Uzun boylu, inceden bir figür, hanın birinci katındaki, tuhaf bir şekilde klima ile ısıtılmaya çalışılan odadan içeri girdi.
Kaşıklar, özellikle de yemek kaşıkları, un, tuz, şeker gibi küçük taneli muhtevanın miktarını ölçmek için kritik gereçlerdir. Kaşığın doluluk oranı, tepeleme, kaşık dolusu ve silme tabirleri ile belirtilir.
Kara saçlı, koyu kıyafetli bir adam, hanın birinci katındaki, tuhaf bir şekilde klima ile ısıtılmaya çalışılan odaya girdi. Vaviyen anahtarı çevirip floresan ışıkları yaktı. Cılız mavi ışığın içinden geçti.
Kadın odadan içeri girdi. Vaviyen anahtarı çevirip floresan ışıkları yaktı. Cılız mavi ışığın içinden geçti. Sarı plastik yağmurluğunu portmantoya astı.
Halbuki tasarım aslında bir dizi sıkıntılı işten oluşan bir süreçtir. Bu yazıyı yazarken bile son derece sıkılıyorum. Okuyan da sıkılacak. Neden? Çünkü şu güzel tasarım ortamının bozulmasını hiçbirimiz istemeyiz.
Ne olduğunu uzun bir süre anlayamadım. Kelimenin kendisini bile. Andropozen? Erkek gibi poz vermek anlamına geliyor olamazdı herhalde.
İnsanlığın ‘şey’leri, ^yani [nesneler, mekanlar, yapılar, kentler, sistemler ve diğerleri] tarih boyunca şimdi olduğu gibi var olagelmedi.
Aslında farkında olmadan toplarız, biriktiririz, imleriz şeyleri. Her şeyi, elle tutulabilir ya da tutulmaz olanları.
Türkiye’deki ilk yerli otomobil girişimi olarak kabul edilen Devrim’i üretmek için bir grup mühendis ve mekanik, Eskişehir’deki bir TCDD hangarında bir araya getirilir.
Bu yazının gövde metninde bana ait olan tek kısım bu sekiz kelimelik başlık.
Türkiye’de onyıllardır bitmek bilmeyen bir sevda bu. Bir tür umutsuz aşk. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tam olarak bilemediğimiz, bilemeyeceğimiz.
Victor Papanek, Gerçek Dünya için Tasarım kitabını 1970 yılında yazar; tasarımcının sosyal bir bilinçle, teknolojiyi amaçsallaştırmadan, yer ve bağlamdan hareketle tasarlaması gerektiğini savlar.
Tasarıma dair cevaplamanın en zor olduğu sorulardan biri: Süreç nasıl gelişti?
Tasarım ikiye ayrılır: tasarım tartışmaları ve eleştirilerinin konusu olma ciddiyetine layık olanlar ve olmayanlar.
Mies van der Rohe “Az çoktur” derken sözünün eğile büküle, olur olmaz yerlere çekilerek, esnekliğini tamamen yitirmiş bir lastiğe dönüşeceğini şüphesiz öngöremezdi.