Kent Hafızası Bağlamında Vıkvıklanmalar Sergisi Üzerine

KORHAN GÜMÜŞ

Biliyorum dergiyi karıştırırken herkesin bu yazının tamamını okuyacak zamanı yok. Bu nedenle ne anlatmak istediğimi en başta söyleyeyim: İsteyenler yalnızca girişi, ilgi duyarlarsa yazının tamamını okuyabilirler.

“Genç Cumhuriyet’in Cesur Hamlesi Olarak Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası ve Dahası: Kent Hafızası Bağlamında Vıkvıklanmalar” başlıklı serginin biri düz anlamı, diğeri yan anlamı olmak üzere iki ayrı mesajının olduğunu ve bunların çelişkili bir bütün oluşturduğunu varsayıyorum: Bunlardan birincisi bu değerli kamu arazisinde olan bitenleri perdeleme çabası, yani “vıkvıklanmalar”. İkincisi ise bu gösteriyi deyim yerindeyse, dürten kırılmalar.

Belki de serginin mesajı bu: Sıradan olmayan bir mimarlık deneyiminin zorlukları.

Kamusal alanlardaki dönüşümlerin failleri karşımıza genellikle siyasal şebekelerle olan bağları, sermaye ve güç ilişkileriyle çıkarlar. Yaptıklarını tartışmaya açmaya çabalamazlar.

Buna karşılık mimarların ünleri, profesyonellikleri böylesine söylemsel bir boşluğa dayanıklı değildir. Bu durumda çelişkilerin kaçınılmazlığından söz edilebilir: Profesyonelliğin liberal pırıltısı ile gerçekleştirilen dönüşümün neoliberal koşulları arasındaki çelişkinin kaçınılmaz olduğu, mesajın sanki bir “boomerang gibi bir geri dönüşle” fırlatana çarptığı iddia edilebilir.

BİRİNCİ KIRILMA NOKTASI: GÖSTERİNİN TARTIŞILABİLİR OLMASI
Serginin girişindeki video yerleştirmesindeki söyleşide Uğur Tanyeli (aklımda kaldığı kadarıyla) kamusal alanların dönüşümüyle ilgili kararlarının mimarlığın dışındaki farklı etmenlerin sonucu olduğunu ve her şeyden mimarların sorumlu tutulmasının bir tür kolaycılık olarak gördüğünü ifade ediyor. Mimarlar cephede olduğu için eleştirilerin hedefi oluyor. Kararlar sanki onların tercihleriymiş gibi gösteriliyor. Yapılaşma koşulları, kullanım kararları, özelleştirme yöntemi... Neredeyse her şeyde mimarlar eleştiriliyor. Tanyeli’ye göre burada karizmayı çizme gayreti var. Nedeni şöyle açıklıyor: “Ünlü olanla, başarılı olanla uğraşırlar. Kimse kalkıp kıytırık işler yapan bir mimarı eleştirmez. Onlar genellikle eleştirilerden muaftırlar.” Yani kısacası “meyve veren ağaç taşlanır” demeye getiriyor.

Eleştirilere karşı sorulan soru şu olmalı: Mimar ne yapabilir? Sergide zannedersem buna şöyle bir cevap veriliyor: “Mimar, her koşulda (ancak) mimarlık yapabilir.” Başka bir şey yapamaz. Dönüşümle ilgili kararlar mimarlık dışındadır. Yapının ya da kamusal alanın dönüşüm sürecinde verilen kararlar üzerinde hiçbir şey yapamaz. Kentin önemli bir hafıza mekanı olan fabrikanın içindeki donanımların hurdaya gitmesini elbette ki istemez. Ancak ne zaman iş ona verilir, o zaman çalışmaya başlar, görüş üretir. O zaman otoyolun hemen önünde geniş bir açıklık alan bırakarak ya da mimarlık mirası olarak tescillenmiş yapının korunmasında kullandığı yöntemlerle, yeni yapılarındaki tasarım kalitesiyle profesyonelliğini gösterir. Emre Arolat -aklımda kaldığı kadarıyla (sergiyle ilgili bir yayın bulamadım)- kendisinin de bir mimar olarak edilgen bir konumda yer almadığını söylüyor. Mimarlığının yalnızca koşullara cevap vermek, istenileni yapmak üzerine kurulmadığını, bu nedenle kendi profesyonelliği açısından getirdikleriyle değerlendirilebileceğini belirtiyor.

Bu varsayımı doğrulamak mümkün: Her zaman paranın, gücün mimarın yanında olması mimarlık açısından iyi sonuç vermeyebilir. Hatta tam tersine güç ilişkileri Topçu Kışlası, Sütlüce Kültür ve Kongre Merkezi, Mimar Sinan Araştırma Merkezi olarak projelendirilen İmalat-ı Harbiye Usta Mektebi, Kabataş Martı Projesi… benzeri sayısız örnekte olduğu gibi berbat sonuçlara yol açabilir. Elbette ki bunların hiçbiri mimarlık ortamında tartışılmaya değer bulunmaz. Bu projelerin ortak özellikleri kamu gücünü kullanan kişilerin denetiminde ya da onların tercihleriyle yapılmış olmalarıdır. Oysa burada yatırımcının mimarlığa alan açtığını görüyoruz. Yatırımcı-işveren demek ki projesinin iyi ellerde olmasını isteyecek, mimarlıktan elde edeceği getiriyi de hesaplayacak, dikkate alacak kadar “modern”. Bir de Likör Fabrikası’nın, henüz kamu malıyken başına gelenlere bir bakalım: Tekel Genel Müdürlüğü ofisi ya da Vergi Dairesi. Yapının o günlerdeki “kamusal” kullanımının, yönetim biçiminin bugünküne bir alternatif olduğunu mu düşünüyoruz? Ya da mimarlığın kamunun dönüşümü içinde bir rolü olamaz mı? Piyasa koşulları mimarlık açısından bürokratik devlet yönetimlerinden daha mı elverişli? O zaman neden karşımızdaki gösterinin mesajını, olan biteni yeterli görelim? Ya da parçalara ayrılmış bir zihin dünyasını? Bu kapalı uçlu mesajı “niye yaptın” değil, “niye yapmadın” diyerek açmak belki mümkün. Bu ikincisi zannedersem özneyi, izleyiciyi, itiraz edenleri, herkesi kapsıyor.

Likör Fabrikası ve Ali Sami Yen Stadı

İKİNCİ KIRILMA NOKTASI: GERÇEĞİN BAŞKA BİR GERÇEKLE GİZLENMESİ
Kimi zaman bir gerçek, başka bir gerçeği maskelemek için kullanılır. Yıkılması amaçlanan yapıların strüktürel zayıflığı da bunlardan biri. Örneğin günümüzde kamu kuruluşu adını kullanan bir uzmandan (bedeli mukabili) bir rapor alıp, sağlam binalar yıktırılabiliyor.

Serginin girişinde yer alan video yerleştirmesinde Gülsün Tanyeli, modern mimarlık mirasının, eğer projeleri ve kalıntıları varsa, yıkılıp yeniden yapılmasında bir sakınca olmadığına işaret ederek şunu söylüyor: Modern mimarlık eserleri, zanaatkarlık işlerinin ağırlıklı olarak gerçekleştirildiği tarihi yapılardan farklı olarak, tasarlanarak inşa edildiklerine göre, yeniden yapılabilirler. Demek ki var olmayan bir mekan üretimi bilgisinin ve becerilerin sonucu olan mimarlık eserlerinden farklı olarak tasarlanarak inşa edilen, elde projeleri olan modern mimarlık eserlerinin gerektiğinde yıkılıp yeniden yapılmaları mümkün. Koruma normlarının tekrarlanan matrisler halini aldığında farklı üretim tarzları içinde gerçekleştirilen tarihi yapılar da, anıtlar da benzetilerek (hatta çoğu yerde “restorasyon”dan anlaşılan bu) “aslına uygun” olarak yeniden inşa edilebilir.

Oysa Likör Fabrikası’nın yıkımı farklı. Bunun için bu önemli kentsel hafıza mekanının korunması ve yeniden işlevlendirilmesi için gösterilen titizliğe bakmak yeter: Yıkımın “söküm” olarak adlandırılması, yapının bir sanat alanına dönüştürülmesi, gökdelenlerin önündeki açık alanlarda peyzaj düzenlemeleri… Bu süreçte yer alan mimarlar, uzmanlar işlerini “otomatik” olarak yapmıyorlar, alternatifleri tartışıyorlar, geliştiriyorlar. Diyorlar ki yapının statik durumu, özgünlüğü, üzerinde gerçekleşen müdahaleler araştırılmış ve sonra yıkılmasına karar verilmiş. Yıkımın oldubittiye getirilmediğini anlıyoruz. Uzmanlar yapının neden yıkılması gerektiğine dair bilgilerini sergiliyorlar: “Eğer yapı sağlam olsaymış, yıkılmadan korunabilirmiş”. “Koruyucu yıkım” üzerindeki bu hassasiyet, yapının strüktürel özellikleri üzerindeki bu detaylı çalışmalar başka bir gerçeği kamufle etmek için kullanılmış olamaz mı? Eğer sağlam olsaydı, o zaman Likör Fabrikası beton kazıklarla, perdelerle açılan çukurun içinde inşaat bitene kadar havada mı duracaktı? 1999 Depremi’nden sonra bir on yıl ofis olarak kullanılırken böyle bir sorun yok muydu? Göz göre göre bu kadar insanın hayatı neden tehlikeye atıldı?

ÜÇÜNCÜ KIRILMA NOKTASI: KÜLTÜREL MİRAS DEĞERİNİN İNŞASI VE KORUNMASI
Bu sergiden benim anladığım, zavallı Likör Fabrikası’nın başına gelmeyen kalmamış. Önce içindeki kazanlar, imbikler, makinalar hurdaya gitmiş. Tekel Genel Müdürlüğü’nün ofisi olmuş, sonra Büyük Mükellefler Vergi Dairesi. Bu yüzden korunmaya değer bir hali kalmamış. Hizmet verdiği yılların son döneminde cephesine pijama gibi bantlar atılmış, uçan teraslarının altına taşıyıcılar konmuş, giriş bölümü yıkılmış, parmaklıkların bir bölümü değiştirilmiş… Ve projesiz bir şekilde, berbat bir dönüşüme uğramış, orjinalliğini yitirmiş.

Yapının orijinalliğini bozan tahribatın çoğunun, üretimin sona erdirildiği ve yapının Tekel Genel Müdürlüğü’nün ofisine dönüştürüldüğü zamana rastladığı söylenebilir. Bu süre içinde Koruma Kurulu’na tescil için yapılan başvurular da sonuçsuz kalmış, yapının durumu böyle bir kararın alınması için yeterince ikna edici olmamış. Ta ki yapının dünyaca ünlü bir Fransız mimarın, Mallet-Stevens’in yaptığı bir eser olduğunun anlaşılmasını sağlayacak birkaç akademik girişime ve çalışmaya kadar. Yapı ancak bu akademik çalışmalar sonucunda tescil edilebilmiş.

Neyse ki özelleştirme sonrasında Likör Fabrikası birçok kamu yapısında (Tarihi Yarımada’daki anıtlarda ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi binası gibi yıkılmadan onarılan modern mimarlık eserlerinde) gerçekleştirilen çoğu “restorasyon” çalışmalarından çok daha nitelikli bir şekilde “sökülüp” yeniden inşa edilerek korunmuş. Sergide “yıkım”dan değil, “söküm”den söz edildiğine göre, bu bildiğimiz restorasyonlardan mutlaka daha sofistike bir yöntem olmalı. (Gerçi birkaç demir parmaklıktan başka yeniden kullanılan bir mimari eleman göremedim.) Demek ki hem tescil hem de koruma süreci, yapının bir nesne olarak ele alınmasını değil, bir özne olarak keşfedilmesini gerektirmiş. Açıklamalara bakılırsa sanki “aslından bile daha iyi korunmuş” denebilir. Ayrıca cadde tarafında büyük boşluk bırakılmış, yüksek yapılar geriye çekilmiş. Likör Fabrikası, gökdelenlerin arasına gizlenmemiş; ama bakışınızı Likör Fabrikası’na çevirdiğinizde, yapının arkasındaki gökdelene yapıştırılmış bir cephe süsü gibi göründüğünü fark ediyorsunuz. Tescilli olan, olması gereken parselin bütünü, bağlamın kendisi değil mi? Yapının eski fotoğrafları ile bugünküleri karşılaştırsak, aynı kentsel hafızadan, peyzajdan hala söz edebilir miyiz?

DÖRDÜNCÜ KIRILMA NOKTASI: KAMUSAL İLE ÖZELİN KARIŞMASI
Likör Fabrikası’nın tescil edilmesi için yaşanan süreç, kamusal alanda gerçekleştirilen akademik çalışmalar, miras değerinin nasıl ve hangi koşullarda oluştuğunun bir örneği.

Bürokratik koruma aygıtı, kurumları kendi başlarına yeterli olmuyor. Miras değerinin anlaşılması için bağımsız bir zihinsel eylemliliğe, çabaya ihtiyaç bulunuyor. Sergiden anladığımız koruma sürecinin akademik bir düşünce ortamında geliştirilmesi. Demek ki kamusal nitelik baştan verili değil. Onu inşa etmek gerekiyor. Öyleyse bu deneyim neden bu ilişkinin ötesine taşınmasın? Kamusallık, mimarın karşılaştığı, etkileşim içinde olduğu ağlar içinde varlıkların sürekli ve sınırsız bir şekilde yeniden anlamlandırılmasıyla ortaya çıkan bir nitelik. Mimarlığın özerkliğinin ya da profesyonelliğin zorunlu bir sonucu.

Burada üzerinde durulması gereken nokta, araştırmanın bir kamu kurumu içinde üretilmesi. Hem araştırma hem yapının tescil sürecinde sahip olunan birikimin bir sonraki aşamada yatırımcı tarafından kullanımı. Kamu imkanları, ağları içinde gerçekleşen çalışmaların, araştırmaların özelleştirme sonrası proje sürecine aktarılmaları. Kamu kuruluşlarını temsil eden, kamu imkanlarını kullanan, kamu adına yetki sahibi olan kişilerin proje sürecinde “iş verilenler” değil, bağımsız olmaları gerekmez mi? Hem kamu hem taraf olunabilir mi? İşte gene liberalizmin neoliberalizmle çarpıştığı bir başka nokta. Bu birikim, yapının tescil edilmesi ve korunması için gösterilen çabaların, kamu adına söz söyleme yetkisine sahip kişilerin taraf olması durumunda bir engel olmaktan çıkıp spekülatif bir değer kazanmış olmaz mı? İşte burada bir başka kırılma noktasına geliyoruz.

BEŞİNCİ KIRILMA NOKTASI: MİMARLIĞIN ROLÜ
Bu dönüşümde piyasa aktörlerin temel motivasyonu önce “bu koyundan kaç kilo et çıkar” misali imar koşullarının ve fonksiyonların tanımlanması. Bu kararlar verildikten sonra sıra mimarlığa, projeye geliyor. Bu aşamaya kadar mimarın yapacağı başka bir şey yok. Kamu yöneticilerinin dönüşümde belirleyici bir rollerinin olduğu düşünülebilir. Mimarlar karşılarında kamu gücünü kullanan yatırımcılar buluyorlar. Onlarla işbirliği yapıyorlar, bir tür paydaş oluyorlar. Sorun, şehirdeki kamusal alanların dönüşümünde mimarlığı araçsallaştırıcı bir modelin dayatılması ya da başka bir model yokmuş gibi davranılması değil yalnızca. Mimarlığın kamusal zihin dünyasının dışına itilmesi. Farklı alternatifler olduğunu söylemeye kalktığınızda sanki şehrin kamusal hayatı ile hiçbir ilişkisi olmayan, bürokratik yapılarla yönetilemeyen ya da işlevini yitirmiş bir alanın aynen olduğu gibi kalmasını savunuyormuş gibi oluyorsunuz. Özelleştirilen alanın içinde bir de sanatla ilgili bir kurum, bir işlev yer aldı mı, iyice geri kafalı ve yenilik istemeyen bir kişi gibi gösteriliyorsunuz. Bu ise “henüz daha doğmamış olanın ölümü” denebilecek kadar trajik. Çünkü mimarlığın şehrin kamusal hayatını nasıl zenginleştirebileceğini, ona nasıl katkıda bulunabileceğini görmekten, düşünmekten yoksun kalıyoruz.

SONUÇ
Diyeceksiniz ki koskoca bir kamusal alanın dönüşümünde tartışacağımız tek konu yalnızca Likör Fabrikası mı? Sergi neden buna odaklanıyor? Yalnızca Mecidiyeköy Likör Fabrikası binası değil, içinde bulunduğu arazi, yanındaki Ali Sami Yen Stadı… Bunların hepsi kamuya aitti. Zorlu AVM’nin yapıldığı Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü arazisi de, Haliç Tersaneleri de, Galataport’un yapıldığı Salıpazarı’ndaki Antrepolar ve Denizcilik İşletmeleri’nin ofis binaları da.

Şehirdeki bu değerli kamu mülklerinin dönüşümünde mimarlığın başka bir rolü olabilir miydi?

Hatırlayalım: Serginin diğer mesajını okumak için kılavuzumuz neydi? “Neden yaptın?” değil, “Neden yapmadın?” diye sormak. Bu soruyu meşruiyet problemi nedeniyle sürece katılan aktörlere, uzmanlara yöneltmek hatta izleyicilere, eleştirenlere kadar genişletmek, herkesi bu gösteriyle ilişkilendirmek mümkün: Bir tarafta iktidar, sermaye, bilgi. Peki mimarlık, profesyonellik; onlar ne tarafta kalıyor?

Etiketler: