Katılımcı Mimarlık: İmkanlar ve Tuzaklar
Yaklaşık son beş yıldır mimarlığın toplumsal rollerinin öne çıkışına paralel olarak katılımcı mimarlık pratiklerinde de bir artış görüyoruz. Bu tabi ki farklı eğilimleri, yeni deneyleri ve çeşitli bakış açılarını da beraberinde getiriyor. Dünya çapındaki bu yönelim doğal olarak bizim coğrafyamıza da yansıyor. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Mimarlar Odası’nda açılan Dayanışma Mimarlığı sergisini de güzel bir bahane olarak görüp, XXI olarak epeydir dert edindiğimiz bazı soruları masaya yatırdık. Bengi Akbulut, Ferhat Hacıalibeyoğlu, Merve Akdağ Öner, Sait Ali Köknar, Senem Doyduk ve Sinan Omacan ile bir araya geldik ve katılımcı mimarlığın bugün neden yeniden gündemde olduğunu, kentsel mekan özelinde ne türden uygulama olanakları bulabileceğini, nasıl yayılabileceğini, hatta bu yayılımın pratiğin kendi doğasına uygun olup olmadığını, süreçlerde ne gibi sapmaların gerçekleşebileceğini uzun uzun konuştuk.
Katılımcı mimarlık ya da bence daha geniş anlamıyla sosyal mimarlık, çok heyecan verici ve tüm dünyada ve doğal olarak Türkiye’de de oldukça ilgi görüyor; özellikle öğrencilerde ve gençlerde var bu heyecan. Ama benim şöyle bir endişem var; tıpkı yeşil mimari ve sürdürülebilirlik gibi bu da kendi eleştirisini üretmeden aşırı moda olup bir gün ortadan kaybolma riski taşıyor. O yüzden daha içindeyken, çok moda olmuş olmasına rağmen ana akım hale gelmemiş, tam manasıyla ticari olmamışken eleştirisini üretmek ve de altını, kıyısını, köşesini açmak istedim. Bunu daha anlamlı konuşabilmek için belirgin olarak kentsel mekandan ve oradaki katılımcı pratiklerden bahsedelim istiyorum, hazır İstanbul Mimarlar Odası’nda yeni açılmış olan “Dayanışma Mimarlığı” sergisi de gündemdeyken. Orada tariflenen “dayanışma mimarlığı” yöntemlerinden biri olarak ele alıyorum katılımcılığı. Öte yandan da, mimarlık tarihinde denemeler, örnekler de var; Hassan Fathy, Lucien Kroll gibi. Katılımcı tasarımın bundan önceki serüveni nasıldı ve bugün niye tekrar gündemde?
Belki söze şuradan başlamakta fayda olabilir: Mekan, belki de erken teorisyenleri çoğunlukla Marksist olduğu için, yakın zamana dek teori içinde bir üstyapı meselesi olarak görülmüyor ve hiçbir zaman büyük bir önem atfedilmiyordu. Mekan üzerinden konuşarak sosyopolitik anlamda temel meselelere varılabileceği de hiçbir zaman varsayılmıyordu. Türkiye’de teori alanında 1980 öncesi ortodoks Marksist söylemin sürdüğü zamanlar için de geçerli bu. Çevre, toplumsal cinsiyet gibi politik çelişkilerin hepsi ertelenebilir, daha sonra bakılabilir şeyler olarak görülüyordu. Sonuçta temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir, diğerleri bunun ancak türevi olarak var olabilir gibi düşünülüyordu. Ancak mekanla ilgili algı herhalde en önemlisi Lefebvre ile kırılmış oldu. Kendisi de Marksist bir düşünür olmasına rağmen mekanın pek de üst yapı meselesi olmadığını ve üretim ilişkilerinin parçası olduğunu söylüyordu. O bunu 1960-70’lerde söylerken, Türkiye’de herhalde 90’dan sonrayı bulur bütün bu toplumsal cinsiyet, doğa, çevre ve kent haklarının gündeme girişi.
Mimarlık, 1980 öncesinde de siyasi bir tartışmanın konusuydu elbette her zaman. Ama kent mekanının, mimarlığın kendisinin en nihayetinde bir temsiliyet olduğunun kabul edilerek tartışıldığı bir şeydi. Yoksa kent mekanının ana üretim güçlerinden biri olabileceğini, o yönde bir mücadelenin konusu olabileceğini akademik anlamda bile yakın zamanda ancak tartışıyoruz. Özellikle son beş yılda siyaset, sosyal bilimler, mimarlık ve kenti, kendi özgünlüklerini korumak suretiyle bir arada konuşmadığınızda, aslında önemli pek bir şey konuşulamayacağı; şehirde, en azından İstanbul’da, akademik birikime sahip olmanıza gerek olmadan, sağa sola bakıldığında bile gözle görülebilir hale geldi.
Dayanışma Mimarlığı sergisi nasıl ortaya çıktı? Bir yandan geçen sene olan bir yığın etkinlik boyunca konuşarak ortaya çıktı. Bu gruplar -Mimar Meclisi, Plankton, Kuzguncuk ve Yedikule Bostanları, Düzce Umut Atölyesi, Herkes İçin Mimarlık, Başka Bir Atölye- yayın yapıyor, dergilere söyleşi veriyor, sergi yapıyorlar; biliniyorlar yani. Ama bunların bir arada ele alınıp değerlendirilmesinin hem Türkiye’deki hem de dünyadaki mimarlık ortamı içinde biraz daha farklı bir önemi olduğunu ve farklı etki yapabileceğini düşündük. Önümüzdeki dönemde, geçtiğimiz 20 yıla göre en azından ana damar içerisinde bu kadar monolitik bir yapının oluşmayacağı bir mimarlık ortamı olacak ve ortamdaki güçlü eğilimlerden biri de bu tür çalışmalar olacak. Mimarlık, kent ve kent hakları konusunda, kent hakları mücadelelerine gönüllü olarak mesleki anlamda destek veren gruplar bunlar. Sergi kitabının önsözünde, sergi bağlamını ve güncel mimarlık ortamıyla ilişkisini açıklamaya çalıştım. Geçtiğimiz 20 yıl, kısaca “yıldız mimarlar dönemi” ya da “gösteri yapıları dönemi” diye adlandırılan dönem, mimarlık ortamını entelektüel anlamda da çok hırpaladı, çok indirgedi.
1980-90 öncesi mimarlık tartışmalarını hatırlarsak, Eisenman’ın, Alman postmodern Krier kardeşlerin tartışmaları ya da biraz daha öncesinde, Rossi’nin kent üzerine çalışmalarını vs. düşünürsek görürüz ki bir tür çeşitlilik vardı. Dünya üstündeki ana akım mimarlık ortamında monolitik hale gelmemiş bir tartışma platformu vardı ve şimdikine göre oldukça daha naifti. Son 20 yılda, o tartışma ortamı üzerinden dozerle geçilmiş gibi bitti, -adlandırması da tartışmaya muhtaç- yıldız mimar ve gösteri yapıları dönemi, mimarlığın entelektüel kapasitesini neredeyse sıfırladı. Kendi meşruiyetini, uluslararası sosyoekonomik ortamla paralel olarak ve tüm o gücü arkasına alarak eğitimden medyaya kadar her yere dayattı. Öncesini, Türkiye’deki mimarlık dergilerini mesela, anımsayanlar ne dediğimi anlayacaktır. Bu baskının kırıldığı görülüyor şimdi. Farklı eğilimler olacak. Yine bu dönem içinde ortaya çıkmış, olağan mimarlık pratiğinin yani serbest mimarlık pratiğinin içinden gelmesine, yapı meselesiyle uğraşmasına rağmen, çok kolayca pazarlanabilir bir nesne haline gelmeyecek türde mimarlık üretmeye çalışan Zumthor gibi, Murcutt gibi ya da Shigeru Ban gibi insanların eğilimleri de var.
Bu tartışmanın başlama sebeplerinden biri modernizm ya da postmodernizmin iyice yayılması olabilir mi? Bundan 50-100 sene önceye baktığımızda kenti ya da yapıyı üretenler dayanışarak, imeceyle mahalleyi, köyü ya da gecekondu alanını o şekilde üretebiliyorlardı. Türkiye açısından bakıldığında bu yıldız mimarların iyice artmasıyla, yapı üretimlerinin tekel şekline dönüşmesiyle beraber, katılımcılık ve dayanışma terimleri biraz daha “parlamaya” mı başladı acaba? Öyle bir bağlantı olabilir mi?
“Son on yılda o kadar inşaat var ama 80 yıllık mimarlık birikimi kadar bir şey ortaya konmuş değil. Buna karşı oluşan bıkkınlık, farklı yönlerde tepkiler oluşturuyor.”
Büyük ölçüde bununla ilgili olduğunu, daha doğrusu sosyoekonomik alandaki değişimle birlikte bu mimarlığın etkisi azalınca doğal olarak yeni arayışların gündeme geldiğini düşünüyorum. Bu son 20 yıldaki dönüşüm, sadece mimarlık dünyasının içinden bakarak anlaşılabilecek bir dönüşüm değil, sadece buradan bakarsanız hiçbir şey anlayamazsınız. Aynı zamanda ne kadar büyük bir ekonominin emlak piyasası etrafında döndüğüyle, bunun içinde mimarın nasıl rol aldığıyla, bu inşaat furyasının hayatı nasıl bir sosyal dönüşüme zorladığıyla da ilgili. Türkiye’de bunu bir vatandaş, şehirli gözüyle bakarak anlayabilirsin, ama salt mimar gözüyle bakarak anlayamazsın. Bundan önceki dönemin, mimarlık dünyasının tartışmaları, 60’lardaki Rossi vs. bütün bunları, hiç konuşulmamış gibi unutuveren ve sadece yapı üzerinden bakan, mimarlığı emlak sektörünün reklamcılığına kadar indirgeyen bir anlayış her yerde yayıldı; akademide de, mimarlık medyasında da. Bir yerden sonra da kişilerin tercihlerinden bağımsız ve neredeyse istemsiz olarak gelişen bir baskı unsuru haline geldi. Bu anlamda çok büyük bir sosyopolitik bir dönüşümün parçası, o sebeple diyorum salt mimarlık dünyasından bakarak hiçbir şey anlaşılmaz diye.
Türkiye’de 2005-2014 arasında yaklaşık 10 yıllık sürede, bir milyar altı yüz milyon metrekare inşaat ruhsatı alınmış. Bu, Türkiye’nin herhangi bir döneminde görülmedik bir şey. Cumhuriyet süresince yıllık ortalamaların en yükseğinin dört-beş misli. Bu furya, süreç olarak aynı zamanda çok tahrip edici ve karşısında epey bir toplumsal bir direnç de var ama mimarlık dünyasından bakıldığında öyle değil. Kör gözün parmağına sürdürülen sürece karşı artık bir tür bıkkınlık gelişti mimarlık ortamında ve o mimarlığın ne akademide entelektüel tartışmayı tatmin edecek bir seviyeyi, ne de ortada bu kadar inşaat yaparken o kadar inşaata karşılık gelecek bir birikimi üretmesi mümkün olmadı. Son on yıl içinde o kadar inşaat var ama 80 yıllık mimarlık birikimi kadar bir şey ortaya konmuş değil. Buna karşı oluşan bıkkınlık, farklı yönlerde tepkiler oluşturuyor. Bunlardan biri de daha çok sosyal meselelere eğilmek, katılım, dayanışma, kent hakları gibi konular üzerinden mimarlık düşüncesi geliştirmek. Bu eğilimlerden biridir en nihayetinde.
Katılımcı tasarım konusu, bana kalırsa tasarım süreçlerinin genel işleyişine bakıldığında marjinal bir durum ve bir süre de öyle kalması gerekiyor. Sizin söylediğiniz gibi bütüne yayılabilecek, “herkes katılımlı mimarlık üzerine düşünmeli ve böyle üretimler var olmalı” söyleminin, doğasını ortadan kaldırarak gerçekçiliğini yitirmesine sebep olacak bir durum olarak görüyorum. Tam tersine geçmişte de böyle, akademik alanda, kuramsal olarak birtakım çalışmalar yapılırken diğer yanda uygulama alanında bağımsız deneyimler var. Bunların bütüne hakim olma gayretinde olmadığını düşünüyorum. Yani 60’lardan bahsedebiliriz, o zamanlarda yaşanan sosyal değişimler her şeyi etkiliyor; mekanı etkileyen, insanı özne alan tüm bilimler etkileniyor. Hassan Fathy, Christopher Alexander gibi isimlerden bahsedebilir. Yakın zamandan bu alanda çok fazla üretimi olan Sanoff’tan bahsetmek de mümkün ve bunların hepsi aslında deneyerek, uygulayarak bağımsız, birbirinden belki de habersiz gelişen, kendi sürecinden öğrenip, sonuçta da başkasına aktarmaya çalışan deneyimler. Tüm bu deneyimler hep marjinal kalmış ve kalmalı da bence. Asıl önemli olan, bunların birbirinden neler öğrenebileceği ve bir zincir olarak daha iyiye nasıl gideceğini ortaya koyabilmek.
“Yıldız mimarların iyice artmasıyla, yapı üretimlerinin tekel şekline dönüşmesiyle, katılımcılık ve dayanışma terimleri biraz daha 'parlamaya' mı başladı?”
Niye marjinal kalmalı?
Ben ölçeği çok önemsiyorum çünkü uygulanabilirlik, yapılabilirlik ve sağlıklı bir işleyişle ölçek doğrudan alakalı. Mikro ölçekte, küçük dokunuşlarla yarattığımız sonuçlarla daha büyük ölçekte sonuca ulaşmak arasında çok büyük bir fark var. Kavranabilirliğini ya da yerel iletişim ağının varlığını makro ölçekte ortadan kaldırabiliyorsunuz. O yüzden de katılımcı mimarlığın daha mikro deneyimlerin sonuçları üzerinden gelişmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, mimarlık alanında mümkün ama planlama alanında baktığınızda, katılımcı süreç olarak tarif edilen birçok deneyimin gerçek anlamda karşılığını bulduğunu düşünmüyorum. Eğer ki içinde kişisel çıkar ve ekonomik beklenti varsa, bu iki temel öğe de bu süreci baltalayan durumlar olarak karşımıza çıkıyor. Kentsel mekan üzerinde bireysel çıkarın gözetilmediği, “Ben buradan kendime nasıl bir fayda sağlarım?” diye düşünülmediği, aksine ortak faydanın egemen olduğu bir süreçte var olduğunuz zaman, orada da gönüllük esas oluyor.
Mimar olarak gönüllülükten mi söz ediyorsun?
Oradaki yerel iletişim ağındakiler, tüm paydaşlar diyebilirim. Karar aşamasında olması gereken sadece tasarımcı değil elbette artık. Hatta tasarımcı bile orada artık sadece tasarımcı olarak var olmuyor. Yöneten, dinleyen, arabulucu, veri toplayan, yorumlayan, tekrar dağıtan birisine, yani bir etkinlik tasarımcısına dönüşüyor mimarın rolü. Birçok disiplinin sınırlarını bir araya getiriyor. Herkes kendi yerinden bakmıyor da hep beraber, bir arada üretip birbirinden öğrendiği bir sürece dahil oluyor. Kendini de geliştirip birbirinden öğrenmeli disiplinler. Diğer türlü adına katılımlı tasarım dediğiniz, aslında kendi isteğinizi, düşüncenizi başkasınınmış gibi yansıtmaya çalıştığınız, sahte katılım diye ifade edebileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor.
“Katılımcı tasarım konusu, bana kalırsa tasarım süreçlerinin genel işleyişine bakıldığında marjinal bir durum ve bir süre de öyle kalması gerekiyor.”
Marjinal kalması gerekliliğiyle ne kastettiğini anladım ama bunun doğasını ortadan kaldıracak bir şey olmadığını düşünüyorum. Öncelikle “katılımcı mimarlık”, “dayanışma mimarlığı”, “kolektif mimarlık” vs. ne şekilde adlandırdığımız önemli. Bunların arasında biçimsel farklılıklar var elbette ama aslen bir “öznesiz mimarlık hareketi” diyelim; bunun, öznelerin öne çıkmadığı, mimar öznenin kişisel egosunu ve tatminini bir kenara bırakıp, gönüllülük esasıyla, bir beklentide olmadan, yıldızlaşmadan ve bir ekonomik fayda sağlamadan yaptığı mimarlık olarak anlıyorsak bunu, tekil örnekleri olan ya da bazı tuhaf kişilerin yüce gönüllülük ya da iyilik yapma sevdasıyla yaptığı marjinal işler olarak değil, bu mesleğin toplumsal sorumluluğu ile ilgili olduğu için yaygınlaşması, sayılarının artması ve etki ettiği alanların genişlemesi ve bununla ilgili çaba harcanması gereken bir hareket olduğunu düşünüyorum.
Ben bu toplantıya Mimar Meclisi üyesi olduğum, orada yaptığımız işlerle ilişkili olarak davet edildim; onun üzerinden örnek vermem doğru olur. “Dayanışma Mimarlığı” sergisine de katıldı Mimar Meclisi ve sergi, tam buna hizmet ediyordu. İçinde mimar olmayan meslek gruplarını da barındırmakla birlikte mimarlık çalışmalarını yapan böyle topluluklar var. Ve o serginin başlığının “dayanışma” olmasının, yalnızca o küçük toplulukların kendi içindeki dayanışması olmadığını bize bu altı-yedi aylık süreç de öğretti aslında. Çok sayıda toplantı yapıldı, bu gruplar birbirini tanıdı ve tam da sizin söylediğiniz gibi birbirinden öğrendi. İhtiyaç olduğunda ki bu altı aylık sürede elbette ihtiyaç oldu, bu gruplar birbiriyle dayanışma içerisine girdi. Dolayısıyla bunun marjinal, bugünkü düzen içerisinde olamayacak özgünlüğünü, güzelliğini ve romantizmini koruması için tekil örnekler olarak kalması gerektiğini düşünmüyorum.
Biz mesela Mimar Meclisi’nde bunu “halk için mimarlık” adıyla (neden katılımcı demediğimiz, toplum demediğimiz gibi meseleler, o kavramların nelere karşılık geldiği konuşulabilir) bunu yaparken değil marjinal bırakmak, meslek alanı içerisinde hizmet vermeye çalıştığımız mahallelerde yaygınlaştırmaya, çoğaltmaya, duyurmaya ve genişlemeye çalışıyoruz.
Benim kastettiğim marjinallik bunun yaygınlaşmaması anlamında değil açıkçası. Ancak şu var; bu yapma biçimi, bir anda egemen yaklaşıma dönüşürse tüketebileceğimiz bir yere gelir. İyi sonuçları görerek, birbirimizden öğrenerek, bir araya gelerek, bunu olgunlaştırmadan daha büyük hayallere kapılmamak gerektiğini düşünüyorum. Her biri bir zincirin halkasıysa öğrene öğrene ilerlenmeli ve sonuç değil, süreç önemsenmeli. Ben kendi deneyimlerimden, akademik alanda durumu gördüm örneğin. Birbirinizden öğrene öğrene sürekli konuşuyor, akademik alanda tartışıyorsunuz. Fakat o söylediğinizin-tartıştığınızın yapılabilirliği üzerinden bir deneyimin olması gerekiyor. Bunu deneyimlediğiniz zaman ondan bir şey öğrenebiliyor ve geliştirebiliyorsunuz. Mesela bizim deneyimlerimizin birinde alan, bir parkın düzenlenmesiydi. Öznemiz çocuklardı, alanın çevresi ise fiziksel ve sosyal anlamda iyi koşullara sahip değildi. Bir araya geldiğimizde ilgili aktörlerle işbirliği yaptık, paydaşları bir araya getirdik, bir sonuca gittik. Sonuçta hedeflerimize uzun vadede ulaşamadık. Oradaki güvenlik, uyuşturucu sorunu gibi çeşitli problemleri gözeterek yaptığımız çalışma, uzun ömürlü olamadı. Ondan öğrendik, şimdi başka bir şey deniyoruz. Ama biz bir anda İzmir’i bu şekilde yapalım demiyoruz, çünkü bu doğru değil.
“Katılım mekanizmalarının içindeki iktidar ilişkileri, katılımı sadece mekanizma olarak ortaya koyduğun zaman, onun demokratik olabileceğini garanti etmiyor.”
Buna çok katılıyorum, hız meselesi çok önemli. “Bir anda parlasın ve herkes bunu yapmaya başlasın”, tam da dediğiniz anlamda bunu tüketmek. Ve bunu yapıyor bu mecra; mimarlık mecrası zaman zaman parlayan çeşitli kavramları alıp, çiğneyip, tüketiyor; kavramların içini boşaltıyor. Herkes dayanışmacı, her yapılan katılımcı.
Bunu yapan mimarlar değil, daha çok reklamcılar.
Amerika'da katılımcılık için değerlendirme sertifikası çıkarmak için, çalışan akademisyenler var.
Tehlikelerin ne boyutta ve nereden geldiğini biraz ayrıştırmak gerekiyor bence.
Akademinin oradaki handikabına da değinmek gerek. Ferhat’ın dedikleri çok doğru bu anlamda; esas öğrenme kısmı pratik alanında, ancak yaptığında öğreniyorsun ve süreç sonuç ürününe odaklı değil. O projenin parıltısı, başarısı sadece mesleki alandan bakarak değerlendirilemez, hatta o projenin gerçekleşip gerçekleşmemesi bile tek başına bir ölçüt olmaya yeterli değil. Tabi ki önemli ama tek başına değerlendirme ölçütü değildir.
Süreçten öğrenip hata da yapıyorsunuz ya da orada öngöremediğiniz birçok şeyle karşılaşıyorsunuz. Biz oraya sadece tasarımcı ya da mimar olarak da gitmiyoruz; aktörleri bir araya getiriyoruz. Genellikle hiçbir belediye gelip “hadi buraya bir tasarım yapalım ama bu katılımcı tasarım olsun, oradaki halkla beraber üretin” demiyor. Ona bizim göstermemiz gerekiyor; gidiyor, anlatıyoruz. Kabul eden oluyor, etmeyen oluyor.
Ben kendi adıma, mesleki alanda etkinliğimi tasarım üzerinden sürdürmeye çalışıyorum, hem üniversitede hem de dışarıda farklı mecralarda yapıyorum bunu. Ama oradaki kimliğiniz bu olmuyor işte. Orada öncelikle dinliyorsunuz ve bambaşka şeyler öğreniyorsunuz. Karşınızı çıkan çok tanımlı bir durum oluyor, örneğin; güvenlik. Problemi keşfettiğiniz zaman, düz bir yolu yürümüyorsunuz artık. Yol aldıkça, konuştukça, bir araya geldikçe veri büyüyor ve süreç karmaşık bir hale dönüşüyor. En sonunda ise yaptığınız, sırf güvenlik problemi üzerine ne yapılabileceğine dair düşünce ortaya çıkarmak olabiliyor. Tasarım o anda o kadar geride ki. Salt tasarımcı kimliğinizle yoksunuz. Farklı disiplinler bir araya geliyor, onların bakışları ya da alan çalışmaları size veri sağlıyor, onlardan öğreniyorsunuz. Aslında birçok paydaşın bir araya geldiği bir öğrenme süreci hatta bir iletişim modeli olarak düşünüyorum. “Türkiye’de niye son zamanlarda bu kadar gündemde?”nin altında da bence iletişim olgusu var. Çok baskın bir şekilde değil belki ama insanların yalnızca ona yazılanları okuduğu, ona gösterilenleri izlediği bir ortamda değiliz artık. İletişim olanaklarının gelişmesi anlık tepkileri, yorumlamayı, bir duruma karşı tepkiyi çok hızlı verebilmeyi ya da sizin gibi insanlarla çabucak bir araya gelebilmenizi sağladı. Eskiden görüyor geçiyordunuz, yürüyüp gidiyordunuz. Şimdi görüyorsunuz, duruyor, yorumluyorsunuz, paylaşıyorsunuz, sizin gibi insanları duyuyor, onlarla bir araya geliyorsunuz ve onun karşısında bir set oluşturma olasılığınız ortaya çıkıyor. Belki iletişim de bir başlık olabilir, katılım olgusunun görünürlüğünün biraz daha artmasını sağlaması anlamında.
“Gelir dağılımı, eşitsizliği vs. büyük bir tehdit haline gelmeye başlayınca toplumsal meselelere eğilen mimarlıklar uluslararası sahnede yer bulabilir hale geldi.”
Hülya yeşil ve sürdürülebilir kavramlarıyla başladın. Katılımcılık, sosyal bilimlerde daha doğrusu müştereklerin yönetimi açısından, sürdürülebilirlik ve yeşil kavramlarından çok daha eski aslında. Yeşil ekonomi ve sürdürülebilir kalkınma, “Ciddi bir ekolojik kriz var ve bu artık sermayeye de zarar veriyor, başka bir şey yapmamız gerekiyor”dan güç aldı. Aslında çevre mücadelelerinin belki ittirdiği, kaktırdığı ve sonunda gündemine aldığı kavramlar olmasına ve çok da radikal kavramlar olarak ortaya çıkmalarına rağmen, aynı zamanda bir sermaye birikimi, yatırım alanı. Yeşil bina yapmak da öyle, yeşil ekonomi piyasa modelleriyle çevre çözümleri üretmek de, teknolojik yatırımlar da. O yüzden kavramların içinin boşaltılıp sistem içi edilmesi doğal. Zaten sermaye bunu kabul ettiği noktada bunların adına yeşil ekonomi, sürdürülebilir kalkınma vs. dedi ve onu tehdit eden bir kriz hala var, hiçbir şey de çözmüş değil. Mesela doğal kaynakların, müştereklerin yönetimi konusunda katılımcılık 1970’lerden itibaren var. Dünya Bankası bile “Bunları biz özelleştirmeyelim, toprakları ya da ormanları insanlar zaten ortak olarak kullanıyorsa, biz de buraya katılımcı mekanizmalar getirelim” dedi. Çünkü özelleştirildiği zaman verimli kullanılamıyorlardı. Özel ormanın herkese bir parçasını verildiğinde daha fazla tüketiliyordu. Korumak için katılımcı şekilde kullanılmalarının daha verimli bir çözüm olduğu noktasına gelindi. Ne yaptı daha sonra Dünya Bankası? Bir isim olarak veriyorum Dünya Bankası’nı, neredeyse bütün uluslararası kalkınma kurumlarının yaptığı şey bu şu anda. “Sizin köyünüzde orman var; biz burada katılımcı yönetim mekanizması kuralım, toplantılar olsun, ormandan ayda yılda ne kadar kullanacağımıza beraber karar verelim, hangi saatlerde kullanılacağımıza beraber karar verelim, belli bir kısmını satıyorsak onu nasıl paylaşacağımıza karar verelim” dedi.
Doğal müşterekler örneğinden gittim ama genişletilebilir. Durum şu ki katılımcılık meselesinde herkesin çıkarı var. Ferhat’ın söylediği gibi çıkarın olmadığı bir durumu ben düşünemiyorum. Ne kadar marjinal ya da küçük ya da tekil bir örnek olsa bile sonuçta herkesin çıkarı vardır. Bu maddi bir çıkar da olabilir; iyi ve kaliteli, istediği gibi yaşamak gibi bir çıkar da olabilir. O süreçte “öyle de olsa olur, böyle de olsa olur” diyen kimse yok. Herkesin bir çıkarı, talebi var. Hep beraber bir şeyler yapmaktan söz edilince, köyün en zengini de fakiri de aynı karar gücüne sahip olmuyor, herkesin bir oyu olsa bile. Katılım mekanizmalarının içindeki iktidar ilişkileri, katılımı sadece mekanizma olarak koyduğun zaman, onun demokratik olabileceğini garanti etmiyor. Bu anlamda, aşırı teknik ve göstermelik bir şey olduğu için işlemedi ve altı tavsatıldı. Yani zaten orijinal olarak o toplumsal yapıda katılımcı ve toplumsal olarak, müştereken birtakım kararlar verip yönetilebiliyorsa onu koruyabilirsin. Ama Türkiye’de de yapıldı bunlar, katılımcı doğa koruma projeleri vardı. Hani köyün kadınlarının hiçbirinin haberi yok ama üç tane muhtar ve yardımcıları etraftaki sazlıkların nasıl kullanılacağına dair karar vermiş; sonra da katılımcı plan yaptıklarını yazmışlar. O yüzden birincisi, ben şunu hala anlamıyorum, katılımcılık neden bir mesele, bir hat mimaride? Bu sadece, Sinan’ın bahsettiği gibi, bir boşluk ve bıkkınlıktan mı açıldı? Tabandan gelen hiçbir şey mi yok? Biz kendi yaşadığımız yerlerin üzerinde kendimiz söz sahibi olmak istiyoruz diye bir şey gelmedi mi? İkincisi, içini kim boşaltacak, kim tüketecek bunu ve ne amaçla yapacak? Sadece “bir terim haline gelecek ve modası geçecek” kadar boş bir tehlikeden bahsetmiyorsunuz herhalde.
Tam da örnek verdiğiniz şey aslında. Dünya Bankası neden dünyanın bir ucundaki bir köye, katılımcı üretim yapılsın diye yatırım yapıyor?
Çünkü bunu devletin kontrolüne verse de şu ormanın, bu denizin, oradaki balıkların tükeneceğini biliyor, onu görmüş. 50 sene boyunca devletlerin kontrolüne vermeye çalışmış, doğal kaynakları nasıl kullanacaklarını devletlere bırakmış. Bakmış ki olmuyor, sonra piyasa açmaya çalışmış. Bakmış ki üretim düşüyor, sermaye ilişkileri içine katabileceği bir şey kalmıyor ortada. Sonrasında kaynak verimliliği ya da en çok üretimi sağlayabilmek açısından en iyi yönetimin insanların kendi yönetimi olduğuna kanaat getirmiş. Onlara katılımcı mekanizmalar kurarak hem insanları kontrol ediyor hem de oradaki üretimin devamlılığını sağlıyor. Mimaride muadili ne bunun ve oradaki çıkarı nedir? Bu benim, büyük ihtimalle çok hakim olmadığım için bilmediğim bir şey, bunun ekonomi politiğinin ne olduğunu konuşursak, karşısındaki tehlikeleri de ben daha iyi anlayacağım.
“Buna aslen bir 'öznesiz mimarlık hareketi' diyelim; mimar öznenin kişisel egosunu ve tatminini bir kenara bırakıp yaptığı mimarlık…”
Bence tehlikesi yıldız kavramında. Yıldız mimarlığa eskiden kalma diyebilir miyiz, tam geçti mi geçmedi mi? Ben çok emin değilim. O çok dayanışmacı ve katılımcı olduğunu söyleyen mimar bugünün yıldız mimarı oluverebilir.
Daha mı çok satacak yani o ev? O mimarın çıkarı ne?
Evet, yıldız mimar için böyle bir öngörüde bulunanlar da var. Ben az önce, mimarlığın içinden değerlendirmiştim konuyu, ama bunun içinde sosyal bir istek, beklenti ve baskı da yok değil, kent haklarına ilişkin. O da var fakat mimarlıkla sosyal beklenti arasında politik bir bariyer duruyor; dolayısıyla o bariyerden hemen hemen hiçbir şey geçmiyor. Bir baraj duvarı gibi, oradan herhangi bir katılım beklentisinin geçmesi söz konusu değil. Bengi’nin değindiği gibi katılım diyince bunun hakikaten politik olduğunu unutmamak gerekiyor çünkü katılım, zaten bu olağan durumlarda karar mekanizmalarına katılmada eksikliği, handikapları olanların katılması için. Zaten her karar mekanizmasında söz kendisinde olanın katılmasından bahsetmiyoruz.
Evet işte, demek kimin katıldığında göre nasıl bir sonuç çıkacağı da değişiyor.
Hak sahibi olduğu halde sözünü ifade edemeyenlerin katılabilmesini sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesiyle alakası var. Bunun sözde katılım zeminlerine kaymasında böyle tehlikeler de var.
Katılımcı mimarlığın önündeki engellerin ya da açmazların ne olduğunu konuştukça, aslında bizim katılımcı mimariyle derdimizin ne olduğu ve asıl istediğimizin nasıl bir şeye benzediği netleşmeye başlıyor benim için de. Bence hiçbir (daha genel anlamda) sermaye, katılımcı mimari istemez herhalde. Çok zor, uzun süreçler ve ticarileşmesi kolay değil. Yeşil ve sürdürülebilirin ticarileşmesi bence çok daha kolay, yeşil ve sürdürülebilir yapmazlarsa 50 sene içinde değil, 20 sene içinde öleceğiz gibi bir durum var çünkü.
Aynı kolaylıkta ticarileştiriyor ama. Mesela Okmeydanı projesi için Beyoğlu Belediyesi’nin yaptığının, doğa ve ekoloji için yapılandan ne gibi farkı var? Oradaki bir rant projesini yaygınlaştırabilmek ve o karşıdaki direnci azaltabilmek için “katılım sağlanarak üretilmiş bir süreç”miş görüntüsü vermeye çalışıyor. Aslında hiçbir fark yok.
Birincisi bu toplumsal direnci tavsatmak, içerebilmek vs. işi; orada başka bir şey konuşmaya başlıyoruz bu sefer ve bu önemli bir nokta. İkincisi bir rant projesi için katılımcılık olur mu?
Evet, tam da o yüzden olur.
“Kapitalizmle beraber, içinde meta üretilen bir mekanın üretiminden mekanın meta olarak üretilmesine geçilmiştir” diyor Lefebvre. Bunu biz çok ciddi bir şekilde kanlı canlı olarak İstanbul’da görüyoruz. Katılımcılar mekanı meta olarak mı üretir? Katılımcı mimarlık, mekanın müştereken mi üretilmesidir? Kullanım değeri üzerinden üretmek mi esastır? Böyle bir esas var mıdır, olmalı mıdır?
Bu noktada şunu konuşmak gerekiyor; mevcut sistem ya da düzen içinde gerçek anlamda katılımcı bir üretim mümkün mü? Mümkünse de ölçeği ne? Toplumdan böyle bir talep geliyor diyorsun sen Sinan, ama böyle bir kentsel dönüşüm furyası varken, herkes “evimi müteahhite vereyim de 70 metrekare alayım” diye uğraşırken şu anki piyasa koşullarının beslediği bir bireysel hırs ve mülkiyet üzerinden giden bir durum da var.
Evet, meseleyi mimarlık ve planlamada katılım olarak çerçevelediğimiz zaman doğabilecek sıkıntılardan en temelde olanı bu. Zaten iktidar mekanizmasında yukarıda olanların bu işi bir şekilde manipüle etmesi yine nispeten çözülebilir bir sorun bence, ama katılımcının beklentisinin tamamen ticarileşerek anonimleşmesi daha temel bir sorun ve bu özellikle konut meselesinde görünür oluyor.
Benim çocukluğumdaki doğum günü partileriyle şimdikiler üzerinden örneklemek istiyorum. Bir araya gelirdi çocuklar, doğum günü kutlarlardı. Şimdikiler hiçbir şey yapmıyor, etkinlikler kiralanıyor ve garip bir şekilde sıkılıyorlar da. Benim bütün çocukluğumdaki doğum günü partilerinin toplamını çocuklar bir günde yaşıyor ve sıkılıyorlar. “Çok sıkıldım bu doğum gününde” diyerek dönüyor, öyle de bir tarafı oluyor.
İzleyici olarak dönüyor yani.
Çünkü sokakta bir araya gelmenin, oyun oynama ya da kurma meselesinin mümkün olmamaya başladığı bir yerdesin. Bir araya geliyorlar, “ne öğrenmek istiyorsun?” diye sorulduğunda “ne öğrenebilirim ki?” diyorlar. Bilmediğim bir şeyi senden nasıl isteyebilirim ki? Soruyorum ben bunu zaman zaman, sessizlik. Aynı şekilde katılımdan ne elde edebilirsin, ondan ne tür meyveler alabilirsin ki? Unutulmuş, yok olmuş bir şeye insanları nasıl teşvik edebilirsin? Çünkü yok, boşalmış o kısım.
1960-70’lerde, bunların hatırlandığı ve bunların kaybolmasının nelere sebep olacağını bilen insanlar tarafından konuşulmuş bunlar; Lucien Kroll’ler, Giancarlo de Carlo’lar bunları yapmış mimarlık dünyasında. Ama şimdiki hareket, “herhalde bu güzel bir şey, bunda nasıl bir potansiyel var, bundan öğrenelim, yeniden öğrenelim, hatırlayalım” gibi. Bilinenleri kaybetmeyelim gibi bir ruh değil.
Şu soruyu galiba netleştiriyor değil mi? Ne için bir araya gelindi? Doğum günü örneğinde de bu var. Bir araya geldiğindeki o çılgın, o kadar küçük çocuğun potansiyeli yok artık. Onun içine bir şeyler yüklenmeye çalışıldığı için.
Birlikte evrimleşerek başka bir yere gitmiş. Yapabilirliklerini unutmuşlar.
Evet ve katılımcı etkinliğine kaç kişi topladığına bakarak ölçebileceğin bir şey değil bu. İstediğin kadar kalabalığı topla oraya, istediğin kadar çeşitli aktörleri bir araya getir, ne için yaptığının gerekçesi sağlam olmadığı sürece çok katılımlı, çok aktörlü, çok farklı grubun bir araya gelerek, ortalıkta bir şey yapıyor olması aslında tek başına yeterli değil. Katılımcı mimarlığın karşılığı o değil.
Şu sıralar, 2014’ten beri yapılagelen katılımcı projeler, katılımdan nasıl faydalanılabileceğini öğrenme projeleri gibi adeta. Hatırlama da değil, yeniden keşfetme. Çünkü bunlar unutulmuş, 70’li yılların ortasından başlayarak gelişen Thatcherist ekonomik politikalar nedeniyle de.
Sadece mimarlığın unutmasını kastetmiyorsun değil mi?
Hayır, herkesten bahsediyorum. Kullanıcı da nasıl katılacağını unutmuş.
Toplumsallığı zedelenmiş diyebiliriz belki; bu bireyselliğin, öznenin pohpohlanması, köpürtülmesiyle de ilgili. Artık verimli, etkili, sonuç alınabilir bir şey üretmekten uzaklaşıp “ben”lerin başarısına yönelindiği bir zamandayız. Katılımcı ya da kolektif üretimden konuşurken de Hassan Fathy diye bir insan isminden söz ediliyor. “Fathy’nin köylüyü dahil ederek…” deniyor, merkezde hala bir özne var.
Öznenin olmadığı ya da olduğu, içinde eridiği çeşitli şiddetlerde bir yelpaze var. Katılımcılık öznelerin olduğu ve birbirleriyle müthiş bir çıkar ilişkisinde oldukları ortamlar da olabiliyor. Almanya’da var bu tür örnekler, oranın başka türlü kurduğu politika kültürü var tabi, alıştıkları şeyler farklı.
Güney Amerika’da, Peru’da İnkalardan bu yana süregelen bir gelenek var: Q’eswachaka Köprüsü. Senede bir kez, kanyonu geçen, ottan yapılmış ip köprüyü tekrar yapıyorlar. Ama nasıl? 30 cm uzunluğunda çayır var etrafta, onları hasat ediyor, eğiriyor; bizim vapurlardaki halat büyüklüğünde halatlar örüyorlar. Eski köprünün bir halatını kılavuz olarak kullanıyor, karşıya geçirdikten sonra eski köprüyü kesip suya bırakıyorlar, orada çürüyüp gidiyor zaten. Elbette bir ustaları var; belki köyün ileri gelenlerinden, belki babasından, amcasından öğrenen. O örüyor. İki tane üstten, üç tane alttan halat gidiyor, aralarındaki küçük bağları yapıyorlar. Kadınlar, çocuklar birlikte oynayarak, müzik çalarak ipleri eğirip örüyorlar, iki yaka kavuşunca da bayram yapıp ayrılıyorlar.
Şimdi ben bakıp diyebilirim ki “Çok saçma, yapsınlar bir demir köprü, olsun bitsin.” Ama neyi kaybediyorsun o demir köprüyü yapınca? O üç gün boyunca, köprü üretme deneyimini kaybetmiş oluyorsun. Bir araya gelmeyi, çocukların ağabeylerinden, amcalarından bir şeyler öğrenmelerini, hikaye anlatmalarını kaybetmiş oluyorsun. Bunların hepsi, bir sermaye ise eğer, ondan vazgeçmiş oluyorsun.
Bence oradaki daha kötü soru şu: Katılımcı mimarlık yapıyoruz diyelim, ya o köydekiler bir anda “biz demir köprü istiyoruz, istemiyoruz bu ip köprüyü” derse? Katılımcılık içinden hep dayanışmacı, eşitlikçi, doğayla dost şeyler çıkacağını düşünmeyelim bence.
Onlara da güzel bir kampanyayla “siz medeni değilsiniz, medeniyet burada” denebilir. Vazgeçtikleri, çok gözükmeyen bir şey; ondan vazgeçmek çok zor olmasa gerek. Biri bu geleneği yok etmeye kafayı taksa, yapabilir bunu. O geleneği atması, ancak böyle benim yaşadığım dünyadan birilerinin kafalarını karıştırmasıyla mümkün olabilir.
O kadar romantize etmeyelim bence. Bu iktidar ilişkilerinin, kimin katıldığının vs. yanı sıra, bir gölün köylüleri de “biz katılımcı olarak gölü kurutmaya, aşırı kullanmaya karar verdik” diyebilirler.
Yapıldı da zaten. Elmalı’daki Avlan Gölü’nü kuruttular. Herkes onayladı, iyi olacağını düşündü, bataklık kaybolacak dendi. Elmalar rutubet seviyesi düştüğü için yetişmemeye başlayınca tekrar dolduruyorlar şimdi.
Ama sen burada, yine yeterince bilgi olmadığında, ileriyi öngöremediklerindeki durumdan bahsediyorsun. Sultansazlığı’nda “biz nefret ettik bundan, sazlıkta yaşamak istemiyoruz, biz gitmek istiyoruz” da dediler. “Biz elmacılık değil, burayı kurutup bilmem necilik yapmak istiyoruz” da diyebilirler. Bunun ne kadar gerçekçi olup olmadığından öte bu, başka bir kıymık olarak, kapalı durması gereken bir şey katılımcılıkla ilgili. Ne kadar geçerlidir bu alanda, ondan bağımsız olarak söylüyorum. Ama söylediğin diğer şey, o üç günlük sürecin kendisinin aslında toplumsal ilişkiyi de örgütlemesi ve devam ettirmesi önemli bence. Katılımcı mimarlık diye bir şey olmasa bile, zaten mekan bir şekilde ortak ve toplumsal ilişkilerle örülüyor. O zaman katılımcı mimarlığın buradaki rolü ne diye sormak istiyorum ben size. Birtakım bilgileri yan yana getirmek, süreci örgütlemek vs. var ama bunları illa katılımcı mimarlığın yapması gerekmeyebilir.
Mimar olmayan birisi de yapabilir belki onu. Mimarın oradaki rolü ne ve niye katılımcı mimarlık diye bir şey konuşuyoruz? Sadece birtakım iktidar odaklarıyla müzakere etmek mi? Belediyeye gidip “bu işi böyle yapalım” diyebilmek mi? Bir uzmanlık mı?
Ben de mimarın bu süreçte mesleki yetkinliği ne işe yarıyor, onu merak ediyorum.
Mesleki yetkinliğe elbette ki gereksinim var ama bu süreçlerde çok baskın bir şekilde orada var olmuyor. Orada bir mekan örgütlemesi oluşacak, bir tasarım var olabilecekse bunu, burada bizim kendi başımıza yapmamız var; bir de orada son kullanıcıyı, en son etkilenecek insanı en başa koyup onunla birlikte kararları alıp, o beklentileri görüp, davranış hedefleri, tercihler üzerinden o verileri toplayıp, tanımlama sürecini önemseyerek yapmak var. Tasarımcının dışındaki bir taraftan tasarım yapmasını beklemek gerçekçi değil. Onu yapabilecek olan, bizim uzmanlığımız. Mimarsak, tasarımcıysak elbette biz yapacağız. Sadece bu süreç yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı gelişen-şekillenen bir süreç oluyor, o kadar.
Diğer yandan, bizim nasıl yaptığımızı da tartışıyoruz. Belirli bir yöntemle yaparkenki davranış biçimimizle katılımlı bir süreçte yaparkenki davranış biçimimiz farklı ve önemli olan da, katılımlı bir süreç sonucunda ortaya çıkan tasarımı oradaki insanın benimsemesi ve sahiplenmesi. Bir yere bir şey tasarlayıp gittiğinizde o şey benimsenmeyebilir. Ama “bu süreçte benim de emeğim var” diyebildiği için onu sahipleniyor ve korumaya başlıyor kullanıcı. Herhangi bir üretimin, kolektif olup olmadığının, katılımcı bir sürecin yaşanıp yaşanmadığının en önemli kontrol araçlarından biri de bu bence.
Kullanıcısı için üretilen bir ortam, bir ürün, tamamlandıktan sonra eğer sahipleniliyorsa, isterse üretim sürecinde hiç bulunmamış olsun kullanıcı, bu orada kolektif bir inşanın yapıldığını gösteriyor. Ki eğer o sürecin karar aşamasına ya da uygulamasına herhangi bir şekilde katılmışsa, bu daha da artıyor. Burada konuştuğumuz, değerli bulduğumuz, yaygınlaştırılması gerektiğini ya da mimarın ve tasarımcının toplumsal sorumluluklarından biri olduğunu düşündüğümüz şey de bu. En azından bizim grubumuzda, bunun peşinde koşuyoruz, bunu yapmaya çalışıyoruz. Yoksa ne kadar kişi kattığının, ne parıltıda bir ürün olduğunun o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Ne kadar sahiplenildiği önemli ve bu da “ne için yapıyorsun”un karşılığı.
Tekillik, hız ve güç olarak üç temel üzerinden tartışıyoruz. Tekilliği örneğin, mimarlık pratiği üzerinden tartışalım. Biz ülkemizde tasarım yaparken farklı disiplinleri bile içine almakta zorlanan bir meslek alanı kurmuşuz. Örneğin, mimar bir müze tasarlarken yönlendirmenin tasarımını, grafik tasarımcıya ya da endüstri ürünleri tasarımcısına bile bırakamazken, kamusal alandaki katılımcıdan nasıl bir girdi alınabilir? Bunu akademinin, eğitimin kendi zemininde de tartışmak lazım.
Marjinallik konusuna geri dönmek istiyorum, buradaki katılımcı ya da bir şekilde paylaşımlı süreçler, kültüre pompalanan bazı güç dinamiklerinin içerisinden sıyrılan tekil gruplar olabilir. Ama bence bu bir marjinallik değil. Burada asıl olan, toprağın içindeki doğal yaratım kuvvetinin kendisi. Çünkü kent hakkına, üretim süreçlerine, insanın var olduğundan bu yana gelen süreçlere dokunuyor. Marjinal olarak kalması şeklinde değerlendirmek, bence doğrudan temeline bir bomba koyup patlatmakla eşdeğer. Katılımcı üretimler zaten bizim kültürel yapımızın organik kısmının bir parçası.
Hız meselesinde de, bu alanda çalışan grupların birlikteliliği hızlı mı gitsin, yavaş mı kalalım diye düşündüğümüzde; zaten her grubun temel değerleri çok belli. O temel değerlerde anlaşır, bu zeminin üzerine doğru şeyleri, etkili zamanlarda koyarsak, sürdürülebilirliği de hızlandırabiliriz. Belki belediyelere ya da kamuya bu temel değerleri daha çok göstererek, onların kabullenmesini sağlayabiliriz. Bu değerler üzerinden ne kadar çoğalma sağlanırsa o kadar etki oluşur. Bir de konutla ilgili benim en çok dikkatimi çeken, köylerde örneğin, başka bir usta yapmış olsa bile, insanlar cephesindeki desenini kendi çizer, mutlaka bir şeyler ekler, balkonundaki parapetini yaparlarmış, şimdi onu bile endüstrileştirmişiz. İnsanlar evlerini yaptırırken artık nereye dokunabilirler bilmiyorum.
Bu katılım sürecinin paydaşların her birine ne kattığı üzerine konuşabiliriz. Mimara ne katıyor, o ne öğreniyor? Dahası katılan ne öğreniyor? Çünkü bu süreç, herkesin girip de kendisinin aynısı gibi çıktığı bir süreç olmasa gerek.
Biz arkeolojik alanlar, kültür mirası olan alanlarda çalışmalar yapıyoruz. Kırsal alanda yaptığımız böyle çalışmalardan birinde, oranın hem mülki erkanı hem muhtar, köylü dahil 30-40 kişiyle sekiz toplantı yaptık. Katılımcı tasarım denilmez belki ama karar mekanizmalarına farklı kesimlerin katılımı sağlandı. Tasarımın farklı paydaşları tarafından denetlendiği ve eleştirildiği bir süreç… Bir bu türlüsü var bir de katılımcıyı bilfiil tasarlama eyleminin içine dahil eden türü var. Bütün sorunlar çözüldü mü bizim çalışmamız sonucunda? Hayır. Ama tüm taraflar, gayet istekli bir biçimde katılıyordu. Bu, istisnaiydi mesela çünkü doğrudan, çabucak kişisel çıkara dönüşebilecek bir iş değil, dolaylı olarak bölgeye toptan faydası olabilecek bir işti. Ama gayet anlamlı bir şekilde katılımdı. Herkesin kendi sorununu, beklentisini söylediği süreçler üretiliyor. Bu anlamda, kamusal ya da ortak alanlarda daha kolay nispeten. Zor olan kent; arsa değerinin yüksek olduğu yerler. Çünkü herkes, parasının hemen iki katına çıkması kadar doğrudan bir çıkar istiyor.
Kullanıcının, tasarımcının, mimarın, plancıların vs. ne şekilde yer alacağının kademeli olarak değişebileceği süreçler de var. Nereden baksan 1500-2000 yıllık bir tarihi olan İstanbul şehrinde, herhangi bir yere bakıp boş arsa gören, temiz bir kağıt gibi düşünüp çizmeye başlayan mimar var şu anda. Bu gerçeküstü bir durum. Entelektüel kapasite sıfırlandı derken bundan bahsediyorum; çok makul olduğunu zannediyorlar bunun, inanılmaz. “Katılımcıya niye söz hakkı vermedin, niye sözünü çiğnedin” değil bu, bayağı entelektüel yetersizlik. Sosyal birikimi, kazmayı vurduğun anda yeraltında karşılaşacağın külltürel mirası hiç gözetmeden iş yapabiliyor insanlar. Ve bunlar öyle kıyıda köşede kalmış ya da saray mimarı diye eleştirebileceğin insanlar değil, baya bilindik isimler. Kentsel dönüşüm projeleri için İstanbul’da her mahallede sosyal bilimciler toplantılar örgütlüyordu, orada iş yapan mimarlardan iki tanesi de gidip neler döndüğünü merak etmedi, bu çok tuhaf. Mesleki yetersizliği geç, etrafını görmezlik bu. Hiçbir şey olmasa, baktığının sadece duvar olduğunu zannederken sen, o aslında şuradan geliyor diyen başka bir alan uzmanını duymak bile mimarlık ortamının entelektüel kapasitesinin artmasına sebep olur. Hele mevcutta epey artırır ve buna katılım bile denmez ama... Zaten kaldırımdan geçerken çarptığın insanlar bunlar, biri arkeolog, diğeri sosyal bilimci, öteki mahallenin bakkalı. Bunları görmeyen, duymayan bir mimarlık oluştu. Tamam anladık, senin tasarımına karışan eden yok ama bunları öğrenmek zorundasın. Tekrar ediyorum: Buna katılım bile denmez, bu asgaridir ve çok şey katar sadece bu bile mimarlığa. Bir işi yaparken onunla ilgili arka plan bilgisine sahip olursun, ötesi ne olabilir bunun? Kullanıcıyı geçtim, mevcut konut sorununda muhayyel bir kullanıcı var; kentsel dönüşüm projelerinde öyle değil. Mülk sahipleri belli ama onları bile dinlemiyor, tanımıyor.
Zaten bütün bunları dinlese yapamayacak.
Aynen öyle. Bunun bir parça daha iyisi, arka plan bilgilerinden sonra, en azından kullanıcı, hak sahibi olanlarla bir arada karar vermek ki hak sahipliği de, sadece mülk sahibi olmaktan orada yerleşiklik hakkına sahip olmaya doğru gelişiyor. O hak sahipleri tarafından projenin yönlendirilmesine -bu planlama olabilir, mimari olabilir- müsaade etmek, onlardan görüş almak, eleştirileri dinlemek, onları belli düzeyde tatmin etmek gibi… Bunun da ötesinde tasarım denemeleri de var. Onları bilfiil tasarım eyleminin içine katmak gibi ama ben o konuda bilgi sahibi değilim, o biraz daha zor ama dediğim iki durum bile mimarlığa seviye atlatır.
Biraz evvel beni uyardınız romantikleşmeyelim diye ama böyle şeyler tasarlayan kişilerin de bunları bilmiyor ya da dinlemiyor olduğunu var saymamak lazım.
Okuldan mezun olup “ben mimarım” demek zaten zaman isteyen bir süreç. Mimarlığın “Şurada bir tane konut yaptım, Bostancı’da dört tane apartmanı dönüştürdüm, hemen onun projesini yaptım”a indirgenmesi büyük bir problem bence de. İstanbul’da daha entelektüel bir ortam içerisinde deneyimliyor olabiliriz mimarlığı, ama küçük şehirlerde daha güçlü olabilir Sinan’ın söyledikleri. Bizim atölyelerden de gözlemlediğimiz kadarıyla, mimarlık okumasının sebebini “benim amcam müteahhit, ben zaten çiziyordum proje, biraz daha profesyonel çizeyim diye girdim” şeklinde açıklayan bir kitle var.
Mimarın köklerini bulması biraz zaman istiyor. Çünkü mimarlık eğitimine başladığımızda, Türkiye’deki bu kültürel ortam içinde, hangi mesleğin nasıl uzantıları olduğunu çok da keşfedemiyoruz. Örneğin, Sait Ali Hoca benim mimari proje hocamdı ve onun bakış açısından çok etkilenmiştim. Neden etkilenmiştim? Bir pratiğin diğer pratiklerle olabilecek ilişkisini bana, yanımdaki arkadaşıma ya da diğer arkadaşlarıma göre değişken, öznel bağ kurarak iletebildiği için. Eğitimde bazı değerlerin silikleştirilmesiyle diyelim, bunu yapanlar akademide de çok azaldı. Mimarlık eğitimi alan bir kişinin ilgi duyduğu alanları geliştirmesinde, hocalarının zaman harcayarak, kültürel ortamını zenginleştirerek yönlendirmesi çok şeyi değiştiriyor. Mimari üretimlerin kültürel, yapısal ve teknolojik köklerini bularak ilerlemesi çok önemli.
Şehrine Ses Ver ile iki sene önce Beşiktaş’ta “Düşlerinle Gel” diyerek bir pano kurduk. Biraz ilgi çekebilecek bir arayışla, bir iletişim stratejisiyle ortaya çıktı bu pano. Çalışmamızın iki -aylık bir süreci vardı panoyu hazırlamadan önde. Bizim hem kendi deneyimlerimizden hem de bu alanda çalışan diğer insanlardan gözlemlediğimiz, devinimsel bir süreçle ilerledik. Genelde mimarlık disiplininin kullandığı bir yöntem değildir ama biz sorusu bile uyandırıcı ve müdahaleye yönelik bir görsel anket çalışması yaptık. O panodan önce Üsküdar ve Beşiktaş’ta Kent Atölyeleri adı altında alan çalışmaları yapmıştık iki ay süreyle ve farklı disiplinlerden kişilerle. Beşiktaş’ta haritalarla balıkçılar, esnaflar, orayı kullanan her çeşit insanla konuştuk. Buradan bizim edindiğimiz belli sorular oldu. Kamusal alan açısından örneğin Beşiktaş’ın parklarının yeterliliği bir sorundu. Belediye, park sayısının yeterli olduğunu düşünürken; kullanıcılar, parkların yeterince kullanılamadığını düşünüyorlardı. Parkın yeşil, çim bir alan olmaması gerektiğini düşünüyorlar vs. Panoda her sorunun altına, yaş gruplarına göre renklerle cevap veriliyordu. Katılımcının alana bakışını anlayabilmek için “Beşiktaş’ta mı oturuyorlar, yoksa sadece kullanıyorlar mı?” ölçütünü de ekledik örneğin.
Süreci sadece mimar olarak ben tasarladım asla diyemem, sosyoloji alanında çalışan etnograf bir arkadaşımızın çok büyük katkıları oldu. Panonun alandaki tasarımı ve sunumuyla ilgili de grafik tasarımcı ekip arkadaşımız Sevcan ve sosyal bilimcilerden, sivil toplum deneyimi olanlardan yardım aldık.
İletişimin doğru kurulması bile belli cevaplar alınmasında çok etkili. Beşiktaş’ın profilinin de etkisi vardı sanırım katılımda. Bizim soru sorduğumuzun farkına varanlar; sokak çocukları, teyzeler, amcalar, yaşlılar, torunlar, üniversiteliler arkadaşlarını getirerek geldiler ve beklemediğimiz oranda bir katılım oldu. Örneğin sokakta yaşamını sürdüren dört-beş kişi gelmişti, “aydınlatma seçimleri sokaklar ve kent için çok yanlış” dediler. Kendisi sokakta yaşama deneyimiyle, bazılarına daha konforlu bir yaşam alanı sunan, uzun süreli kullanıcıları ise rahatsız eden ayrıntıları belirtebiliyor. Böyle bir geri dönüş, tasarlarken aklımıza gelmiyor çünkü kent kullanıcılarımız arasında böyle bir grup yok bizim, sokak tasarımı yapılırken yok sayıyoruz bu kişileri. Belediyenin sorular arasında önemsediği bir de şu vardı; göreve geldiklerinde bir anket yapılmış ve İstanbul’da insanların yaşamaktan en mutlu olduğu semt Beşiktaş çıkmış. Bu doğru mu yanlış mı diye sorguluyorlardı. Farklı cevaplar çıksa da yüzde 80 civarında öyle bir onaylama oldu. En çok özel işlevlendirilmiş yollar ve altyapı konusunda insanlar çok mutsuz olduklarını da dile getirdiler. “Bize belediyeden geliyorlar insanlar, anket yapıyoruz, şöyle katılımcı stratejiler geliştirdik diye, ama anket soruları hiçbir zaman bizim müdahil olabileceğimiz, bize ilişkin sorular olmuyor.” dediler. Bu anlamda, özerkleşmiş ekipler farklı stratejilerle bunu ilerletebilir mi diye düşünüyorum, bu konuda nasıl birbirimizden öğrenebiliriz.
Bir de kentsel mekandan bahsediyorsak işin içine belediye ya da vali de girmek durumunda. Konutta belki es geçilebilir bu ama kamusal mekanda, paydaşlardan biri yerel yönetim olmak zorunda.
Kesinlikle, uygulama alanında etkinlik onda. Biz onu paydaş olarak almak zorundayız. Yöntemi ikna ederek, bunu öğreterek, yapılan çalışmaların ne olduğunu anlatarak onun paydaş olmasını sağlamak kötü bir şey de değil. Tam tersi doğru şekilde kullanılarak iyi bir şey yapılabilirliğini artırıyor, size yol açıyor. Yerel yönetim, söz konusu alan üzerinde işleyişi, erişimleri, iletişimi sağlayan, bir mekanizma olarak kullanılabiliyor.
Hizmet alınması bağlamında yerel yönetimden mutlaka faydalanılmalı. Zaten onun varlık sebebi, görevi o. Hizmet vermek, bu tür gönüllü gruplara bu katkıyı sunmak zorunda. Ama o mahalleyle, gidilecek yerle teması sağlamak için belediyeye ihtiyaç duyma gerekliliği neden? Bir meslek grubu doğrudan temas edemez mi?
Edebilir elbette. Ama görmezden gelmek yerine iletişim kurmakta yanınızda olmasında fayda var. Karşınızda bir sorun olarak var oluyor ise bu durumu aşabilmek de önemli. Değilse zaten bir avantaj olarak kullanıyorsunuz. Sonuçta her deneyim bağlamına özgü koşullara sahip ve işleyişe ilişkin gereksinimler-yöntemler de farklı olabilir.
Belediye üzerine bir şey ekleyeyim; Tarlabaşı çok katılımcıydı ama yerinden edilenlerin katıldığı bir proje değildi ya da Zorlu. Katılımdan ne çıkacak her seferinde? Tarlabaşı sonuçta orada yerinden edilenleri de etkiledi. Özellikle kent ölçeğinden bakıldığında ya da herhangi bir proje, sadece sonunda onları kullanacak nihai kullanıcılarının paydaş olduğu projeler değil. Hem birtakım insanları yerinden ediyor olabilir hem de kentin hepsini bir müşterek olarak düşündüğünüzde, nasıl bir bina yapılacağı ile ilgili, ben orada yaşamıyor ya da yerimden edilmiyor bile olsam bir tercihim olabilir ya da bir şekilde etkileniyor olabilirim. Onun bir ölçeği yok sonuçta. Sonuçta Emek Sineması kentin bir parçası olduğu için, bizim müşterek olduğumuz kenti yeniden üreten bir alan olduğu için önemliydi. Yoksa bir park değildi, herkesin bedelsiz girebildiği bir yer de değildi ama aslında kentteki bütün müdahaleler bu anlamda müştereklerle ilgili müdahaleler. Aslında bütün kentliler olarak bile düşünebilir. Hakikaten kimin söz hakkı var bir katılma meselesinde?
Emek Sineması de Emekli Sandığı’nındı aslında.
Evet biliyorum. O anlamda bir kamusal varlık ama mülkiyet hakkının ötesinde de sonuçta kullanıcılarının ya da hiç kullanmıyorsan da İstanbul’un bir parçası olarak da bir müşterek alan.
Göz hakkı olmalı.
Çok güzel orada dursun, görmesen de orada varlığından memnun da olabilirsin. O yüzden katılımcılığı, konutun ve kelimenin tam anlamıyla ortak kullanılan alanlar ikiliğinin dışında düşünmemiz gerekir. Sokak ışıklarından bahsetti Merve, ışıklandırmanın yanlış olduğundan. Şimdi kime göre yanlış? Sokakta yaşayanlara göre yanlış. Ama eğer sen sokakta kimsenin yaşamasını istemiyorsan, sana göre çok doğru olabilir ışıkla onları rahatsız ederek yerlerinden sürmek. Bu alanı bu kadar açtığımız zaman, ister istemez çok çatışmalı bir yer orası ve hep çatışmalı olacak. İktidardan da bahsettik. Katılımcılık biraz naif kaçıyor o zaman; olan şey, herkesin kavgası gibi bir şey.
Yani katılımcılığın söz konusu olduğu topluluklarda ya da işlerde iç yönetim söz hakkı ya da o küçük iktidar nasıl döndürülecek, nasıl yönetilecek mi?
Sonuçta Tarlabaşı projesinde yerinden edilenler de katılsaydı, “Sen söz al, ben alayım, bilgilerimizi yan yana getirelim” sürecinden çok daha çatışmalı geçecekti.
Dolayısıyla belki sonuç da başkalaşacaktı.
E tabi. O sürecin demokratik gitmesi için düşünebilecek mekanizmalar başka bir şey, orada mimarın rolünün ne olacağı başka. Böyle çok sütliman değil bunlar çünkü mekanın kendisi, çok genel olarak mekana müdahale, herkesin mekanı kullanımı, talepleri ve ihtiyaçları farklı olduğu için birilerinin işine yarayacak, birilerinin hiç işine gelmeyecek. Ekonomik çıkarın dışında, hayatını zorlaştıracak ya da kolaylaştıracak. Ya da belli toplumsal ilişkileri kolaylaştıracak, diğerlerini zorlaştıracak.
Ben bunun özellikle bugün için böyle olması, daha da çok olması gerektiğini düşünüyorum. Kentin ana üretim güçlerinden, kent hafızasının ana araçlarından biri haline geldiği bir yerde, bu alandaki çatışmalar üzerinde iş yapan insanın iletişime girme, o alanda iş yaptığının, birinin hakkını alıp diğerine verdiğinin farkında olması gerekiyor. Bu çatışmaları çözebilme, diyalog kurma gibi yeteneklerinin gelişmesi gerekiyor çünkü diğer türlü mimarlık sadece yapı yapmaya bina yapmaya indirgeniyor. Ki bu laf hep söylenegelmiştir, öğrenciliğimden beri duyarım. Peki, mimar neyle ilgilenir? Sadece binayla ilgilenmiyorsa mesela şimdi bu konuştuğumuz şeyle ilgileniyor olması beklenir.
Onu kastediyorlardı herhalde.
En azından bunun kastedilmiş olması lazım değil mi? O yaptığı şeyin kimin hayatını etkileyeceğini düşünmesini. Hatta kim de demeyelim, bu sadece toplumsal, insan soyuyla ilgili bir mesele değil. Dağ, dere, taş, orman var. Dolayısıyla sen o taşı nereden alıp nereye koyuyorsan, nerenin ne olduğunu, kimin kim olduğunu bilmekle mükellefsin. Belki de o yüzden Sait Ali demin “bilmediğini varsaymamalıyız” dedi. Ben de düşünüyorum bunu ama bayağı bir entelektüel kapasite eksikliği olduğunu da varsayıyorum. Bir tercih de olabileceğini düşündüğüm gibi o tercihin arka planında mesleki bir yetersizlik olduğunu da düşünüyorum.
Öte yandan meselenin bir de estetik tartışmaları var. “Katılımcı tasarımlar yapılıyor da güzel olmuyor” deniyor. “Yıldız mimarlık binaları da çok güzel” ama hepsi bir araya geldiğinde de çok acayip berbat şehirlere dönüşüyor. Tek bir mimarın estetik anlayışıyla değil de bir sürü insanın bir araya gelip oturup başka bir şekilde, çok daha fazla parametrenin devreye girdiği bir süreçten çıkan işin güzelliğini nasıl tarif edeceğiz? Bir binaya bakınca güzel ya da çirkin olduğunu söyleyebiliyoruz diye düşünerek soruyorum bunu.
Binanın güzelliği ne onu anlayamadım.
Kabul edilmiş güzellikte bina.
Sende o bilgi yok mu diyorsun?
O senin güzellik anlayışın oluyor bir de senin yavrun sana güzel oluyor, kuzguna yavrusu güzel oluyor. Genel olarak toplumsal olarak güzel olarak kabul edilmiş öğrenilmiş bir “güzel” var. Mekanizmanın, sermayenin buna çok ihtiyacı var. Çünkü iki sezon sonra satacağı şeyin imalatına şimdi başlıyor ve onların satılması lazım iki sene sonra. Eğer beğenilmezse, dükkanda kalır mallar, o şirket çöker. O yüzden hepimizin neyi beğendiği üzerine organize akım belirleyiciler, Paris’te moda şovları, uygun kişilerin uygun şeyleri giymesi vs. üzerinden bize öğretilen bir estetik var. Bir araya gelmeyeceğini düşündüğün şeyleri beğenip gidip alabiliyorsun.
Gezi Parkı’nın üzerine inşa edilebilecek dünyanın en güzel binası kimlere güzel gelir?
Yanıt, söylediğin cümlenin içinde gizli. Dünyanın en güzel binasının bütün dünyaya güzel gelmesi gerekir. Böyle bir şey mümkün değil, bir meşruiyet kaynağı olarak kabul etmek de mümkün değil bunu.
Estetik açıdan genel olarak kabul görmüş, herkesin tek yapı olarak çok estetik ve çok başarılı bir mimari biçim olarak üzerinde uzlaşacağı bir bina gelip Gezi Parkı’nın yerine konumlanırsa kimler buna estetik ve güzel bir bina diyebilir? Neye estetik diyeceğiz?
Ya da güzel olan oraya bir binanın koyulamamış olması mı?
İşte o öğrenilen de bir süreç. Eyfel Kulesi’nin çok güzel olduğunu dünyaca öğrendik. İlk konduğunda hiç beğenilmiyordu, çok büyük bir problem olarak görülüyordu. Diyor işte Guy de Maupassant: “En güzel yeri Eyfel Kulesi’nin tepesi çünkü oradan kule görünmüyor.”
Oraya da bina yapılırsa bir süre sonra aynısı olabilir mi?
Burada bir estetik cephe de var diyorum.
Bence iki farklı şey söylüyorsunuz: estetiğin nasıl değerlendirileceğini ya da o binanın talep edilip edilmeyeceğini. Ve süreci de nasıl bir tarihsellikle yapıldığı, neyin yıkılıp yapıldığı etkiliyor.
O dayanışma, katılım ve kolektivizm teması altında estetiği hangi bağlamda tartışacağız?
Hala hepimizde, yaşadığımız ortamda bize öyle öğretildiği için, estetik kabullerle ürün elde etmek geçerli. Dolayısıyla genel kabulde çirkin gözüken bir şey daha sürdürülebilir, katılımcı, mutlu bir dünyaya yol açabilir ama çirkin olabilir.
Bu öğrenilir bir şey. Emek Sineması yıkılarak yerine yapılan yapının cephesi, pek çok kişiye estetik geliyordur belki. Bu çerçeve, bu köşe taşları arasında tartışırken bu soruda şu alt mesaj var: Yıldız mimarlığın sonlanması ve ortaya çıkan toplumcu mimarlık hareketleri, toplumun diğer dışlanmış ya da söz sahibi olmayan gruplarını dahil eder, daha demokratik, başka sosyal sorumlukları yerine getirirken, daha olumlanan bir şey olmakla birlikte daha az estetik ürünler mi çıkarıyor ya da çıkma riski mi var? Böyle bir soru olarak anlıyorum bunu.
Soru o değil aslında, soru daha çok o yeni estetiği nasıl kurgularız? Çünkü bunun da kendine özgü bir estetiği olacak ve o da bir “genel kabul görmüş güzel”e evirilecek.
Gezi örneği bu soru için çok güzel bir cevap değil mi? O kısa dönemde oradaki o karmaşa, karışıklık, o küçük bostan alanları… O yarım yamalak şeyleri insanların çok estetik ve çok değerli bulması ama sonra belediyenin çok daha nitelikli granit taşlarla ve çerçeveli çiçek tarhlarıyla yaptığı şeyi hiç de estetik bulmaması… Bunun konuşulması gerektiğini düşünüyorum.
Bu daha çok senin yakın çevrenle alakalı bir bakış açısı. Daha popüler olan açıdan baktığında orası temizlendi. Bu estetik cephe meselesi var, estetik olarak da kontrol ediyoruz birbirimizi. Birisi ediyor değil, bu ortam toplumsal ilişkilerde oluşuyor ve o da bir cephe. Nasıl herhangi bir arsayı görüp görmemesine dair çekince var, aynı şekilde mimarların da ürettiklerinin estetiğiyle ilgili yanlış anlamaların ya da kodlanmaların farkına varması gerekiyor. En son Aravena’nın yaptığı Venedik Bienali’nde sadece güzel olanlar o bienaldeydi. Bir sonraki aşamayı oraya koyarsan kabul etmezler insanlar bunu.
Hangi insanlar?
Venedik Bienali’ni düzenleyen mütevelli heyeti, Venedik şehrinin ileri gelenleri, İtalya Kültür Bakanlığı’ndaki insanlar, dünya, küratörler vs.
Ayrıca dergiler de basmazdı.
Bir sonraki aşama dediğinde kullanıcının inşa etmeye başladığı aşamadan mı bahsediyorsun?
Bilmiyorum belki. Aslında benzerleri bir-iki bienal önce İstanbul’da oldu. “Bu pislikleri niye koymuşlar buraya?” diye soruldu. Salt Beyoğlu’nun içinde çok acayip derme çatma bir iş vardı; herkes yadırgamıştı. Estetik üzerinden, belki bilgilendiğimiz için değil de, sırf gözümüze güzel-çirkin gözüktüğü için yargı oluşturuyor, bu çirkin görünüyor demek ki gitmeli buradan diyoruz. Argümanlar arasında değil miydi Tarlabaşı’nın, Sulukule’nin “temizlenmesi”? Bu estetik yargılarımız, öğrendiklerimizin oluşturduğu cephe çok ilginç bence, cevabı olduğundan değil belki ama açılması gerek bunun da. Hakim mimarlık pratiğinde, insanların mimarlıktan beklentilerinde, buna benzer bloklar, ezberler, döngüler var. Bunu ilk ben söylemiyorum elbette, estetik meselesi aynı zamanda siyasi ve ekonomik.
Permakültürde bazı bahçeler var, göze hoş gelmiyor. Tertemiz sürülmüş toprak ya da meyve bahçesi gibi görünmüyor, dağınık görünüyor ama daha az bakım gerektiriyor. Toprağı kaybetmemek için bitki sosyolojisini, birbirine destek olan bireyleri bir araya getiriyorsun. Öğrendiğinden farklı o bahçe, “Buraya hiç mi bakmıyorsunuz?” dersin, ama çok daha az bakımla sürekli meyve veren bir bahçe o. Ama “çirkin”.
Güney Afrika’da köy benzeri bir yerleşim yapılmış sosyal mimarlık diyebileceğim bir yaklaşımla. Domus, Joseph Grima editörüyken Iwan Baan’ı göndermiş fotoğraflarını çektirmiş. Bütün yerler süpürülmüş, neredeyse kırmızı toprak üzerinde süpürgenin izleri görünüyor. Ortalık “tertemiz”. Öte yandan da düşünüyorsun, Iwan Baan’ın günlüğü kim bilir kaç yüz dolar? Ayrıca da çok kabul edilebilir bir estetiği orada fotoğraflarla üretmiş. O projenin Domus’ta yayınlanabilmesi için Iwan Baan’ın oraya gidip orayı “estetize” etmesi gerekiyor, yoksa Domus onu basamıyor.
Estetikte bu var. Günlüğü şu kadar liralık fotoğrafçı oraya gidiyorsa orası artık “güzel”dir. Bunu kimse sormaz; o işe yeterince para yatırılmışsa güzel olup olmadığını kimse soramaz hale gelir.
Yeniden üretilmesiyle alakalı bu, genel kabul edilenin onaylanması. Venedik Bienali’nin Aravena tarafından yapılması, şimdi tekrar iki kadın mimar tarafından yürütülmesi de ilginç. Belki sermaye, yeşil politikalar üretmek zorunda kalmış, aksi takdirde kendisinin zarar gördüğü bir eşiğe gelmiş olabilir. Bu sosyal sorumluluk projelerinin öne çıkmasının bir sebebi de bu olabilir. Roma İmparatorluğu, sekiz kişi, halkın varlığının %80’ine sahip olduğu zaman; para, pul olduğu zaman çöktü derler. Tam olarak eğilim bu gibi görünüyor. Gelir dağılımı, gelir eşitsizliği vs. bir vaka, büyük bir tehdit haline gelmeye başlayınca bunlar böyle sahnelerde yer bulabilir hale geliyor. Ki yavaşlatma, frenleme ya da politika değişikliği de olabilir ama bilmiyorum tabi.
Bu iyi bir açıklama oldu benim ilk başta sormaya çalıştığım soru için.
Bir tehdit olsa gerek. Turizm, “destinasyon” lafını kullanıyor galiba daha yakın zamanlarda, bu belki 1970’lerde hiç kullanılmayan bir kelime. Otelin bulunduğu bütün kente destinasyon deniyor, o otelden çıkınca gideceğin yerleri de kapsıyor. Ama o otelleri oraya yaptığın zaman, destinasyonu yok etmiş oluyorsun; bu bir kısır döngü. Yani bu tekil yapıları yapıyorsun, harika kapalı siteleri yapıyorsun ama aslında bir değeri olmamaya başlıyor, denge kaçıyor. Ama dediğim gibi, bir araya geldiğinde neler yapabileceğini unutmuş insanların nasıl bir araya gelip katılımcı mimarlıklar üreteceğine dair şüphem var. Bütün bu okuduğumuz katılımcı projeler “neler yapabilirmişiz meğer” dedirtiyor. Yeniden öğrenmek için işe yarıyor, sonra belki daha iyisinin, daha verimlisinin nasıl yapılacağı keşfedilecek.
Estetik ve etik klasik felsefede ayrı konular olarak konuşulsa da, ikisinin de o kadar birbirinden bağımsız ve kendi içinde tüketilebilecek meseleler olmadığını düşünüyorum. Yani bu genel kabul görmüşlük meselesinde “normal” dediğimiz zaman “normal bir insan göstersene bana, hani nerede?” derdik. “Güzel” de böyle. Daha ince, tek tek konuşulması gereken meseleler bunlar; çok genellenebilecek şeyler değil. Estetik dediğimizde de mutlaka farklı bir estetikten bahsediyoruz. Yani metrekaresine 10.000 -15.000 Euro yatırılmış bir yapıyla bu örneklerin aynı estetiğe sahip olmasını bekleyemeyiz. Aynı estetik derken, birinin avantajlı ya da dezavantajlı olmasından da bahsetmiyorum. Yani 20. yüzyıl başından 1940’lara kadar 30-40 sene içindeki Rus Konstrüktivizmini al, Alman Nazi Dönemi mimarlığını al, Almanya’nın ondan bir önceki erken modern mimarlık örneklerini, Orta Avrupa’da 20. yüzyılın başında da devam eden Art Deco akımlarını düşünelim; her biri 40 yıl içinde olup bitmiş akımlar. Her biri farklı estetik sahibi, hatta birine güzel diyen diğerine demez. Çok basit, bariz ama hepsinin içinde belli estetik unsurlarını okumayı becerebilen gözler de var.
Bugünden baktığımızda hepsine güzel diyebiliyoruz.
Herhangi bir şeye o kadar kolay güzel denebileceğini düşünmüyorum. Güzel çok genel anlamlı, herhangi bir şeyin üzerinde estetik yargıya varmak için aşırı büyük bir genelleme. Dolayısıyla bunların farklı estetiklere sahip olacağını bilerek onları görmeye kendi gözünü alıştırmak gerekiyor.
Bunların ayrı kategoriler olarak görülemeyeceğini söylemek şu anlama da geliyor: Etik de sadece kendi içinde olup bitip tüketilebilecek bir kategori değil. Mutlak suretle estetiğin de bunun içinde bir bileşen olduğunu bilmek gerekiyor. Bu sadece yapıya dair bir estetik olmayabilir. Mesela Einstein fen ve matematik bilimlerinde teorinin estetiğinden bahseder, böyle bir estetik de olabilir. Katılımcı mimarlığın, ağaca suya saygılı olması da bir etik tavır olarak kabul ediliyor. Bu böyle bitmez, estetik konuşmadan bu konuyu da kendi içinde kapatıp bitiremeyiz. “Ama güzel” ya da “Ama etik olarak çok hoş” demek kendi başına anlamlı değil.
Ferhat’ın marjinal kelimesini, kenarda kalmış olarak değil de, o yere ait olup başka yerde tekrarlanamaz olarak anlıyorum. Tekrarlayabilen bir model olarak ele almak, standartlar, gereklilikler üretmek doğasına aykırı öncelikle. Manisa’da katılımcı projenin çok temel teknikleri tekrar edilebilir, ödünç alınabilir ama tıpa tıp aynısını Karabük’te yapamazsın ve öyle olması gerek. Hatta belki yan yana iki parselde bile yapamazsın; keşfedilen, üretilen şey, insanlar farklı. Ya da aynı arsada, aradan beş sene geçip başka insanlarla yeniden yaptığında bile olmaz; bu katılımcılık meselesinin kalbi bence. Sermaye dediğimizin en sinir olacağı şey de bu. Çünkü öngörülemezlik demek bu, iki sene sonra o ürünü satamayacak demek. Ama marjinallik doğru kelime mi, değil bence.
Ama yöntemsel olarak belki bir şeyler sürdürülebilir.
Bağlama özgü değerlerini birebir alıp başka bir noktaya aktaramıyorsun, temel mesele bu. Ama onun çıkarımları üzerinden, onun yolunu izleyerek, neler yaptığını görerek, ondan öğrendiğini kendine kılavuz edinebiliyorsun. O kılavuzu geliştirerek sen kendi deneyimini başkasına aktarabiliyorsun. Böyle böyle, o gelişimsel süreç belki var olabilir. Bilmiyorum belki marjinal kelimesi doğru yere oturmamıştır, bunu kabul edebilirim ama sadece bağımsız, kendine özgü deneyimler var ve bunları bir anda tutup da her şey böyle var olabilir deyip, kanonik bir modeli var edemezsiniz demek istedim. O yapar, öbürüne öğretir ve bu zincir bir yere giderse gider, gitmezse de gitmez. Bu kendi sonucuyla, yaptığıyla, oradaki profille, burada özeldir ve estetiği de belki sürecindedir. Belki uygulama sürecindeki bir durum estetiği, çok şık bir binanın estetiğinden daha iyidir. Çok romantik gelebilir ama kullanıcın o işe sarılışı ve inşa etme gayretinin estetiği başka bir estetik. Bu hafızaya yer edince sonra ne yaptığın önemli değil. Çirkin de denebilir ama benim önemsediğim şey başka, onun estetiği başka bir şey.
Katılımcılığın da çeşitli halleri var, Sinan’ın bahsettiği arkeoloji ilişkili proje, gayet katılımcı bir projeymiş mesela. Bütün karar verenlerin bir araya gelip, bütün süreçleri tartarak, siparişleri yeniden tarif etmeleri katılım; bunun illa tasarımın içine kadar girmesi gerekmiyor. Katılımcı projeler de bir yelpaze ve çeşitli şekillerde katılımdan bahsedebiliyoruz sonuçta.
Mesela Fransa’da çok küçük bir alanı yarışmaya açıyorlar. Birinci olan öneri buraya yapılacak şey burada yaşayanlar ile birlikte yapılır, diyor. Onun nasıl inşa edileceğini ve modeli tarif ediyor. Belki görsellerine rastlamışsınızdır, “Place au changement”. Uygulama süreci tamamıyla oradaki halkla birlikte yapılmış, burada katılanlar tasarım sürecinde yok ama uygulama sürecinde beraberler; herkes yapabildiğiyle katılmış. Elinden iş gelen katkı sağlamış. Bu fotojenik bir şey ortaya çıkarmak için de yapılmış olabilir, orasını bilmiyorum, sonuçta imajdan okuyorum ama metni o yönde değil. Gençler akşam etkinlik düzenliyor, canlı müzik yapıyorlar, orada yaşayan kadınlar öğlen yemeklerini yapıyor. Herkes gücünün yettiği katkıyı ortaya koyuyor. Baktığınızda sizin söylediğiniz genel estetik anlayışına uyuyor mu? Bana kalırsa pek de uymuyor. Özetle kullanıcı her zaman bir tasarım yapmak zorunda değil, katılmak için.
Bir de, ben bunu tartışırken hep şu söyleniyordu: “Kullanıcı ne anlar tasarımdan?” Bence de biraz öyle. Öyle bir algı var ki, sanki kullanıcı gelip de senin yarattığın etkinlik ortamında ya da atölyede oturuyor, tasarım konuşuyoruz. Bunu yapmıyor kullanıcı, o sadece sahip olduğu deneyime dayalı bilgiyi, deneyimlerini sana daha aktif bir şekilde-doğrudan, senin öngördüğün iletişim altlıklarıyla -ki burada dil önemli, mimarın diliyle ya da diğer disiplinlerin diliyle farklılaşan bir dil var- aktarıyor. Bilgi ya da deneyim ağı bu, kullanıcı orada oturup bir şey çizmiyor, bunu yapmıyor. Böyle de bir yanlış algı var tasarım sürecine yönelik. Bir hocamız bununla ilgili “Sen arabanı bakıma götürüyorsun mesela, veriyorsun anahtarı oturuyorsun ve bir saat sonra alıyorsun. Hiç gidip kafanı kaputa sokuyor musun?” dedi. “Hayır” dedim. “Bu konuda senin sahip olduğun uzmanlık bilgisine o sahip değil, dolayısıyla nasıl karışacak” diyerek uzmanlık bilgisinin sınırlarının tasarım sürecinde nasıl olacağını tartışmak istedi. Bu yönde bir sorgusu vardı.
Bu görünmez sosyal ilişkiler ve bunun mekan üretirken oluşmasıyla ilgili olduğu için araba örneği çok haince bir örnek olmuş.
Ve mimarı sadece bina çiziyor olmasına indirgeyen bir örnek aslında.
Belki orada bir çardak yaparken, çardağın yerine, çatkısına karar verirken, evet onun iyi bir çardak olmasına yönelik teknik bilgi olmayabilir o insanlarda ama onların kararı, birlikte oluştururken geliştirdikleri ilişkilere mal olacaksa o çardağın “güzel” olması, varsın çardak “güzel” olmasın diyorum. Sadece teknik bilgi üzerinden meseleye yaklaşan kişiye zaten “teknokrat” deniyor. O zaman o ilişkileri yeniden üretmek, keşfetmek mümkün olmuyor. O çardağın sağda değil de solda durduğu zaman neye mal olduğunu herkesin bilmemesi, o sıkıntının sadece mimariye saklı kalması gibi durumlar, günün birinde çardağın kaldırıverilmesine mal olabiliyor. Orada başka türlü şeylerin paylaşılması, toplumsallığın yeniden üretilmesi gerekiyor. Ama mimar, işsiz kalmamak için maalesef o toplumsallığın yok edilmesini önemsemiyor. Pek çok meslek bunu yapıyor. Meslekleştikten sonra böyle oluyor.
Mimar orada, mekanik duruma dışarıdan bakan değil, çarkın ta kendisi. O yüzden dışarıdan bakarsa görebileceği çok nesnel bir şeyle, içinde olduğunda deneyimlediği yaşayan olguyu bir araya getirmede sıkıntı yaşıyor.
Herkesin farklı anladığı kelimeler bunlar: “katılımcı”, “dayanışmacı”, “sosyal sorumluluk mimarlığı” vs. Hepsi başka başka yerlere gidiyor ama özellikle disiplinler arası örnekleri ya da Dünya Bankası örneğini duymak bana öğretiyor, iyi geliyor. Bir tane katılımcı mimarlık yok ve katılımcı mimarlık doğal olarak iyi bir şey değil. Ekmek bıçağı gibi, adam da öldürebilirsin onunla. Masum değil, her şey gibi. Her şey yerinde, bağlamında nasıl kullanıldığıyla alakalı. O bağlamdan çekip “bu kavram çok güzelmiş, hadi bunu yapalım” diye bir yaklaşım mantıklı değil. Güzel, şanslı tarafı bu dayanışmacı, katılımcı mimarlık laflarının, hakikaten hissediyorsun onu bağlamından koparırsan arızaya sebep olacağını. “Beni buradan kopartma” diyor, uyarıyor adeta.
Etiket haline getirilebilir olan şeyin dejenerasyonu da çok kolay oluyor. Kolaylaştırılmış bir formül haline getirilmesi, kontrol listesi oluşturulabilir bir mesele olarak ele alınması, “güzel mi, değil mi?”, “etik mi, değil mi?” gibi sorulara indirgenmiş olmasının getirdiği kolaylık, onun kolayca paketlenmesi ve pazarlanması anlamına da geliyor. Ancak derinlikli bir şey bu tür sürece karşı koyabilir. Direnebileceği yer, etiketlenip indirgemeye direnebilecek derinlikte olması olur ancak. Bir Tarkovsky filmine nasıl kolayca güzel diyebilirsin ki mesela? Bir sürü insan için iğrenç görünebilir, yönetmen onu saçma sapan yerlerde, çamurun içinde çekiyor.
“Anlamadım, karışık, sıkışık” deyip ilişkilenmeyebilirsin de.
Ama bunu “güzel” bulan da var ama “nesini güzel buldun” dediğin anda tarif etmek kolay mı? Değil. İndirgeyemezsin çünkü. Tuhaf bir ilişkiler zinciri var orada, fazlasıyla da kültürel. Senin onu “güzel” olarak görmen, epey bir arka planla ilgili. Sadece sanat değil, etik de böyle. Dolayısıyla indirgenmesinin kolay olmadığı noktada, etiketlenip, pazarlanması mümkün değil. Karşımıza yeni bir LEED Sertifikası ya da türevi olarak çıkma ihtimali azalıyor. İndirgenemez olması gerekiyor.
Tüm bu ekonomi politiğin, sistemin ne kadarına izin verdiğinin dışında, öyle bir tarihsel toplumsal süreçten geliyoruz ki… Aslında bu işin özneleri, bırakın katılmayı, hangi yurttaşlık haklarının olduğunu doğru düzgün pratik etmeyi bile unutmuşlar. Onu unuttukça daha da fazla unutan, daha da edilgenleşen bir toplumsallıktan bahsediyoruz. Hem o yurttaş kültürünü ve katılım kültürünü yeniden keşfetmek hem de zaten daha evvelden mekanda deneyimlenmiş olan katılımcılıkların farkında olmak gerek.
İlgili İçerikler:
-
Katılımcı Tasarım Pratikleri
3 Ağustos 2022’de ATÖLYE, Participatory Design Conference (PDC) Turkey ve İstanbul Planlama Ajansı (İPA) ev sahipliğinde “Katılımcı Kent Yürüyüşü” etkinliği düzenlendi. ATÖLYE İstanbul’un Bomontiada’daki Hub’ında başlayan yürüyüşün ardından yapılan çalışmalar 12 Ağustos 2022 Cuma günü İstanbul Planlama Ajansı'nda (İPA) gerçekleştirilen, uygulayıcıların ve araştırmacıların katıldığı bir panelle izleyicilere sunuldu. Panelde çalışmalarını anlatan ATÖLYE ekibinden Ecem Çınar ve Aleyna Türker'le katılımcı tasarım yöntemlerini ve çalışma süreçlerini konuştuk.
-
Topraktan Kadınlara
-
Kamusal Mekanı Canlandıran Enerji
-
Yapılaşan Birliktelik
-
Kentsel Tasarımda Katılımcı Diyaloglar
Bilgen Coşkun ve Dilek Öztürk, UN-Habitat'tan Christelle Lahoud, Pontus Westerberg ve Klas Groth ile günümüzde katılımcı planlama anlayışı ve akıllı şehir tasarımı üzerine konuştu.
-
Sosyal Tasarım - Sosyal Zorlama
Tasarımcılar olarak tasarımı; zorlamak için, onun çeşitli araçları aracılığıyla “birlikte” tasarladığımız sosyal gruplar üzerinde baskıyı artırmak için nasıl kullandığımızı göremiyoruz.
-
Etkileşimli Boşluk
-
Kökenin İnşası