisyonu ve onu 24 saat kaydeden bir internet kamerası var. Hatta ampul daha şimdiden iki kamera eskitmiş durumda. Dolayısıyla bu küçük kürecik -enerji tasarrufu konusu ayrıca tartışılmak üzere not edilmek kaydıyla- “akkor telli ampuller kısa ömürlü olur”, bu yüzden “sürdürülebilir değildir” ve dolayısıyla “daha yeni teknoloji ampuller ile değiştirilmelidir” argümanlarını yerle yeksan eden bir duruş -yanış- sergilemekte.

Bu çok özel ampulün sırrı, kaşifi Chaillet ile ölmüş olsa da yirminci yüzyıl başlarında Edison ve çağdaşlarının geliştirmiş olduğu ampuller de 2.500 ile 15.000 saat arasında değişen, zamanları için uzun sayılabilecek ömürlere sahiptir. Fakat ampulün ticari bir ürün haline gelerek yaygınlaşmaya başlamasından sadece yirmi yıl sonra ilginç bir olay gerçekleşecektir. Dünyanın en ünlü ve güçlü ampul üreticileri -Philips (Hollanda), Osram (Almanya), Tungsram (Macaristan), General Electrics (ABD), Compagnie des Lampes (Fransa), Associated Electrical Industries (Birleşik Krallık), Tokyo Electric (Japonya) vd.- 1924 yılında Cenova’da Phoebus adında bir kartel kurar. Kartelin amacı pazar paylaşımı ve kontrolünün yanı sıra karlılığı arttırmak üzere akkor telli ampullerin ömrünü 1000 saate düşürmektir. Bazı çevirilerde kasıtlı eskitme olarak da geçen, benim planlı işe yaramazlık olarak adlandırdığım kavramın ilk kurbanlarından biri olan akkor telli ampulün ömrü Uzak Doğu, Avustralya ve Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki şirketlere yapılan baskılar ve laboratuvar deneyleri sonucunda yirmi sene içerisinde 1000 saate indirilir. Bu amansız kartelin taktikleri arasında piyasaya uzun ömürlü ampuller süren şirketleri parasal olarak cezalandırmak da vardır. 1940’lara gelindiğinde artık akkor telli ampullerin ortalama ömrü 1000 saate iner ve üstüne üstlük bu durum reklamlarda büyük bir başarı olarak -"tam 1000 saat yanar!"- lanse edilir. O kadar ki, doludizgin ilerleyen Avrupa serbest pazarının hemen yanı başında yer alan ve planlı işeyaramazlığın antitezi sayılabilecek bir üretim politikası gütmekte olan Sovyetler Birliği ile Doğu Almanya’nın dayanıklı ve alabildiğine uzun ömürlü ürünlerinin dünyanın geri kalanında esamesi bile okunmamaktadır. Öyle ki 1981 yılında Hannover’deki bir aydınlatma fuarında yeni geliştirdiği uzun ömürlü ampulleri sunan Narva firması, meslektaşları tarafından ticari anlamda kendi ayağına sıkmakla suçlanıyor, Batı Almanya’daki tedarikçiler tarafından satın alınmayan ürünleriyle şirket, duvarla beraber yıkılıyordu.

Akkor telli ampul örneğinde kendini tüm çıplaklığıyla gösteren planlı işe yaramazlık kavramı bugün de varlığını farklı biçimlerde sürdürmekte. Tasarımcı Clifford Brook Stevens’ın “Tüketici tarafından biraz daha yeni olanın gerekenden biraz daha erken arzu edilmesi” hali olarak 1950’lerde harika bir şekilde tanımladığı bu üst kavramı üç alt başlıkta incelemek mümkün:

Bunlardan ilki, ampul dışında başka birçok ürünle de örnekleyebileceğimiz (mürekkepli yazıcılar, bilgisayarlar, beyaz eşya ve niceleri) teknik işe yaramazlık, yani tamamı ya da -genellikle- sadece bir parçası bozulan ürünün, tamir edilememesi yahut tamir edilmesinin ürünün sıfırından daha pahalı olması nedeniyle işe yaramaz hale gelmesi durumu. Bu strateji özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin, kükreyen 1920’lerin vahşi kapitalist konjonktüründe yaşanan arz çılgınlığının, talebin misliyle üstüne çıkmasından kaynaklanan Büyük Buhran sonrası tüketimi azdırmak için başvurduğu yöntemler arasında, reklam ve krediye eşlik eden en önemli silahıydı. Zira bir ürünün kullanılamaz hale gelmesi/işlevini yerine getirememesi, kullanmakta olduğumuz bir nesneyi değiştirmemiz konusunda yeni ürünün kimliğimize katacakları ve/veya satın alma için gerekli parasal olanakların sağlanmasından çok daha kritik bir itki sağlar.

İkincisi algılanan -ya da algıda- işe yaramazlık, ki buna halk arasında modası geçmek diyoruz, bir nesnenin kullanıcı -kullanıcılar grubu, topluluklar, toplumlar- nezdinde işe yaramaz hale geldiğinin kabul edilmesi durumudur. Tüm işlevsel melekeleri yerinde olan bir nesne (kıyafet, mobilya, beyaz/elektronik eşya) yeni modelinin/versiyonunun piyasaya sürülmesiyle beraber artık miadı dolmuş olarak kabul edilir ve kullanıcı tarafından elden çıkarılarak yenisiyle değiştirilir. Bitimsizce her sene yenisi çıkan üst modelleri ile ikame ettiğimiz cep telefonları, bu tip bir işeyaramazlığın karakteristik örnekleridir. Bu senaryoda üretici firma ürününü -eğer başarabildiyse- ismiyle ilişkilenmiş sağlamlık, uzun ömürlülük, kalite gibi kavramlara hiç zeval gelmeden -hatta buna ihtiyaç bile duymadan- ve tüketiciyi ikna edebildiği kadar daralan sıklıklarda yeni ürün satın almaya itebilir. Modadan otomotive, oradan beyaz eşya ve elektronik aletlere sıçrayan bu belki de en tuhaf tüketim manisine ket vurabilmek, bugünün şartlarında çok da olası gözükmüyor.

Son işe yaramazlık biçimi ise -benim tanımım ile- teknolojik işe yaramazlık olarak isimlendirilebilir. Tasarım bağlamında teknik ve kullanıcı bağlamında algısal bir işe yaramazlık durumunda olmayan ve aslen halen çalışır durumda olan bir nesne, artık üretici firmasının teknolojik gelişim sürecine uyum sağlayamaması, yani o firma tarafından bir nevi gözden çıkarılması hasebiyle kullanılamaz hale gelir.

Söz gelimi eski iPhone modelleri (4 ve daha eski), Apple’ın tüm elektronik ürünleri için geliştirdiği ve sinir bozucu sıklıklarla güncellenen işletim sistemini artık desteklememektedir. Başka bir örnekte Intel firmasının çıkardığı yeni işlemciler, belli bir tarihten önce üretilmiş bilgisayarlarla uyumlu değildir. Dolayısıyla bu ürünler halen çalışıyor olsalar da sadece bir parçaları yeni teknolojiye uyum sağlayamadığı için topyekün çöpe atılmak -ya da hayalet ürünler olarak evimizde, çekmecemizde, kutularımızda yaşamak- ve yenileriyle değiştirilmek durumundadır. Buna ek olarak özellikle elektronik ürünleri (fotoğraf makinaları, kameralar, tarayıcılar, yazıcılar ve niceleri) tamiratı ve yedek parça kullanımını zorlaştıran ya da engelleyen kapalı kutular olarak tasarlamak, aksesuarlarını (şarj) ve giriş formatlarını (görüntü adaptörü) değiştirmek de firmaların tüketicileri kendi tempolarına ayak uydurmak için geliştirdiği teknolojik işe yaramazlık stratejilerine örnektir.

Görünen o ki ne tasarım ne de teknoloji çizgisel ve sürekli gelişen, “iyileşen” bir rejim izlemiyor. Ticari hayatın dinamiklerine tutunarak ilerlemeye çalışan tasarım, De Landa’nın Braudel’den ödünç aldığı tabiriyle antipazarın dayattığı kurallara muhtemelen gönülsüzce de olsa uymak ve teknolojiyle olan ilişkisini de bu bağlamda tanımlamak mecburiyetinde kalabiliyor.

Bu öyle bir güç ki, aslında on yıllar önce geliştirilmiş, söz gelimi elektrikli araba gibi bir teknolojiyi bile bize yeni bir kavram gibi sunabiliyor. Amacım kesinlikle buradan tasarımcıya bir mağduriyet kıyafeti biçmek olmasa da, bu bağlamda kalite, sürdürülebilirlik ve uygunluk gibi kriterler üzerinden belli bir bilgi ve görgüyle donatılmış tasarımcı da iş hayatında, ister istemez tüm bunları bir kenara koyarak geçici, uçucu, teknolojiyle aşırı kontrollü bir ilişki içerisinde, işe yaramazlık süreçlerinin planlandığı bir paradigmanın sözleşmeli işçisi pozisyonunda sıkışıp kalabiliyor. Bu pozisyonun tasarımcıyı içine ittiği büyük ruhsal buhranın ayrıca incelenmeye değer olduğu notunu düşmekte de fayda var.

Her şeyin daha önce olduğu ve her şeyin yeniden olacağı bu çizgisel olmayan tarih akışını fasit bir daire olmaktan çıkararak, en azından helezonik bir yapıya kavuşturacak kırılmaları yaratabileceğimiz yeni pozisyonlar almanın zamanı gelmiş olabilir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: