Ölçülebilirliği Aşan Yaşanan Mekân

DEVRAN BENGÜ

Goethe’nin yaşamı yükselten mimarlık tanımıyla başlayalım bu yazımıza (Montagu, 1986, S:308)… Onun bu tanımında, mimarlık ancak ve ancak tüm duygulara seslenebildiğinde yaşamı yükseltebilen bir değer kazanmaktadır! Nasıl mı? Eğer merak ediyorsanız, tüm duygulara seslenmenin nasıl bir anlam içerdiğini Pallasmaa’dan öğrenebiliyoruz… Mimarlık asli zihinsel görevi olan barınma ve özellikle bütünleştirme üzerinden bunu sağlayabilir. Böylelikle ancak tüm duygulara temas edebilir diyor büyük usta! Peki bütünleştirme nedir?

Pallasmaa şöyle ifade ediyor:

“…Bir mimarlık yapıtı izlenimlerden oluşmuş karmaşık bir bütün doğurur. Wright’ın Şelale Evi ile canlı karşılaşma etrafı saran ormanı, evin hacimlerini, yüzeylerini, dokularını ve renklerini ve hatta ormanın kokularını ve ırmağın seslerini bile benzersiz bir bütüncül deneyim olarak örer. Bir mimarlık yapıtı birbirinden kopuk görsel imgeler koleksiyonu gibi değil, maddi ve ruhani mevcudiyetiyle bütünüyle cisimleşmiş olarak deneyimlenir. Bir mimarlık yapıtı hem fiziksel hem de zihinsel yapıları bir araya getirerek kaynaştırır… (Pallasmaa, 2022, s:54)”

Mimarlık sanatı bir yönüyle insanın dünyadaki varlığıyla ilgili metafizik ve varoluşsal sorularla da uğraşır. Mimarlık bizi şimdinin kuşatmasından kurtarabilir. Ancak tabii ki bunun tam tersi de mümkündür. Bugün bu ters yönde ilerliyor ve hatta kayboluyor değil miyiz?

Pallasmaa’ya göre mimarlık özünde insan yapımı bir çevrede doğanın doğru algılanmasını sağlayabilen ve dünyayı deneyimlemenin, sorgulamanın ve anlamanın ufkunu açan yapay bir zemin olmalıdır. Mimarlık varoluşsal deneyimlerimize daha geniş ufuklar sunabilmelidir. "Mimarlık ve varoluş mu?" diye soranlar olmasını beklerim! Cevabı Pallasmaa’da bulabiliyoruz…

Mimarlık özü gereği toplumsal kurallar ve gündelik yaşam koşullarında belirleyici bir etkiye sahiptir. Bunun tabii ki tersi de geçerlidir. Mevsimlerin geçişlerini, güneşin hareketlerini ve günün akışını somut bir hale dönüştüren araçlar üretir. Ancak etkileyici mimarlık deneyimlerinin çok duyulu olması gerekir ki bu bedenin fiziksel beş duyusuyla da sınırlı değildir. Bütün insani duyuların mekân, malzeme ve ölçekle ilgili niteliklerin ölçülmesinde eşit payı vardır. Ancak mekân sadece beş duyu ile algılanan ve etki yaratan bir araç değildir. Bunun çok ötesindedir… Kentler ve ketlerdeki yapılar zamanın da taşıyıcı ve aktarıcılarıdır. Tarihi, geçmişimizi öğrenmeye ve bireysel yaşam döngülerimizden çıkararak farklı yaşam döngülerine de dahil olabilmemize imkân sağlarlar.

“…Sahici mimarlık deneyimleri bir cephenin biçim bakımından alımlamasından ziyade bir binaya yaklaşmak ya da bina ile karşı karşıya gelmekten oluşur. Yalnızca kapının görsel tasarımından değil girme ediminden, maddi bir nesne olarak pencerenin kendisinden değil bir pencereden içeri ya da dışarı bakmaktan, bir görsel tasarım nesnesi olarak şömineden değil sıcaklık mekanını işgal etmekten meydana gelir. Mimari mekân; fiziksel mekândan ziyade yaşanan mekândır! Yaşanan mekân geometriyi ve ölçülebilirliği daima aşar!.. (Pallasmaa, 2022, s:24)”

Mekânların varoluşsal deneyimlerimiz ile yere dönüşmesi söz konusudur. Varoluşsal deneyimler yer duygusu ile güçlendiğinde, kişinin dünyada olma duygusunu ve dünyaya katılma arzusunu da güçlendirir. Bu aynı zamanda özünde güçlenmiş bir kendilik deneyimidir. Bir yer aynı zamanda bir deneyim mekânıdır. Anıları çağrıştırır ve düzenler. İmgeler, duyular ve hisler anlamlar ve hayal gücünün eseridir. Bir yerin ortaya çıkardığı duygular, gerçekten de bireylerin zihinsel yansımalarıdır. Bir yere ait bu duygular ilgili mekândaki kolektif deneyimlerle güçlenir ve diğer farklı yerlerde gerçekleşmezler. O mekâna aittirler (Walter, 1988, s:21). Bu durumu Şair Arnaud’nun "Ben olduğum yerdeki mekânım!" sözleri ne de güzel özetlemektedir! (Pallasmaa, 2022, s:78).

Mimarlığın yer duygusunu beslemesi için beş duyuya hitap edebilmesi önemlidir ancak mimari mekanlar birbiriyle etkileşen ve kaynaşan birçok deneyim alanını içerir. Mimarlığın ögeleri bellek ile etkileşim içindeki karşılaşmalar, yüzleşmelerdir (Walter, 1988).

Mimarlığın özünde yer alan yaşamı yükseltmeye yönelik yapısı, berrak ve bütüncül düşünebilmeyi gerektirir. Pallasmaa özellikle loş ışık ve gölge olgularını örnek gösterir. Muhayyile ve düşlemi güçlendiren şey parlak ışıklar değildir. Bilakis parlak ışık görmenin keskinliğini arttırırken muhayyileyi felç eder! Tıpkı araba farına tutulmuş bir tavşan gibi insan algılarını gerçekliğe kapatır! Peki o zaman görmenin keskinliğini bastırmamız mı gerekir? Usta'ya göre kesinlikle evet!

Halbuki günümüzde canlı aydınlatmalar, devasa cam cepheler birbirini tekrar eden ancak birbirlerinden ayrışan formlar, bugün mimarlığın spesifik ortamıyla gerçekleşen spesifik biçimlenmiş bir düşünce biçimi değil mi? Peki bu düşünce biçimiyle ortaya çıkan mimari ortamda biz gerçeğe temas edebiliyor muyuz? Ponty’ye göre bu durum gerçeklik ile aramızda derin boşluklar yaratıyor. Mimarlığın bizim dünyanın gerçekliğine temas etmemizi sağlaması mümkün olamaz mı? Bu sorunun cevabını mimarlığın yeniden sorgulanmasında arayacağımız aşikâr! Öncelikle kabul etmemiz gerekir ki bizim algımız görsel veriler dışında dokunsal ve işitsel verilerin toplamını dikkate almalı ama bununla da yetinmemelidir. Zira algımız bunun çok ötesindedir (Ponty, 1992, s:48)…

Düşünceler dalgın ve odaklanmadan çevreyi izleyen bir zihinde hareket ederler. Bugün kentlerimizde mimari mekânlar, her ne kadar biçimsel farklılıklar içerseler de gerçekte mekânsal anlamda homojenleşmeleri söz konusudur. Mekânsal homojenleşme var olma deneyimlerini zayıflatır ve yer duygusunu ortadan kaldırır (Pallasmaa, 2022; Walter, 1988).

Bu homojenlikten kurtulmanın yolu bütüncül görmenin doğasına dönebilmektir. Zihinsel sistemimizin bütüncül görme üzerinden çalıştığını bulgulayan tıp araştırmaları mevcut (Ehrenzweig, 1975)… Pallasmaa, büyük üstat, “bütüncül görme” kavramını bir orman metaforu üzerinden etkileyici şekilde açıklar. Ormanda yapılan yürüyüşlerde tüm duyu organlarının bir arada nasıl çalıştığına dikkat çeker. Algı kanallarının bir arada doğayla olan sürekli etkileşimi sayesinde zindelik ve sağlık hissinin doğduğuna işaret eder. Bu biteviye etkileşim ise gerçeklik duygusunu güçlendirir ve yetkinleştirir. Gerçeklik duygusu kendilik duygusunun tetikleyicisi ve sorgulatıcısıdır… Kendilik imgesini ise mekânsal ve durumsal varoluştan koparmak mümkün değildir.

Şimdi isterseniz bir düşünelim! Kentlerimizin ortaya çıkardığı mekânsal formlarda kendimizi neden yabancı gibi hissetmekteyiz? Siz bu duyguyu tanımıyor olabilir misiniz? Bunun temeldeki önemli nedenlerinden biri mimarların mekânsal tasarımlarda “bütüncül görme” bakımından yoksul olmalarıdır. Bütüncül görme görsel algıyı kapsar ama diğer tüm algı kanallarına da ihtiyaç duyar. Pallasmaa bütüncül görmenin bizi mekânlarla bütünleştirirken odaklanmış görmenin aslında bizi mekânlardan dışladığının altını çizer! Bu o kadar doğru bir ifadedir ki! Ama bugün biz mimarlar nasıl da sadece mekanlardaki görsel efektlere odaklanıyoruz!... Her ne kadar işlevi önemsesek dahi! Tadao Ando’nun burada işleve yönelik yaklaşımını tekrar bir hatırlamamız gerek bu durumda:

“…İşlevsel bir temeli sağlama aldıktan sonra mimarlığı işlevden ayırmak gerektiğine inanıyorum. Başka bir deyişle mimarlığın işlevi nereye kadar izleyebileceğini ve sonra mimarlığın nereye kadar işlevden uzaklaştırılabileceğini görmeyi seviyorum. Mimarlığın önemi işlev ile arasındaki mesafededir (Ando, 1987, s:11)…”

Pallasmaa, Ando’nun bu sözünü yorumlarken mimari yaklaşımlarda, eyleme ve eylemsel karşılaşma anına yönelik bir amaç ve işlev vaadinin mutlaka olduğunu dile getirir. Ancak mimarın “bütüncül görme” yaklaşımıyla hareket etmesi gerektiğini savunur. Bütüncül görme kendilik duygusuna ihtiyaç duyar zira tüm duyuların aktif olmasından beslenir. Kendilik duygusu ise gerçeklik bilincine muhtaçtır! Bunun için de mimari tasarımların varoluşsal deneyimlerin artmasına yönelik ele alınması gerekir. Mekân tasarımları kullanıcıların kendilik deneyimlerini desteklemelidir. Kendilik deneyimlerinin arttığı ve yer duygusu yaratan tasarımlar gerçeklik algısını besler. Muhayyilenin gelişiminde her bir birey için biricik olan bu duyguya ihtiyaç vardır. Burada, Pallasmaa’ya göre kendilik duygusunun tanımına da yer vermek gerekir. Pallasmaa, düş, muhayyile ve arzunun zihinsel boyutuna yolculuğa çıkmamıza imkân tanıyan duygumuzu "kendilik duygusu" olarak tanımlar (Pallasmaa, 2022; s:12). Sanatçı veya zanaatçı gibi mimarların da özelinde düşünecek olursak kendi varoluş deneyimlerini işin içine katmaları gerektiğini savunur. Bu kendilik duygusunun dahil edilmesi anlamı taşır (Pallasmaa, 2022, s:12). Aslında gerçeğe temas edecek her türlü üretim için de bu gereklidir. Bergson ise “Bedenimi çevreleyen nesneler onlar üzerindeki olanaklı olabilen eylememi yansıtır” der (Bergson, 1991). Pallasmaa da mimarlığı diğer sanat fonksiyonlarından ayıranın bu eylem olanağı olduğunu dile getirir (Pallasmaa, 2022). Bu yönlendirilen bedensel tepkiler mimarlık deneyimimizin ayrılmaz birer parçaları değiller midir? Peki o zaman kendilik duygumuz ile tasarım yaklaşımı geliştirsek de diğer bir yandan kullanıcıların gerçeklik ile bağlarını güçlendirmek açısından nasıl bir yöntem kullanmalıyız?

Burada durup, Heidegger’in modern çağ benzetmesine yer vermek önemli olacak! Heidegger modern çağın dünyanın bir tablo olarak fethedilmesi arzusu olduğunu dile getirir (Heidegger, 1977). Aslında görme duyusunun hegemonyasını dile getirmektedir! Yaşadığınız kente dönüp bir bakın! Bu hegemonyanın kendilik duygusu ile gerçeklik arasındaki bağları nasıl kopardığını yaşayarak gözlemliyor değil miyiz?

Kaynaklar:

  • Ando, T. (1987), “The Emotionally maid Architectural Space of Tadao Ando”, aktaran Kenneth Frampton, “The work of Tadao Ando”, Tadao Ando, haz. Yukio Futagawa, Tokyo: ADA Edita, s:11.
  • Bergson, H. (1991). Matter and Memory. New York: Zone Books, s:21.
  • Ehrenzweig, A. (1975). The Psychoanalysis of Artistic Vision and Hearing: An Introduction to A Theory of Unconscious Perception. London: Sheldon Press.
  • Heidegger, M. (1977). “The Age of The Word Picture”, The Question Concerning Technology and Other Essays içinde, New York: Harper & Row, s:134.
  • Montagu, A. (1986). Touching: The Human Significance of the Skin. New York: Harper & Row, s:308.
  • Pallasmaa, J. (1922). Tenin Gözleri. 9. Baskı, İstanbul: YEM Yayınları.
  • Ponty, M.M. (1992). “The Film and The New Psychology”, Translators’ Introduction içinde aktaranlar Dreyfus, H. L. ve Dreyfus, P. A., 4. Basım, Evanston: Nortwestern University Press, s:48.
  • Walter, E. V. (1988). Placeways: A Theory of the Human Environment. NC: Chapel Hill, 1988

- Kapak Fotoğrafı: Kamppi Center, Helsinki, 2003-2006. Kaynak: Wikipedia

Etiketler:

İlgili İçerikler: