Tasarım Yapabilir Olmak "İnsan" Olmaya Yeter Mi?

KORHAN GÜMÜŞ

İnsan dünyayı tasarlayabileceğini, ona biçim verebileceğini zanneden bir hayvan. Ancak bu yeteneğe sahip olmak, tasarım yapabilir olmak, insanın “insan” olmasına yeter mi? “İnsan” olması anlamına gelir mi? 

“Biz insan mıyız?”

Kapılarını 22 Ekim'de açan 3. İstanbul Tasarım Bienali'nin eş küratörleri Beatriz Colomina ile Mark Wigley'in sordukları soru bu. Bazen bu tür basit sorular, cevaplandırılması en zor olanlardır.

İnsanların hayvanlardan farklı olduğu varsayılır. O zaman bu varsayımın kendimize atfettiğimiz bir şey olmadığını nasıl anlayabiliriz? Başka bir deyişle “insan olma” halimizin “gerçekleşebilir” bir şey olduğunu gösterecek elimizde ne var? İnsan denen hayvanı “insan” yapan şey nedir?

“Biz insan mıyız?” sorusu bir paradoks olarak “Biz hayvan mıyız?” sorusunu da içeriyor. Zira insan zihninin işleyiş yapısı “Biz hayvan mıyız?” sorusunun cevaplarının arandığı mekan ve tarih-ötesi bir bağlam.

ÖYLEYSE BİZ DE BİRİNCİ SORUDAN BAŞLAYALIM: “BİZ HAYVAN MIYIZ?”
İnsanın, gözleriyle dünya arasında elleri bulunuyor. Gözleri ve elleriyle karşısındaki nesneleri taklit edebiliyor. Onları kafasında canlandırabiliyor. Diğer canlılarla, daha doğrusu hayvanlarla birçok benzerliği bulunsa da, bir farklılığı var: Kurgulamak, tasarlamak insanlara ait olduğu varsayılan bir yetenek. Zayıf bir bünyeye sahip olsa da, insanın var olmasını, çoğalmasını sağlayan, güçlü kılan da bu. İnsanın hayatta kalmak için yırtıcı hayvanlar gibi ne sağlam dişleri, ne de güçlü pençeleri var. Yalnızca zeka dediğimiz bir yeteneği var. Ancak zeka denen şey de her zaman fazla bir işe yaramıyor. Nasıl başka hayvanların şaşırtıcı kabiliyetleri farklı ortamlarda hiçbir işe yaramıyorsa. Örneğin iktidar konusu. İnsan denen hayvan çok kolay avlanabiliyor. Bir takım insanlar başkalarının çevreleri, hatta hayatları, hakları üzerinde söz sahibi olabilirken diğerleri, bundan mahrum bırakılanlar, kendi hayatları, çevreleri hakkında karar verme yetisinden mahrum kalıyorlar. Tarihteki medeniyet adı verilen kalıntıların çoğunun köle emeği üzerine kurulduğunu ya da savaşlarda insanların nasıl birbirini boğazlamak üzere karşı karşıya getirildiğini düşünürsek, zekanın birbirini yiyerek, yok ederek hayatta kalma güdüsünün bir devamı olduğunu varsayabiliriz. Zeka denilen şey temsil edileni temsil edenin bir uzantısı haline getiriyorsa, insanın hayvanlardan nasıl bir farkı olabilir? Binlerce yıl boyunca, din ve felsefe bu temel sorunu, yani insanı “insan” yapma sorununu ele aldılar. İnsan olmak için “tasarımı yeniden tasarlamak zorundayız.” Evet, insan tasarlayan bir hayvandır. Ama insanın tasarım yapabilir olması, “insan” olmasına yetmez.

3. tasarım bienali basın açılışı, galata özel rum ilköğretim okulu. fotoğraflar: mahmut ceylan

Hayvanların da bir sembolik düzen içinde yaşadıklarını, öteki imgesine sahip olduklarını var sayarız. Örneğin kurtların beyaz köpeklerle beyaz kuzuları karıştırmadıklarını biliriz. Ötekileri sevebilirler, yiyebilirler. Ancak ötekilerin ne hissettiğini, ne istediğini düşünmediklerini varsayarız.

GELELİM İKİNCİ SORUYA: "BİZ CANAVAR MIYIZ?"
“Canavar”, insanın hayvan kılığına girmiş imgesidir. Bu varsayımı ifade etmek için insanbiçimci perspektiften tanımlanmış bir kavramdır, “canavar”. İmgenin özne olma halini eksik bıraktığımızda, kendimize sormamız gereken soru şudur: “Biz canavar mıyız?” Hayvanların kurgulama, hayal etme, tasarım yeteneklerinin bulunmadığını varsayarsak, merhametli olmaları da gerekmez. Yalnızca tasarım yapma yeteneği olduğu varsayılan insan “canavar” olabilir. “Canavar” öteki imgesini oyuna dahil eder. Tıpkı şantiye alanına gönderilen, birbirinden farkı olmayan inşaat malzemeleri gibi, cepheye sürülen askerleri örneğin nasıl görürüz? 

Temsil edenlerin oluşturduğu ilişkiler, zihinsel imgelerdir. Onlar hiçbir zaman gerçeğe birebir tekabül etmez. İmgelerle istediğimiz gibi oynarız. Hayaller kurarız. Tiyatro oyunu imgelerin geçici olarak ödünç alınmasına dayanır. Peki ya tasarım oyunu? Onun da yalnızca “oyun” olduğunu düşünebilir miyiz? Ama üzerinde oynadığımız, çalıştığımız, hayal kurduğumuz şeyler, imgeler başkalarına tekabül edince, yani gerçeğe dokunmaya başlayınca ne olur? Bu kurgu diyelim ki yoksul insanların yaşadığı Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma gibi bir semtle ilgiliyse ne olur? 

Görüldüğü gibi bir tiyatro oyunundan farklı olarak, “tasarım oyunu” bir gerçeklik hissi yaratmak zorunda. Bunun için epey bir uğraş verilir. Ancak oyunun değişmeyen kuralı imgelerin ötekileşmesidir. Bu yüzden Sulukule'de yaşayan bir kişinin başına ne geldiği, nasıl bir sorunla karşı karşıya olduğu bizi pek ilgilendirmez. Sıradan sembolik faaliyetleri tekabüliyet rejimine dönüştürme, şeyleştirme yetkisine ve donanımına sahip uzmanlıklar, temsil edilenleri temsil edene dahil eden askeri modernleşmenin temsil tekniklerinden devşirilmiştir. Özellikleri ise temsil edilenin boş bırakılmış, temsil edene dahil edilmiş olmasıdır.

Örneğin ekranda izlediğimiz ve insanların tepesine bombaların yağdırıldığı gerçek bir savaşın bir kurgu olduğuna inandığımız için koltuğumuzda oturabilir ve sakin bir şekilde sohbet edebilir, bir şeyler atıştırabiliriz. Peki o bombaların bir gün, hatta bir kaç saniye sonra üzerimizde patlayacağını bilsek, acaba gene aynı şekilde yaşayabilir miyiz? Demek ki gerçeğin bir kurgu, gördüğümüz şeyin bir felaket olduğunu hissetmekten uzakta kalırız. Ekranın bir arayüz olarak bizi felaketlerden, gerçeklerden koruduğunu biliriz. Bombalar daima başkalarının tepesinde patlar. Kolları bacakları kopanlar, parçalananlar her zaman ötekilerdir. Bundan emin olduğumuz için ekranın öteki tarafında, tıpkı bir tiyatro oyunu seyreder gibi huzur içinde yaşarız.

 Celâleddin-i Rûmî “Merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.” diyor.

Merhamet kavramı günümüzde acımak gibi anlaşılıyor. Aynı zamanda acıma sözcüğü ile dile getirilen şey, kimi zaman küçümsemeyi, yukarıdan bakmayı ifade eden bir tarz. Merhamet kudretlinin (merhamet edenin, rahmanın) bir vasfı gibi gözükse de aynı zamanda güç sahibinin, kendisini ötekinin yerine koyması, anlamaya çalışması olarak da tanımlanıyor.

Binlerce yıl geniş coğrafyaları haraca bağlayan şehir imparatorlukları güçlü ordulara sahip seçkinler tarafından kuruldu. Modern zamanlarda da gene sömürgeci güçler insanların bu zaafından yararlandılar ve onların tarihlerini, coğrafyalarını temsil edilene dönüştürdüler.

Avrupa merkezli insanlık teorileri medeniyet, eğitim, tarih, kültür adına insanlara bu sembolik düzeni dayattı. Ulus devletlerde ise bu asimetri, halkların şiddet yoluyla ayrıştırılmasını sağladı. Çeşitlilik içinde birbirine benzer pratiklere sahip topluluklar köleleştirildiler. Görüldüğü gibi insanın taklit yeteneği bir taraftan ona büyük bir üstünlük sağlıyormuş gibi gözükürken onun aynı zamanda en büyük zaafını oluşturdu. Kendi arzusuyla kolayca kontrol altına alınmasını, yönlendirilmesini sağladı. 

SORULMASI GEREKEN SORU: "BİZ TANRI MIYIZ?"
Küratörler tasarımı insanlık tarihi içinde değerlendirme imkanlarını araştırıyor. Sordukları soru ise şu: “Tasarımı tasarlamak nasıl mümkün olur?” Tarih meselesi devreye girince çoğu zaman iki anakronik durum gözlemleniyor: Birincisi insanlık tarihi boyunca üretilmiş her şeyi sanki tasarımcıların elinden çıkmış gibi düşünmek. İkincisi ise farklılıkları birbirinden tamamen ayrı, birbiriyle ilişkisiz olarak ele almak. Tarih boyunca insan yerleşimlerinin neredeyse tamamı mimarların olmadığı bir düzen içinde biçimlendi. Eşyalar, müzikler, yemekler, giysiler, danslar, bunların hiçbiri bir temsilin içeriği olarak üretilmedi. Diğer taraftan bugün şehirleri, insanları, canlıları, cansızları tasarlanacak eşyalar gibi gösteren şiddet teknikleri köleleştirici devlet deneyimlerinin günümüzdeki komplike hale gelmiş uzantıları. Dengesiz (asimetrik) bir işleyişin yarattığı çelişkiler, karşıtlıklar ile örtbas edildiği ölçüde insanlıktan uzaklaşılıyor. İnsanın şiddet üretmesinin, diğerlerini dışlamasının ve ötekileştirmesinin yetenekle, zekayla bir ilgisi yok, bunu da herkes biliyor ve bildiği için de görmezden geliyor. Otoriter toplumlarda çoğu zaman birbirini dengeleyen bürokrasinin taklit yeteneği ile siyasetin temsil yeteneği örtüşüyor. Böylece yöneticiler toplulukların, kolektif alanların tıpkı eşyalar gibi tasarlanabileceğine inanıyorlar. Çünkü kurmaca bir dünyayı, masallar, hikayeler anlatabiliyor. Toplulukları, şehirleri tanrı gibi düzenleme gücüne sahip olduklarını düşünüyorlar. Modern uzmanlıklar, bürokratik temsil teknikleri askeri kurumlardan türetiliyor. Zihnimizdeki imgeleri nesneleştirdiğimiz, hiçleştirdiğimiz ötekiler olarak nasıl görürüz? Tasarım imgeler ile oynama yetkisi midir? Buradaki oyun, mutlak tasarım, “Biz hayvan mıyız?” sorusunun cevabı ise kapitalizmdir. “Biz insan mıyız?” sorusu ise dünyayı değiştirmeyi değil, kapitalizmi değiştirmeyi içeriyor. Ne zaman ki bu sorunun kendisinin içinde bir paradoks olduğunu fark ederiz, o zaman belki bu soruyu, “Biz insan mıyız?” sorusunu cevaplandırma imkanımız olur.

Etiketler: