İnsansız Bir Mimarlık Mümkün Mü?

KORHAN GÜMÜŞ

Mesleki disiplinin alanı sanki çoğu zaman mimarları fiziksel olarak mekanlar, binalar üzerinden konuşmaya zorluyor; insanlar, kimlikler ise mesleki alanın sınırlarının dışında ve ötesinde kalıyor. Oysa dışarıda bırakılmış gibi gözükse de insani konuların kendilerini sürekli hatırlattıklarını görüyoruz. Silindiklerini zannettiğimiz anda dahi ısrarla mevcudiyetlerini gösterdiklerini ve kendi kontrolümüzün dışında mesleki zihin dünyamıza musallat olduklarını fark ediyoruz. İşaretsizleştirilmiş olanların gene aynı sembolik mekanizmalar üzerinden beden kazanarak, mimarlığın zihin dünyasında belirdiğini söylemek mümkün.

Sanki 19. yüzyılda olduğu gibi istilaya uğramış bir kamu sahasında yaşıyoruz. Bunlar bu defa temsil sahnesinde son nefesini vermek üzere can çekişen kalıntılar değil, tıpkı hayaletler gibi; bastırılmış, yok edilmiş, silinmiş olanların yeniden mevcudiyet kazanmış halleri. Üstelik tam da modernliğin oluşturmuş olduğu yeni yapılar içine yerleşmiş, tıpkı diğer canlılar gibi başka bedenlere kavuşmuş, bütün kurumlarına musallat olmuş durumdalar.

Diğer taraftan bu bedenlerde konuşanlar, karşımızda boy gösterenler kendileri değil. Vekaleti verenin konuşması hiçbir zaman mümkün olmadığı için mağdur kılığındaki muktedirler. Bu silinmiş mevcudiyetin hortlayıp kendisine, işaretsizleştiren sembolik düzene musallat olmasından başka bir şey değil. Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri kitabında söylediği gibi görünmeyenin hayalet olabilmesi için “ete kemiğe bürünmesi, bedene kavuşması” gerekiyor.1

Deneyim kopuklukları, hafıza boşlukları üzerine kurulmuş bu karşı politik girişim sembolik düzen içinde parçalara ayrılmış, mekanı nesneleştiren bir zihin dünyasını kendi egemenliği altına almış durumda. Üstelik modernleşmenin bütün kurumlarını, normlarını çürüterek, deneyimler arasında bilgi kopuklukları yaratarak. Sonuçta insani yaraların, anıların gücü, önceliğinin fazla olduğu görülüyor. İnsansız, belleksiz, nesneleştirici bir mesleki zihin dünyası işlevsiz kalıyor, araçsallaşıyor ve gücünü yitiriyor. Bunları bilmemek, görmemek, yok saymak yalnızca yürürken gözlerimizi kapatmak gibi bir şey. Sorun şu: Kimi zaman haksızlıklara, yıkımlara, şiddete itiraz edenler, itiraz ediyormuş gibi gözüken taraflar neden ısrarla bu oyuna dahil oluyorlar? Neden sorumluluklar yalnızca temsili yapıların hegemonik koşullarına, belirleyiciliğine terk ediliyor? Bu bir unutkanlık mı? Yoksa kasıtlı olarak yapılan bir şey mi?

Yahudi Müzesi’nin giriş katında yer alan, İsrailli heykeltıraş Menashe Kadishman’ın Shalekhet (Dökülen Yapraklar) isimli, 10.000 adet demir yüzden oluşan yerleştirmesi
Yassıada 2017
Yassıada 2009; fotoğraflar: www.haberturk.com

Mimarlığın bu kapsamlı sorunu tek başına çözemeyeceğini elbette biliyorum. Ancak gene de modernleşme tarihinden bugüne taşıdığı hafızası, birikimi ile yaşanan sorunlara karşı neler yapılabileceğini anlamamızı sağlayabileceği umudunu taşıyorum. Mimarlık, şehir planlama, sanat gibi faaliyetlere (ve neredeyse bütün modernliği temsil eden pratiklere, kurumlara) kalıcı bir şekilde etkide bulunan (musallat olan) şey nedir? Açıkçası kestirmeden “rant hırsı, cehalet, yönetimlerin kötü niyetli olması” gibi verilen cevapların dışındaki bir başka bir cevabı arıyorum.

MİMARLIĞA (MODERNLİĞİ TEMSİL EDEN PRATİKLERE, KURUMLARA) MUSALLAT OLAN NE?
Hafıza girişimlerine sahne olan birkaç ağır vakaya bakalım: Yassıada, AKM, Çamlıca Cami ya da Taksim Cami gibi kamu yapılarında mimariyi belirleyenin yalnızca işveren, yani “kamu” olduğu görülüyor. Evet, görünüşte yönetimin tercihleriyle mimari tercih arasında doğrudan bir ilişki var. Daha açık söylemem gerekirse, sorun mesleki pratiğin bir dış koşul tarafından çerçevelendirilmesi olarak gözüküyor: Kendi ideolojik bakışını mimara dayatan (veya bu ideolojiye uygun bir mimar seçen) otoriter bir yönetim var. Programın oluşturulması, mimari tercihler bu belirleyicilerin güdümünde. Kamusal alanda yapılacak mimarlık tamamen bu temsili öznenin belirleyiciliği altında. Yassıada projesinde işe uygun bir ekip seçilmiş ve yönetimin istekleri doğrultusunda çalışmayı kabul etmiş. Bu koşullarda mimari öznenin deneyimleyebileceği alanın çok kısıtlı kaldığı gözlemlenebilir.

Mesleki faaliyet şöyle tanımlanıyor: “Mimar kafasında tasarlar. İşverenin istekleri doğrultusunda nesneyi, yani binayı temsil edecek şekilde projelendirir, sonra uygular. Bu süreçte, proje üretiminde ilişki işverenle mimar arasındadır, uygulama sürecinde ise müteahhitle. Bir de bu ilişkiye dışarıdan etkide bulunan ve onay alınması gereken kamu kurumları, uyulması gereken kurallar bulunur...”

Bu sıradan ilişki şemasının mimarlığın bilişsel dünyasının kamusal boyutunu içermediğini düşünüyorum. Burada eksik kalan ya da üzeri örtülen bir şey var: Mesleki deneyim, faaliyet bir nesne (bina) ve onu temsil eden projeden ibaret gibi gözüküyor. Oysa bunlar yalnızca uygulanan planlar, projeler, mekansal temsillerden ibaret değil. Karmaşık ağlar içinde üretilen ve paylaşılan değerlendirmelerden, yorumlardan, kurumsal hafızalardan oluşuyor. Bu çerçeve, profesyonel alanı belirleyen sınırları gösteriyor ve bu çerçevenin temsili yapıya bırakılması elbette ki yeterli değil. Diğer taraftan mesleki alanda bunun farkında olan ancak farklı bir kamusal alan deneyimine yol açmayan bir işleyiş var. Karşı çıkışlar genellikle hiçbir şey yapmadan, yöneticinin kötü olduğu için bunu yaptığını varsayan naif bir politik yaklaşımdan ibaret.

Örneğin doğal ve arkeolojik mirasın korunması için duyarlılık gösteren, güya Yassıada’ya müdahale edilmesine karşı çıkan yerel yöneticinin söyledikleri şu: “Neden burası bir hafıza mekanı olsun, Menderes burada asılmadı ki!” Onunla birlikte bu girişimi protesto edenler ve topluluk da ısrarla meselenin bu boyutunu ihmal ediyor. Gündeme getirmek isteyenleri karşı tarafa hizmet etmekle suçluyorlar: Burada doğal miras önemli. Kültürel miras önemli. Ama dikkat ederseniz “nesne” olarak kaldıkları sürece!

Oysa Yassıada’nın bir hafıza mekanı olduğu kabul edilmiş olsa, projeye karşı çıktığını söyleyen yerel yönetim tarafından bu hafıza mekanı ötekileştirilmiş olmasa, örneğin burada rehberli geziler düzenlense, “Menderes ve arkadaşları burada hapis tutuldu, burada yargılandı, burada eşinin ziyaretinde komutanın karşısında ayakta bekletildi ve aşağılandı” gibi fotoğraflara eşlik eden işaretler ve yazılar koysa, belki de yakın tarihin en önemli hafıza mekanlarından biri korunmuş ve buradaki tepeden inmeci müdahale müzakere edilebilir olacak. Oysa sesini çıkarabilenlerin, duyurabilenlerin AKM’de olduğu gibi burada da aynı sembolik şiddeti paylaştıkları görülüyor. Bu da otoriter işleyişin önünü açıyor.

Görünüşte politik taraflar var. Yöneticiler dahil oldukları komplike bir sembolik düzenin yalnızca görünür bir parçasını oluşturuyor. Şehir mekanı küresel sermayenin finansallaştığı bir aşamada sınırsız bir oyun alanına dönüşüyor. Bu oyunun içinde Çamlıca, Taksim Cami gibi projeler bir bakıma mağdurların temsil sahnesinde oldukları izlenimini yaratıyor. Hatta çoğu zaman onların görünürlüğü, bu oyunu üreten asıl unsurları gizliyor. Bu yüzden onların görünür cazibesi bu güçler tarafından ele geçirilme tehlikesi yaratıyor ve tehlike, görünür olandan çok daha güçlü. Siyaset sorunları çözemiyor, açıklamaya yetmiyor. Ancak kapitalist devletin, gücün denetim altına alınabileceği izlenimini veriyor. Siyasal iktidar temsil iddiası ile mağdurları güce bağlayan arzuyu inşa ediyor.

Diğer taraftan temsili (siyasal) örgütlenmeler içinde bir mimari (ya da sanatsal) proje yönetimi mümkün değil. Kamusal işleyişin, kurumsal örgütlenmelerin bu yaratıcı sembolik işlevi yerine getirecek örgütlenmeyi sağlamadığı, yönetemediği söylenebilir. Bu model küçük bir azınlığa ayrıcalıklar sağlıyor, bu yüzden kamu ile sivil toplum arasındaki ilişkiler kasıtlı olarak karanlıkta bırakılıyor. Temsilin bütünlüğü içinde ayrı fragmanlar halinde üst-diller üretmeye çalışan yapılar, koruma kurulları, yerel belediye, sonuçta kendileri üzerindeki kontrolü hiyerarşik bir düzene bırakıyor. Kurumlar, mesleki pratikler aracılığıyla devralınan bütün bu miras, bu birikim bir sonuç olarak kabul gördüğünde, sabitlendiğinde ise tam bir enkaza dönüşüyor.

Şiddet yoluyla çerçevelendirilen, sınırları çizilen temsil alanının dışıyla ilişki kurma kabiliyeti kazanan, dışlananları dikkate alan mesleki ve politik girişimlerin bu sonucu değiştirebileceğini düşünüyorum. Sorun sürekli bastırılmış olmasa, özgürce tartışılabilir ve neyin eksik olduğu belki bir parça ifade edilebilmiş olsa, yönetimsellik biçiminin de değişebileceğine inanıyorum. Bu çerçevelendirme girişiminin bir dayatma olduğu kadar üzerinde düşünüldüğü takdirde sorunları anlamamızı sağlayacak bir fırsata dönüşme ihtimalinin de olabileceğini düşünüyorum açıkçası.

MİMARLIK BİR NESNE (BİNA) VE ONU TEMSİL EDEN PROJE ÜRETMEKTEN İBARET DEĞİL
James Young, Daniel Liebeskind’in Berlin Yahudi Müzesi projesini çözümlemek için bellek çalışmalarının, anıtların ve karşı-anıtların çıkmazının altını çiziyor. Bunu anlatmak için bir paradoksa başvuruyor: Ona göre proje başarılı çünkü çözüme bağlamadığı için soruna yanıt vermiş oluyor. “Sürekli sonuçsuzluk” gibi “çekici olduğu kadar bulanık” bir kavram kullanıyor.2

Temsilin imkansızlığını vurgulayacak ve anlamlandırmanın sürekli bir açık yapıda gelişmesini amaçlayacak bir mimari düzenleme. Sanki 1970’lerin ortalarında gördüğümüz katılımcılık ve farklı anlamlandırmalara yönelik bir açık yapıt yaklaşımlarını andıran bir mimari tasarım felsefesi: Mimari düzenlemenin anlamlandırmanın yüzer-gezerliğini, sabitlenmemesini provoke edecek şekilde açık bir yapı sunması. Bu paradoks, kültür mirasını temsil teknikleri, mimari restorasyon pratiklerinde yeniden üretmek örneğin şöyle bir sonuca yol açıyor: Nesnenin temsil ettiği hafızayı temsil ettiği varsayılan “sınırlı” bilgiyle müdahale etmek, yeniden inşa etmek. Ya da bunun imkansız olduğunu fark ederek, temsili “sınırsız” bir keşfin aracı haline getirmek ve öznenin sembolik alanın dışında kaldığını hatırlatacak yöntemler bulmak. Sonuçlu çıkmazı, sonuçsuz bir temsile, yani bir “vakum”a dönüştürmek.

“Postmemory”, Marianne Hirsch’in vekaleten, yani insanların kendilerinin yaşamadıkları, tanık olmadıkları, geçmişte yaşanan deneyimleri, olayları nasıl “hatırladığını” tanımlamak için kullandığı bir kavram.3 Kimi insanlar kendi yaşamadıkları olayları “hatırlarken”, kimi insanlar da onları “hatırlamıyor”, hatta konuşulmasını bile istemiyor. Eğitimdeki, tarih kitaplarındaki kolektif yeniden inşa süreçlerinin yanında toplumsal kimliklerin oluşumunda bu vekaleten “hatırlama”nın önemli bir yeri var.

Mesleki kimliğin oluşumunda da aynı tür bir “hatırlama”nın payı olabilir mi? Örneğin yaşamakta olduğumuz birçok konuda olduğu gibi entelektüel dünyada, mesleki alandaki olguları “vekaleten devralınan bilgiler” ile tanıyoruz. Mimar kimliği kolektif bir mesleki bilgi üzerine değil, başkalarından devraldığımız ama adeta kendi deneyimimiz gibi “hatırladığımız” özgül bilgiler üzerine kuruluyor. Tercihlerimizin büyük bölümü başkalarından edinilen (ve onların da başkalarından edindiği) bilgilerden oluşuyor. Onlar olmadan düşünemiyoruz, üretemiyoruz. Bu devraldığımız bilgileri kendi deneyimlerimizle yorumluyor, yeniden üretiyoruz. Ancak çoğu zaman neyi bileceğimiz, neyi söyleyeceğimiz, neyi üreteceğimiz, hatta neyi düşüneceğimiz bir tür "hatırlama” biçimi tarafından belirleniyor.

Her bir kişisel deneyimin ayrı bir “hatırlama” boyutu var. Mimarlık bir nesne (bina) ve onu temsil eden proje üretmekten ibaret değil. Bu ikisi sürekli paylaşılan, yeniden üretilen bir bilişsel ortamda gerçekleşiyor. Karmaşık ağlar içinde üretilen algılardan, paylaşılan değerlerden ve yorumlardan oluşuyor. Elbette ki bunlara sırtımızı dönüp, kendi deneyimimizle baş başa kaldığımızı, özgün mesleki deneyimimizi ürettiğini iddia edebiliriz. Ancak her koşulda eğitimin, içinde yer alınan çevrelerin, kişisel olarak yaptığımız tercihlerin, kurduğumuz ilişkilerin bildiklerimizle çok yakın bir ilişkisi var.

Baştaki sorumuza geri dönelim: Bu yazının amacı, bu görünen belirleyicilerin dışında kalanı, karanlıkta bıraktığını aramaya çalışmak. Bu çabayı, izleri silinmiş olanı mimarlığın bilişsel alanına dahil etmeye çalışmak olarak da adlandırabilirim. Bu izleri silinmiş olanı, hafızasızlaştırma girişimini öncelikle fragmante bir yönetimsellik biçimi sunan kültürel veya doğal miras söylemiyle çıktığını varsayıyorum. İtirazlar çoğu zaman “Büyük Öteki”ye karşı direndiğini düşünen yöneticiyi motive ediyor: Resmi bir işleyişle, tepeden korunması emredilen, bir imtiyaz sınıfının kendi yararı için tasnif edilen doğal ya da kültürel miras, buyurgan bir koruma söylemi, korumamaya çağrı yapıyor. Koruma, restorasyon, yeniden işlevlendirme vb. bildiğimiz kavramsal çerçevenin sarsıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu durumda yıkım, yapım gibi mesafesiz ve zaman boyutundan arındırılmış kavramlar ortaya çıkıyor. Mimarlık teknik bir işmiş gibi algılanıyor.

Hafızalaştırma girişimlerinin karşısındaki sembolik düzeni oluşturan bilgiler, tescilli kültürel ve doğal miras, resmi arşiv, bunların hepsi sonuçta bir ölü-hafıza. Onun etkileşimli bir şekilde canlı tutulması gerek. Bunun için de bu temsil sistemine üçüncü bir boyutun, yorum bilgisinin katılması gerektiği, onu özgürleştirme koşullarını yaratmanın gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Demek ki anonim, görünmeyen bir göz tarafından bize neyin değerli olduğunu söyleyen, bilmemizi sağlayan değerlendirme yöntemlerini sorgulamak gerek.

Buraya kadar mesleki kimliğin oluşumu ile genel bir çerçeve çizmeye çalıştım. Ama benim burada asıl sormak istediğim soru, mesleki kimliği etkileyen, koşullandıran bu izleklerin nasıl oluştuğu değil, bunların nasıl dışına çıkıldığı. Bu ideolojilerin koşullandırdığı bir sonuç mu? Yoksa eğitim, mesleki ilişkiler, ideoloji gibi konulardan söz ederken sembolik alanda birbiriyle etkileşim içinde olan ve çoğu zaman üzerinde konuşulmayan farklı toplumsal tabakalar arasında gerçekleşen bir mücadele ile mi karşı karşıyayız?

NOTLAR
1 Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, s.193 Ayrıntı Yayınları
2 Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, s.92, Metis Yayınları
3 A.g.e., s. 80

Etiketler:

İlgili İçerikler: