Sınır-aşırı Kentsellik
Göç hem ekonomi-politik stratejileri etkilemiş hem de kent mekanını dönüştürmüş bir paradigma olarak uzun zamandır varlığını koruyor. Sınırla tanımlanmış düzenlemelerin yer gösterdiği, isim verdiği göç özneleri de, kentin varlığının görünmez gücünü oluşturuyor ve iç krizlerinin ortağı oluyor. Ancak son yıllarda deneyimlediğimiz ve farklı mekanları aynı zamanda etkisi altına alan büyük nüfus hareketleri, göç kavramını yeniden sorgulamamızı zorunlu kılıyor. Artık bugün sınırdan bağımsızlaşarak, onu aşarak ve sınırın beraberinde getirdiği ulus ve vatandaşlıkla işaretlenen tanımların ötesine geçerek yeni bir göç paradigması üretilmesi şart. Bu bağlamda mimarlık ve kentsel tasarım alanlarında göçmen, sığınmacı, mülteci adlandırmalarının birbirinin içine geçerek adalet, eşitlik, yaşama, barınma ve kent hakkının da dahil olduğu bir tartışma başlatılmalı. Bu hareketlilikle eşzamanlı olarak kendi başkalaşmalarını yaşayan kentlerin, yeniden bir arada yaşama mekanlarına dönüşmesi ise ancak göçü toplumsal olarak benimsediğinde mümkün olacak gibi görünüyor. Yine de bunun için tüm disiplinlerin üstlenebileceği roller yok değil. Göç krizini ve dönüştürücü gücünü, mimarlık ve kent planlamasının bu krizde pozisyonunu nasıl belirleyebileceğini Ezgi Tuncer Gürkaş, Fırat Genç, Merve Bedir ve Pınar Uyan Semerci ile konuştuk.
Küresel iklim değişikliği, eşitsizlik, politik istikrarsızlık, özetle neoliberalizm dediğimiz sistemin sonucu olarak bugünkü büyük nüfus hareketlerini deneyimliyoruz. Bu tarz nüfus hareketleri tarihte ilk değil ama bu kapsamda ve de aynı anda farklı coğrafyalarda gerçekleşmesi açısından belki ilk ve bir yandan da daha başlangıç. Bu bağlamda aslında hareketlerin sınır kavramını nasıl etkilediğini konuşarak başlayabiliriz. Özünde yüksek beklentilerle, yeni bir milenyum hayaliyle 21. yüzyıla başladık. Küreselleşecektik, sınırlar ortadan kalkacaktı, vs. derken şu anda tam tersine içe kapanmaya doğru mu gidiyoruz? Bunu adlandırma biçimimiz de öte yandan ilginç, mülteci krizi diyoruz, iltica krizi değil. Eylemin kendisi değil de sanki krizi insanlar yaratıyormuş gibi.
Sınır, üzerine çok düşündüğümüz bir kavram. Siyaset bilimciler olarak ülke, devlet sınırları ve bunun meşruiyetine dair tartışmalar çalışma alanımız içinde. Sınırlar bir yandan yükselip, kalınlaşırken, bir yandan da aşılıyor, deliniyor, yeniden çiziliyor ya da anlamını yitiriyor. Meslektaşım Emre Erdoğan ile yakın zamanda kaleme aldığımız bir makalede gerçeklerin değiştiğini ama hala egemen olan realist paradigmanın bu değişen gerçekleri görmediğini, dünyanın yeni gerçeklerini görmeyen bir analiz yapmaya devam ettiğini söylüyoruz. “Bilgi”, “haber”, “ürün” ya da “kapital” kurduğumuz sınırları aşıyor. Ancak aynı zamanda devletler göç hareketlerini güvenlik paradigması içinden okumaya devam ediyorlar ve buna bağlı olarak sınırların güçlendirilmesi sürüyor. Şu an Antep’te sınıra duvar örülüyor örneğin. Hala sınırların geçerli olduğu da bir gerçek. Yeni bir gerçeklik gelişirken ötekinden vazgeçilmiyor. Aynı anda birçok farklı varoluşun olduğu bir dünyanın içindeyiz. Ulus-aşırılık (transnationalism) kavramı bu bağlamda örneğin anlam kazanıyor. Göç sadece bir yerden bir yere gitmenin çok ötesinde farklı şekillerde gerçekleşebiliyor. Çifte vatandaşlık, sürekli hareket halinde olmak gibi çok farklı şekillerde gözlemlenebiliyor.
“Sınır, sürekli gelip giden, gevşeyip sıkılaşan, sürekli pazarlıkların döndüğü, bazen delikli hale gelen bazen birdenbire katılaşan bir durum.”
Devletler arası olan sınırdan söz edeceksek şu an sınır dediğimiz şeyin belki de en güçlü, en şiddetli ya da en insan dışı şekliyle var olduğunu da görüyoruz. O sınırları geçmek için yaşamları pahasına yolculuk eden insanlara şahitlik ediyoruz. Ve bu 2016 yılında oluyor. Öte yandan, sınırları aynı biçimde inşa etmeye çalışsak da eskisi gibi ulus devletin ya da devlet sisteminin tek başına yetemediği bir dünya gerçeğindeyiz, başlarken söylediğiniz çevre sorunları da bunun en güçlü göstergesi. Ne kadar büyük bir sınır duvarı çizseniz de iklim değişikliğinin sonuçları sınır tanımıyor. O yüzden gerçekliğin değişimiyle, biz insanlığın ona uyum sağlaması ve bir şekilde geliştirdiğimiz araçları, algıları değiştirmek aynı anda olmuyor. Bir de tüm bu resmin içinde güvenlik ve korku o kadar güçlü bir biçimde var ki... Huzursuzluk ve bunun farklı şekilde kullanılma biçimleri, “ötekileştirme” ve buna bağlı olarak “ötekileştiren” bir dilin tekrar üretilmesi... Göçmenler bu süreçten en doğrudan etkilenenler. Gerektiğinde, bildiğimiz politik söylemler göçmenler üzerinden tekrar üretiliyor. Mülteci, sığınmacı ya da şu an Türkiye’deki Suriyeliler için kullanılan “geçici koruma statüsü” gibi. Oysa en son Birleşmiş Milletler’de yapılan bir toplantıda da çocukların ifade ettiği üzere: “Biz çocuğuz, mülteci ya da göçmen değil, çocuğuz.” Çocukların mülteci ya da göçmen değil, çocuk olarak görülmesi gerek. Bu çerçevede mültecilerin haklarını insan hakkı olarak görmek gerek. İşte belki tam da bu, sınırların ne kadar yapay olduğunu bize gösterecek, bunların bizler tarafından, insanlar tarafından inşa edilmiş olduğunu hatırlatacak ve o yüzden de yeniden düşünebilir, inşa edilebilir olduğunu ortaya koyacak.
Hangi kavramları kullanmayı seçtiğimizin elbette bir anlamı var; gündelik hayat içinde mülteci dediğimizde ne anlıyoruz, göçmen dediğimizde ne anlıyoruz, örneğin. Bunların anlamlarının gündelik hayat içerisinde sürekli oynuyor olması kavramların, kelimelerin üzerine bir mücadelenin sürmesiyle ilgili. Dolayısıyla devletlerin ve bu kavramların içeriğinin nasıl doldurulacağıyla ilgili sürekli devam eden müdahalelerin de payı var bunda. Hülya’nın başladığı nokta isabetli, bu bir bilmece esasında. Küreselleşme söyleminin bu kadar arttığı, bilginin, malların vs. akışlarından bahsedildiği, sınırsızlığın arttığının iddia edildiği bir dünyada, sınırlar daha katılaşıyor ve birilerinin hareketi daha fazla engellenmeye çalışılıyor. Bunun tabi ekonomi - politik zemini var. Çok yazıldı, çizildi; 1960’ların 1970’lerin Batı Avrupa’sında mülteciliğin algılanma biçimiyle bugün arasında paradigmatik bir fark var, Kıta Avrupa’sına hakim olan kale metaforuyla anlaşıldığı gibi. Kısaca söylersem, o dönem için daha kalkınmacı ekonomik söylem içerisinde, göçmene her şeyden öte ihtiyaç duyuluyordu. Tek neden bu değil, ama göçmenlerin algılanma biçimine doğrudan etki eden hem gündelik hayat içerisinde hem de devletler, göçmen alanını düzenleme yetkisine ve gücüne sahip kurumlar düzeyinde böyle bir temel farklılık vardı. Dolayısıyla 1980 öncesi dünyasında mülteciliğin anlamlandırılma biçimiyle bugünkü bambaşka. Her şeyden önce kimin mülteciliğe hak sahibi olduğu, kimin sığınma sistemini istismar ettiği üzerine oluşan büyük bir politik kavga, bu kavgaya zemin oluşturan yaygın bir söylem var. Mesela Fransa’daki mahkemelerin Fransız devletine yapılan sığınma başvurularının yüzde kaçını kabul ettiğini, bunların tarihsel olarak nasıl evrildiğini gösteren analizler var. Bu çalışmalardan biliyoruz ki hem örneğin hakimlerin ve savcıların kimlerin “düzenbaz mülteci” kabul edilmesi gerektiğine dair kararlarının sayısı artıyor hem de bu türden bir kandırılma kaygısı, kurumlar eliyle sistematik biçimde inşa ediliyor. Kısacası, kavramsallaştırma meselesinin kendisi politik bir mücadele konusu, dolayısıyla neye kriz deyip demediğimiz de.
“Kavramsallaştırma meselesinin kendisi politik bir mücadele konusu, dolayısıyla neye kriz deyip demediğimiz de.”
Sınırın sabit olmadığını hepimiz görüyoruz. Sınır dendiğinde, özellikle mimarlar olarak, hep bir materyal ya da mekan geliyor aklımıza: Sınır, duvar ya da tel örgüdür. Ama sınır, ne o haritada görünen çizgi ne de gördüğümüz duvarın kendisi. Sınır, sürekli gelip giden, gevşeyip sıkılaşan, sürekli pazarlıkların döndüğü, bazen delikli hale gelen bazen birdenbire katılaşan bir durum aslında. Hatta coğrafyadan coğrafyaya ya da zamana göre değişiyor. Suriye’deki savaşın sonrasında büyük bir göç, savaş krizi yaşandı ve hala yaşanıyor, insanlar bir şekilde yerlerinden edildiler ve can havliyle sınıra vurdular kendilerini. Burada gördük ki, özellikle Güneydoğu sınırında, Mardin eşiğinde çalışma yaptığım için oradan bakışla konuşacağım, sınır bir ölüm makinesi haline geldi. “Sınıra vurmak” diye bir terim kullanılıyor; insanlar akrabalarını ve çocuklarını mayınlı alanlarda kaybederek geldiler. Savaşın üzerine bir de sınırın ve sınır bölgesinin, tampon alanının yarattığı bir şiddet vardı. Hadi bir şekilde onu da geçtiler diyelim, bu sefer de Türkiye içinde başka sınırlara hapsoldular. Yani sınırı bir çizgi olarak düşünmek yerine bölgeselleştirmek ve geniş anlamlı düşünmek gerekiyor. Sonra mülteci kamplarına yerleştirildiler, izinli çıkışların olduğu. Ve insanlar aslında genellikle kentlerin merkezlerine değil de kentlerde görünmeyecek yerlere gönderildiler. Ve oralardan geçenlerin yanı sıra yollarını başka yerlere ilerletenler, İzmir’e ya da İstanbul’a gidenler oldu. Bunlar hepimizin duyduğu hikayeler. Ve görüyoruz ki Türkiye’den çıkış çok zor oluyor ya da çıkanlar başka bir yerde takılıyor, sabitleniyorlar. Yani Türkiye, Didem Danış’ın tanımıyla Avrupa’nın sınır bekçisi, Euro bölgesinin, yani din ve ekonomi birliğinin sınır bekçisi pozisyonunda. Misal, Erdoğan ve Merkel arasındaki pazarlıklarla birlikte sınır birdenbire yeniden yükseliveriyor. Türkiye ilk başta pek ılımlı davranmadı ve bir süre Suriye sınırı çok sıkı bir şekilde hissedildi ama sonra gerekli anlaşmalar yapıldı ve insanlara sınır kapıları açıldı, insanlar geçtiler ve yeni bir sınıra ya da sularda tekrar takıldılar. Sadece kara sınırlarından değil, sulardan da bahsetmek gerek. Sulardaki ölüm haberlerine bugün bile hala rastlıyoruz. En ilginç şeylerden biri de Avrupa’ya geçiş yapanların sürekli daha da batıya gitme isteği. Fransa’nın Calais Mülteci Kampı’nda, Manş Denizi’ni tünelle, deniz yoluyla geçerek, göçmenlerden belki de en çok korkan ülke olan İngiltere'ye gitmeye çalışıyorlar.
Başladığımız yere dönecek olursak sınır, ulus devlet olduğu sürece hiçbir zaman önemini kaybetmeyecek, o oldukça olacak. Çünkü ulus devlet için sınır, bir namus meselesi. Türkiye sınırında da yazar “sınır namustur” diye. Yani egemen iktidar için sınır, kendi yasasını, hakimiyet alanını çevreleyeceği, iç alanını oluşturacağı ve koruyacağı bir araç aslında. O yüzden de her zaman ihtiyaç duyulacak. Çünkü dışarıdakini belirlemek, düşmana karar vermek ve onu belirlemek istiyor.
“Kendimizi geleneksel mimarlık ve mimar tanımından kurtarmamız, bu düşünceden sıyrılmamız, bunların dışına çıkmamız gerekiyor.”
Ulusu bir arada tutmak için başvurduğu araçlardan biri sınır.
Evet, onun için kimin tehlikeli, kimin dışarıda olduğunu net bir şekilde çizmek istiyor. Ama benim de argümanım, sınırın net bir alan olamadığı, her zaman için egemen iktidarın isteyerek ve bilerek istisna halinde koyduğu grupları ya da istisna halinde belirlediği kümeleri, ‘iç’ ve ‘dış’ arasında bıraktığı ve o salınma halinde tutarak hükmettiği, tahakküm altında bıraktığı bir alan haline getirdiği. Sınır belirgin, net bir alan değil.
Son beş sene içerisinde Türkiye’de örneğin batı sınırının nereden geçtiği belirsiz hale geldi, her zaman denizden geçmiyor. Son Türkiye-AB anlaşmasından sonra, batı sınırı yani deniz sınırı geçişlere büyük ölçüde tekrar kapatıldıktan sonra sınırın belki de deniz kasabalarına çıkan anayollar üzerinde olduğu söylenebilir çünkü esas kontrol noktaları orada, orada durduruluyor göçmenler. O sınır da sürekli, kendi içinde yer değiştiriyor.
Sınırla ilgili vurgulamak istediğim en önemli şey, onun bir enstrüman olması. Devlet dediğimiz şey sürekli dönüşüyor. Ulus devlet dediğimiz şey, neoliberal düzenle uyum sağlayabilmek için dönüşüm içinde ve o dönüşme içerisinde bu bağlamda bazı insanlar hareket edebilen, pek çok yerde bulunabilen, hareket etmesi istenen durumdayken bazı insanlar o sınırların içinde ya da dışında hapsoluyor. Sınır, belli bir eşitlik ve eşitsizlik meselesi oluyor, eşit olmayanları ayıran bir şeye dönüşüyor. O bağlamda bazı insanlar istenen, hareket edebilen, beş yerde bulunabilen durumdayken bazı insanlar o sınırların içinde ya da dışında hapsoluyor. Ben bu anlamda sınırı, sürekli dönüşen ulus devletin istediklerini ve istemediklerini ayırdığı bir politik-ekonomik araç olarak değerlendiriyorum.
Eşitsizliği dünya ölçeğinde, bu hareketlilik ve kabul edilebilirlik üzerinden araçsallaştırmak aslında böyle bir şey. Sınırlar duruyor ama bazıları için aşılabilirken bazıları için aşılamaz hale geliyor. Görünmeyen sınırlar da aynı şekilde; kentin içinde kim nereye erişebiliyor, nereye kadar gidilebiliyor? İstanbul’da “deniz görememe hali” sahada, bizim çalışmalarımızda sık gördüğümüz bir durum mesela. Şehir içindeki yolculuğun maddi bir boyutu, eşitsiz bir tarafı var. Bu, kent hakkı çerçevesinde “kimin, hangi haklara erişimi” olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor.
“Beraber yaşamanın daha rahat olabildiği, farklılıkların bir arada olabildiği bir şey kurgulanabilir mi? Bu noktada mimarlık katkı sunabilir mi?”
Bu araçsallık ve seçicilik meselesi, sınırın kimi içerdiği ve kimi dışarıda bıraktığı konusu, bir tarafta küreselleşme ile yukarı doğru çıkan kozmopolit ya da yeni orta sınıflar diğer tarafta göçmenler ikiliği kadar net bir ayrıma dayanmıyor bana kalırsa. Göçmenlerin bazıları, tam da küreselleşme sürecinin gereklilikleri nedeniyle sınırların içine alınıyor. Bu Türkiye’de de böyle, Lübnan’da da, sadece Batı Avrupa ya da Kuzey Amerika’da değil. Çok tipik bir örnek mesela, Ayşe Akalın çalışıyor bu konuyu, göçmen ev işçisi kadınlar. Bu tam da Türkiye ekonomisinin küreselleşmesinin getirdiği bir sonuç; ev içlerindeki işleri üstlenecek olan kadın emeğinin yereldeki ekonomik faktörler tarafından karşılanamamasının sonucu. Bu anlamda ev işçisi kadın göçmenler içeriye alındı.
Buradakinin karşılamaması, yetmemesi değil de belki oradan gelenin çok daha kalifiye ve benzer bir ücrete çalışabiliyor olması nedeniyle de. Örneğin bir hemşirenin burada evde bakım hizmeti vermek üzere gelebilir olması gibi. Şu yüzden söylüyorum, Türkiye’de hala ev işlerinde çalışmaya devam eden bir işgücü de var.
Muhtemelen pek çok çapraşık dinamiği var. Mevcuttaki, Türkiye’deki kültürel ortamın kadınların yatılı olarak çalışmasını mümkün kılmaması da bu alanda çalışılmamasının sebebi olabilir. Söylemeye çalıştığım küreselleşme net bir şekilde ikiye ayırmıyor, çok daha karmaşık ilişkiler üretiyor. Aynı şey inşaat işçileri için de, Lübnan ya da Dubai’deki ünlü projelerde çalışan, Arap ülkelerinden, Afrika ülkelerinden gelen insanlar için de geçerli. Bunlar da esasen küreselleşmenin içeriye aldığı nüfuslar ama nasıl içeriye aldığı meselesi elbette ki fark ediyor. Devletlerin ya da düzenleyici kurumların onları içeriye alma biçimleri, yöntemleri çok önemli. Burada belirsizlik, müphemlik meselesine gelmek gerekir. İçeriye alıyor ama darmaduman ederek alıyor amiyane tabirle. Göçmen kadınlar, bir şekilde Doğu Avrupa, eski Sovyet ülkelerinden gelenler, Türkiye’de çalışıyorlar ama bunların girişi, net bir kararla olmadığı gibi kolay da olmadı. “Bizim artık ihtiyacımız var, göçmen kadınları alıyoruz, açıyoruz kapıları” denmedi. O düzenlemelerin yapılış biçimi, göçmen kadınların ekonomik güçlerini, politik kapasitelerini, sosyal konumlarını sürekli olarak güçsüzleştirmek üzere de çalışıyor. Dediğim gibi, küresel gezenler ile göçmenler şeklinde net bir ayrım söz konusu değil.
Küreselleşmemiş hiç kimse, hiçbir coğrafya kalmadı ama oradaki ayrımın netliği şurada bence: Birinde küreselleşmeye isteyerek katılıyor kişi, diğerinde zorla katılım, sürüklenme ve kendini o akışın içinde bulma var. “Mülteci” yerine “savaş mağduru” demeyi tercih ediyorum, onlar tam da böyle bir durumun içinde.
Devlet ve devletsizlik kavramları üzerinden de gidilebilir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya giden Türkiyeli göçmen işçilerin durumuyla buraya gelen bakım işçilerinin ne farkı var, bilmiyorum. İşçiler de vatandaşlık alamadılar; vatandaşlık alanlar, Hollanda’da mesela, o devleti hiçbir zaman kendi devletleri gibi görmediler. Yani ait olduğumuz ya da ait ol(a)madığımız, sahip olduğumuz ya da ol(a)madığımız bir devlet var.
Aslında baştan beri konuştuğumuz şey, mekan mevzusunda da görülebilir, şöyle bir zorluğu içeriyor: Devlet, vatandaş, vatandaş olmayıp dışarıdan gelen mülteci, sığınmacı, göçmen vs. kavramları siyasal bir tartışma olarak yer alıyor. Aslında bu ekonomik boyutla, pazar ve pazarın tüm aktörleri ile de çoğu zaman üst üste binebiliyor. Savaş başka bir katman yaratıyor elbette ama özellikle çalışma yaşamı üzerinden ya da eğitim üzerinden hareketlilik, işin ekonomi boyutuyla çok örtüşüyor. Sınırlar sadece ülkeler arasında yok, düşünce biçimlerimiz de sınırlarla ayrılıyor. Ekonomi ve siyaseti birbirinden güçlü sınırlarla ayırma da böyle bir durum. Ayrıca siyasal, sosyal ve ekonomik hakları olan vatandaş kurgusunun insan haklarının evrenselliği ile olan çelişkisi ortada. Ülkeler, her biri nispeten farklı şekillerde kendi vatandaşları için sosyal politika kotarmaya çalışıyorlar ve Türkiye’de de gördüğümüz gibi argüman şuna dönüyor: Kendi vatandaşımıza bile bunu yapamazken ona nasıl yapalım? Yapamamanın meşruluk zeminini kurmaya başlıyoruz. Neden insanları belli şekillerde, bunun türü vatandaşlık olabilir, belli bir grup olabilir, sınıflıyoruz? Bu bağlamda Arendt’in “insanların haklarının olması hakkı” kavramını düşünmek çok önemli.
Baumann da korkudan söz ederek 2006 tarihli kitabında “belirsizlikler çağı”nda olduğumuzu söylüyor ve bu belirsizlik, en başta konuştuğumuz sınırları gerektiğinde o kadar güçlü kurmayı sağlayan bir araç esasında. Çünkü o korku belki şu an en çok hissedilen ve belki de hepimizin üzerinde ciddi ciddi düşünmesi gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar gelecekleriyle, şu anlarıyla ilgili sürekli korku, endişe duyuyorlar. O zaman da kendinden farklı olana dair bir düşünce geliştirmeden önce, sanki bu kadar zaman insanlık hiç gelişmemiş gibi, içgüdüsel bir şekilde sınırları tekrar çiziyorlar. Yani her birimiz, evlerin duvarlarını tekrar daha güçlü inşa ediyoruz, evin duvarından mahallenin duvarına ya da sitenin duvarına, oradan şehrin duvarına, şehirden de ülkenin duvarına bunları daha yükseğe çekebiliyoruz. Çünkü orada öncelikli olan o; evini ya da en yakın olarak tariflediğini, “aileni” korumaya çalışıyorsun.
Wendy Brown, “Devletlerin egemenlikleri zayıfladıkça sınırlar yükselir” diyor bu konuda. Sınırlar yönetmek için birer araç ve aynı zamanda bir gösteri üretiyor. Yani devletler onu araçsallaştırıyorlar ve gösteri için kullanıyorlar.
Aslında onun olmasını sağlayan şey, sitenin güvenliğinin olmasının kabul edilebilirliğiyle ya da kendi evine kurduğun güvenlik ağıyla ilgili. Her biri birbirini daha kabul edilebilir, meşru kılıyor.
Devlet aklı onu da yapıyor. Tam olarak yönetim akılsallığı (governmentality) dediğimiz şey, bizim korkmamızı isteyen ve korkmamızı sağlayan şey: bir yönetim stratejisi. İnsanları bu şekilde sopa göstererek korkutabiliyorlarsa ve biz korku yüzünden duvarlar örmeye devam ediyorsak, amaçlarına ulaşmış oluyorlar. Bence, bir yönetim stratejisi bu.
Göçmenler çerçevesinde belirsizlikten bahsettiğimizde iki ayrı düzlemden konuşuyoruz. Biri, bütün bu sınırları yükseltme güdüsünü yaratan kaygıların neden olduğu belirsizlik, orada da evet devletler, düzenleyici kurumlar yapıyor bunu ama esasında vatandaşlarının da katkısıyla, arzusu ve talebiyle yapıyor, yani Batı Avrupa’daki nüfusların da günlük hayatlarında giderek daha fazla duydukları belirsizlik hissinin yarattığı bir taleple. Aşırı sağın güçlenmesi tesadüf değil. Belirsizlik meselesini sadece bir iktidar aklı olarak düşünmemek gerektiği kanısındayım. O talep de edilen, arzulanan bir şey, gücü de belki oradan geliyor. Ama bir de bir iktidar aklı var ve özellikle de göçmen nüfusun hareketliliğinin kontrolüne, düzenlemelerine dönük yarattığı kasti bir belirsizlik var. Bu tam da göç rejimlerine, ülkelerin göçmenliği idare etme mekanizmalarına içkin bir belirsizlik; tesadüfi ya da arızi değil. Bu durum yetersiz kanuni düzenlemelerden, idari mekanizmalardan kaynaklanmıyor. Göçmenlerin bir kısmının hareketliliğini görece kolaylaştırmak, bir kısmınınkini zorlaştırmak, arada sürekli dengesizlikler yaratmak, onların zaten ülke içindeki ya da ülkeler arasındaki hareketlerini kontrol etmenin içkin bir biçimi ve bana kalırsa kilit kavramlardan bir tanesi de bu.
Devletin yaptığı düzenlemeler ve içeriye almanın yöntemleri, iş hareketliliği üzerinden kente geçebiliriz belki. Ekonomik sebeple içeri alınan göçmenlerin, yaşam koşulları ve kente dahil olma biçimleri de kontrol ediliyor. Mesela Singapur örneği gibi, zorunlu geçici işçileri ekonomiye dahil ediyorlar, ancak kent içi hareketlerini müthiş kısıtlayıp kampüs gibi mekanlar yaratarak, çalışma saatleri, izin günleri gibi düzenlemelere başvurarak kamusal alanları kullanmalarının bile yönetildiği bir yaşam formu dayatıyorlar. En fazla iki yıl kalabildikleri, ev kiralayamadıkları, yurtta yaşamak durumunda kaldıklar vs. gibi koşullar içindeler. Yer gösterme düzenlemelerine tabi tutuluyorlar. Ama yine de kentlinin kullanmadığı parkları, zorunlu geçici göçmen işçiler kullanıyorlar ve kamusal bir alanın dönüşümünü ve kullanıcısını değiştiriyorlar. Ve bundan, yani kent içi mekan kullanımlarından en çok rahatsız olanlar, bunu istemeyenler de Singapurlular ki aslen kendileri de yaklaşık 50 sene önce göçerek orayı var etmiş bir topluluk. Bu tavır da kent arayüzünde bir arada olmamaya, ötekileştirmenin mekansallaşmasına sebep oluyor. Bu belirlenmiş politikalar kent kullanımını da dönüştürüyor ve çok yerde de etkileri çeşitlenerek görülebiliyor.
Bu belirli bir yönelimi işaret etse de Singapur, Dubai gibi kentler, aşırı kontrolcü, göçmen nüfusunun hakikaten neredeyse hapsedildiği yerler. Belki Türkiye ya da Batı Avrupa için bunu söylemek zor.
Almanya’daki Amazon’un paketleme ve kargo kampüslerini düşünüyorum da, bu hikayede Singapur’la farkını göremiyorum. O yüzden mesele coğrafyayla sınırlı değil bence.
Belki yasal düzenlemeler daha net olabilir ama mekansal ayrımın yazılı olması da gerekmiyor. Sadece sınır ötesi göç değil, iç göç açısından baktığımızda da bazı yerlerde yoğunlaşmanın olması, bazı mahallelerde kendini güvende hissetmek, onun dışına çıkmaktan tedirgin olmak, belli yerlerin kullanılması bu ayrımcılığın sonuçları. Bu bir şekilde içselleştiriliyor ve bunu kırmaya çalışmak önemli bir mesele gibi geliyor bana. O mahallenin dışına çıkmaktan çekinme hali, var olan bir gerçeklik; onun ötesine çıkmak güvensizlik alanına girmek çünkü. Bu tarz mahallelerin, İstanbul’da bile, o hemşerilik kavramının yeniden üretildiği mekanlar olabildiğini görüyoruz. Bu dilin farklı hallerinin, televizyon dizilerinden tutun günlük hayat pratiklerimize tekerrür ettiğini görüyoruz.
Bu literatürü düşündüğümde, göçmen karşıtlığının neden olduğunu anlamaya çalışan daha çok Batı Avrupa’da, Hollanda, İngiltere, Fransa ya da Amerika’da üretilmiş teoriler var. Göçmenlerle yerleşikler arasındaki temas iki şekilde işliyor: Sadece uzaktan, örneğin kalabalık bir halde bir parkta görüyorsunuz ve karşıt oluyorsunuz; bir de yakın temasla birini tanıyorsunuz ve o sizin arkadaşınız oluyor, o zaman da tam tersi, olumlu davranış şekli gelişebiliyor. Ama burada da net, her zaman tutarlı bir ilişki görünemiyor. Mesela eğitim bunun bir göstergesi oluyor ama eğitimin içeriği çok fark ediyor. Oldukça liberal eğitim veren bir ülkeden bahsediyorsak, eğitim göçmen karşıtlığını azaltan bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Ama eğitim dışlayıcı ise, eğitim size sadece belli bir grubun ya da devletin, ulus devletin politikalarını güçlendirici bir unsuruysa başka türlü oluyor. Medya da benzer şekilde, egemen dilin nasıl kurulduğuna göre değişiyor. Gerçekten de, yönetim zihniyeti bunu tabi ki üretiyor ama aslında oradaki çizgi, toplum ve devlet arasındaki birbirini doğurma, üretme ilişkileriyle belirleniyor. Hepimizin nasıl bir süreçten geçtiği, sosyalleşmeye, farklı deneyimlere ne kadar açık olduğumuz, nasıl bir eğitim aldığımızla ilgili. Tüm bunlar bu göçmen karşıtlığını, bizden olmayana, bizden farklı olana nasıl davrandığımızı etkiliyor.
Şimdiye kadar şehirdeki mekansal ayrıştırma, daha çok ekonomik eşitsizlik üzerinden konuşuluyordu, şimdi bu okumaya bir katman daha eklenmiş gibi.
Suriyelilerin gelişiyle kentsel mekanın neye evrileceği sorusuna doyurucu bir yanıt vermek için sürecin çok başındayız. Beş sene oldu ama hareketliliğin bu kadar yoğun bir şekilde devam ediyor olmasının da etkisi var. Elbette Türkiye’de uluslararası göç Suriyeliler ile başlamadı, öncesinde bir on sene var, orada az çok işaretlerini görüyoruz. İstanbul için söylüyorum ama diğer kentler için de geçerli olabilir: Kentsel ayrışmanın bu denli kuvvetli olduğu bir kentsel mekanda, bu kadar büyük bir göçmen nüfusun eklenmesinin bu dinamiği güçlendireceği, iki kere iki dört düzeyinde bir kesinlik. Ama bunun ne şekillerde biçimlendiğini her bir yer için ayrı gözlemlemek ve analiz etmek lazım ki karşıtında ne türden politik hatlar oluşturulacağına dair bir kavrayış geliştirebilelim. Muhtemelen kent merkezindeki mahallelerdeki süreç ile kentin çeperlerine yerleşen göçmenlerin karşılaşacağı ayrışma bambaşka olacak. Örneğin, bugün Suriyelilerden sonra Taksim Meydanı başka bir meydan, çok daha büyük dinamikler üst üste geldiği için elbette ama ortasında da Suriyeliler yer alıyor. Tarlabaşı başka bir Tarlabaşı olurken, Kumkapı zaten değişiyordu ama giderek daha da değişirken, Küçükçekmece ve daha ilerisindeki mahalleler bambaşka bir süreç izliyor. Yarımburgaz mahallesinde bundan on sene önce belki çok küçük bir Kürt nüfus dışında kimse yaşamıyordu, kentin eşiğiydi artık. Bugün orada, büyük Suriyeli mahalleleri oluşuyor. Benzer şekilde Ümraniye, Sultanbeyli, Okmeydanı gibi bir önceki kuşağın kent içinde kalmış gecekondu mahallelerinde de bir Suriyeli nüfus oluşuyor ve bunların yaratacağı mekansal sonuçları ayrı değerlendirmek gerekiyor. Diğer yandan elimizde üzerinden tahmin yürütebileceğimiz deneyimler var: Türkiye, bu nitelikte bir göçü daha önce Kürtlerle yaşadı. Birebir aynı değildi, çok farklı nedenleri vardı elbette ama yüzeysel anlamda, hem kitleselliği hem de göç eden nüfusun kente fırlatılma biçimleri açısından benzerlikler var. Aynı ülkenin vatandaşı olmak, kısmen dilsel ortaklık, dinsel ortaklık gibi nitelikleriyle Kürtlerin göçleri Suriyelilerinkinden çok farklı ama aynı şekilde hemşerilik gibi bağlardan yoksun olarak fırlatılmış bir topluluktan bahsediyoruz. 1980-90’larda İstanbul’un yaşadığı, kentsel yoksulluğun önceki on yıllara nazaran nitelik değiştirmesi fenomenini, çok daha pekiştirilmiş halde, Suriyeliler ile yaşama ihtimalimiz çok kuvvetli. Başka kentlerde de bu beklenebilir, İzmir’de de bunun işaretleri var örneğin.
Bunların hepsinin sınıfsal, ekonomik üst üste binme hali var. Kalkınma Kooperatifi’nin de raporunun başlığı olarak koyduğu üzere “yoksullar arası rekabet” oluşuyor. Bu, o kadar büyük bir çatışma kaynağı ki zaten çok düşük ücretlere çalışılan bir alanda ya da tamamen denetimsiz ama yasak olan çocuk işçiliğinde böyle bir yoksulluk, çaresizlik içinde kalan bu kadar büyük bir grup, bir diğerinin üzerine eklenmiş oluyor. Dışlanma gibi toplumsal boyutları da var elbette ama ekonomik farklılıkların da altını çizmek gerekiyor. Suriyeliler dediğinizde örneğin, o grubun içindeki çeşitliliği masaya koymak gerekiyor. Bu şekilde bakmadığımızda, doğru olmayan genellemelerle konuşuyor ve detaylarda çok önemli farklılıkları kaçırmış oluyoruz. Ama Türkiye için şunu söylememiz lazım, bizim zaten çocuk işçiliği gibi bir sorunumuz varken bunun üzerine büyük bir çocuk işçi olma potansiyeli taşıyan bir grup eklenmiş oldu. İstanbul’da tekstil atölyelerinde yaşları uygun olmadığı halde çalışan göçmen çocuklar var. Bu çocuklar yasadışı çalıştırılıyor. Tabi ki eğitime dahil olmamak bu tarz sömürülere çocukları daha da açık kılıyor.
“Şu anki durumda mekanlar, buluşmama üzerinden hazırlanıyor gibi geliyor bana, yani onun olmadığı durum zaten normal durum olacak.”
Bu meselenin başka bir açıdan ele alınabileceği yerlere bakmaya çalışıyorum. Sadece dışlanma ve yoksulluk yaşanmıyor; ekonomik sermayesiyle ve daha erken zamanlarda gelen gruplar da var, özellikle Güneydoğu bölgesinde. Savaşın çıkacağını hissederek, Mardin’de yaşayan ve karşı tarafta akrabası olan bir sürü insan bir anda evler alıp, insanları içlerine aldılar. Akrabalarını kendi evlerinde ağırladılar, yer bulmalarını sağladılar. Bir süredir dikkatimi çeken, çalışmayı düşündüğüm bir mesele var: Fatih’te Suriye’den gelen pek çok insanın yemek dükkanı açtığını gözlemliyoruz. Daha önce Almanya’da yaşanan bir süreçti bu, Türkler gidip kebapçı, dönerci açtılar. Bunu aşçı oldukları için mi yapıyorlardı, yoksa yapılabilecek en kolay iş miydi bilmiyorum ama buradaki gelişimi sorgulamak gerekiyor. Hayata entegre olma, gündelik hayata devam etme, yeniden yerleşme gibi bir pratik de bir yandan gelişiyor gibi. Tabi ki çok büyük olumsuzluklar üretiyor bu süreç, daha çok o tarafından bakıyoruz ama bu tür meseleleri yakalayabilecek daha çok alanımız olsa keşke.
“Welcome to Turkey” diye bir web sitesi var, tam bu çeşitliliğin öykülerle anlatıldığı bir platform. Oradan birkaç arkadaşı Bilgi Üniversitesi’nde ağırladık, kendi öykülerini anlattılar. O tarz çeşitlilikler Türkiye toplumu açısından özellikle çok önemli, farklılıkları görmek, zenginliği, topluma kimlerin katıldığını görebilmek. Güvenlik gibi sorunları değil, pozitif şeyleri de görmek önemli. Bu sene yaşanan tüm krizlere rağmen ekonomik durum açısından Suriye’den gelenlerin olumlu etkisi olduğu da belirtiliyor. Gerçekten çok büyük bir sayıdan, kitleden bahsettiğimiz ortada. O yüzden geçicilik halinin ne kadar geçici ya da kalıcı olduğunu konuşmak belki de hepimizin konuşması, yüzleşmesi gereken bir şey. Beş yıl oldu bu göç başlayalı ama bunun belki son bir buçuk yılında hem yönetenlerde hem de toplumda böyle bir gerçekliğin var olduğu algısı yeni yeni oluşuyor. O geçicilik algısının da kalıcılığa evrilmesi, bizimle beraber yaşayan, bizim toplumumuzun parçası olan ve büyük bir kısmının olmaya devam edeceğinin algılandığı bir evreye geçmemiz gerekiyor.
Öte yandan ben kendi pratiğimde, gündelik sosyal hayatımda Suriyeliler ile gerçek anlamda karşılaşmıyorum, örneğin Suriyeli mimar tanımıyorum. Bunu neyle açıklamak gerek?
“Mimarlık bir rol üstleniyor ama bunlar hala gündelik hayatın bir parçası olmaya varmıyor. Bence hala kuramsal bir düzeyde meseleleri tartışıyoruz.”
Bakmıyoruz, bakılmıyoruz, bakışmıyoruz. Soner Çalış’ın sözüdür ve buraya çok iyi uyuyor. Bakışmak için bizim onlara bakmamız ve onların bize bakmaları gerekiyor.
Peki mesela bir mimarla nasıl karşılaşabilirsiniz? Bunu sadece mimari üstünden düşünmeyin; müzisyen, mühendis, doktor ya da öğretmen için de geçerli. Onlara mesleğini icra edecek imkan sağlanmış değil, çünkü yasal düzenleme çok yeni çıkmış durumda ama onun da belli birtakım kuralları var, zaten çoğunluğun diplomasında ve gerekli evraklarında eksik var. Bizler gibi bunun araştırmasını yaparsanız karşılaşıyorsunuz ama sizler açısından gündelik hayatınızda karşılaşmamış olmanız zaten o alanın onlara açık kılınmamasıyla ilgili. Ve mekansal olarak da belki İstiklal Caddesi’nde elbette karşılaşıyorsunuzdur, ama o karşılaştığınızın Suriyeli olduğunu düşünmemek de bir önyargınız olmamasından kaynaklanıyor olabilir.
Şehir mekanı üzerindeki gündelik karşılaşmaların azalmasının bir tarihselliği var. İstanbul’un belki en büyük talihsizliklerinden biri bu olacak: Kentsel mekanda farklı toplumsal gruplar arasındaki karşılaşma imkanlarının son derece hızla, yapısal olarak azalma eğiliminde olduğu bir 10-15 senenin üzerine Suriyeli göçünün gelmiş olması. Çok açık değil mi? Bir tarafta giderek daha başka bir şeye dönüşen Taksim Meydanı var: Ağırlıkla Arapça konuşan nüfusu içeren turizm akımlarının burada birikmesi ve kalıcılaşmasıyla değişimi görünür olan. Bu turizm faaliyetlerinin etrafında Suriyelilerin dahil olduğu yeni bir ekonominin belirmesi, meydandaki düzenlemenin zaten giderek anlamsız bir hale gelip yerlilerin oradan çekilmeye başlaması ve diğer taraftan Aksaray’ın zaten bir mülteci semtiyken giderek büyüyerek yeni türden bir Taksim’e evrilmeye başlaması… Ve senin gibi, benim gibi insanların tüm bunlar olurken, buralardan bütünüyle çekilmesi ve Kadıköy’e gitmesi… Nasıl karşılaşacağız? İstanbul nüfusu içinde kozmopolit fikre en açık grup olduğunu, göçmen karşıtlığının en az olacağını varsaydığımız toplumsal kesimlerin Taksim’e giderek gelmez olduğu durumda bu karşılaşma nasıl olabilir ki?
Buna bir de terör korkusunu ekleyelim, insanların bu tür alanlardan çekilmesinin bir nedeni de bu: “patlayan bombalar”!
O yüzden mekan bazlı bakmak derken onu kastediyorum, sadece detaylara girmek anlamında değil, her bir mekanda çok büyük dinamiklerin her bir seferinde nasıl bir etkileşim içinde olacağını ancak öyle görebiliriz. İstanbul’un değişen turist hareketliliği, neoliberal kentleşme dediğimiz süreçlerde yaşadığı toplumsal-fiziki-mekansal dönüşüm, bunun üstüne terör korkusu, son siyasal müdahaleler her bir yeri farklı bir etkileşime açıyor.
Ezgi’nin bahsettiği lokantaların açılması, Fırat’ın söz ettiği Taksim çevresinde oluşan ekonomi vs. hepsi, kentsel dönüşüm alanlarında görünür hale geliyor. Aksaray ve Fatih, Menderes’in dönüşüm alanları, Tarlabaşı 1930’ların, 50’lerin, 90’ların (ve aslında hala bugünlerin) dönüşüm alanıyken Taksim 2000’lerin kentsel dönüşüm alanı. Aslında politik, ekonomik, sosyal değişim ve mekanın dönüşümü, oraya kimin geleceği, onun etrafında oluşacak şeyin dinamiği birbirini etkiliyor. Aksaray’a bakınca, sadece lokantalar değil, emlakçılar, kuaförler, oradaki yaşamla ilişkide olabilecek her şey orada oluşuyor, sonuçta Pages da orada açıyor dükkanı. Oraya 1990’larda gelen Kürtlerin şimdi Suriyelilerle nasıl karşı karşıya geldiği, nasıl dayanıştığı önemli hale geliyor. Bütün bunların gerçekleştiği yerler buralar, planlama ve mimarlıkla da ilişkili. İkisi birbirini üretiyor gibi geliyor bana.
“Göçmenler çoğu kez, hareketleriyle dünyayı yeniden yaratan insanlardır. İnsanlık tarihi bunun üzerine gelişti ve bugün de yine bu oluyor.”
Okmeydanı’nda mesela kentsel dönüşüme karşı bir araya gelmiş mahalle derneğinde gelen Suriyeli mültecilere Türkçe dersi veriliyor, buradaki yaşamlarını sürdürebilmeleri konusunda hakları konusunda destek veriyorlar, gündelik hayatta.
Bu çok şaşırtıcı, göç literatüründe hep sonradan gelenlerin öncekiler tarafından dışlandığını okuyoruz.
Tabi bir sürü “negatif” öykü duyuyoruz ama şimdiye dek bu süreç, görece sorunsuz geçiyor denilebilir. Bunun etnik, mezhepsel birtakım ilişkilerle örtüşen bir tarafı var. Her girilen yerde, kimlerin hangi ağlar üzerinden, hangi semt, gruplar üzerinden ilişki kurduğu önemli, çok derin incelememiz gereken, ancak zaman içerisinde doğru okuyabileceğimiz meseleler. Aslında Türkiye “misafirperver” kelimesini kendini tanımlamak için kullanıyor ama yapılan araştırmalarda Türkiye en yüksek oranda “yabancı”ları komşu olarak istemeyen ülkelerden biri olarak çıkıyor. Ki bu, Türkiye bu derece yabancı göç almamışken, mülteciler yokken yapılan Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre böyleydi. Bu durumun üzerine gelen bir nüfustan bahsediyoruz. O zaman soru şuna dönüyor: Kimler kimlerle komşu olmayı kabul edebilir? Burada verilen emeklerin kıymetini azaltmak için söylemiyorum, çok ciddi olumlu şeyler mutlaka var ama o tolerans da esasen başka "bizlikler" kurularak oluşturulmuş olabilir. İnsan hakkı ya da mülteci hakkı olduğu için değil, başka bir enformel ağ üzerinden var olabiliyor.
“Kendi sorunlarımızı göçmenlerin sorunları, onların sorunlarını da bizim sorunlarımız olarak gördüğümüz, sorunların ortaklığını fark ettiğimiz zaman bir şeyler yapabileceğiz.”
Ben de katılıyorum buna. Son beş senede Türkiye’nin yaşadığı deneyim başka örneklerle kıyaslanırsa herhalde görece sorunsuz. Din kardeşliği meselesinin, misafir söyleminin -çok eleştirdik ama- bunun yarattığı büyük çatışmaların yaşanmasına engel olduğu söylenebilir fakat bir taraftan da göçmenlerle yerlilerin, göçmenlerle devletin kurduğu bu tür bir ilişkinin içinde taşıdığı potansiyel tehlikeler, bu acil kriz hali geçtikten sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkacak. Burada da hayırseverlik meselesi çok önemli. Bu söylem şefkat elini uzatanı ve göçmeni bir hiyerarşi ilişkisi içinde tanımlıyor ve o hiyerarşiyi katılaştırıyor, yeniden tasdik ediyor. Bu da tahammül meselesini gündeme getiriyor. Ve tahammülün biteceği nokta her zaman gelir. Meseleyi öyle bir yerden kurarsanız o tahammül sonlanacaktır ve bunun işaretleri de var.
O yüzden arada büyük krizler çıkıyor, vatandaşlık verilecek dendiğinde ortalık karışıyor.
Evet, çünkü herkes, bürokrasinin kimi kademeleri de dahil buna, bu meselenin artık geçici bir sorun olmaktan çıktığının farkında esasında ve buna dair çözüm arıyor. Vatandaşlık meselesi de biraz sinir uçlarını test etmek, ne tepki verileceğini dinlemek için gündeme getirildi, sanıyorum ki. Biz hem bu türden politik itiş kakışları hem de gündelik itiş kakışları daha da çok yaşayacağız. Üstelik şu anda olduğu gibi dayanışma yerine hayırseverlik üzerinden kurulan bir ilişki, bizatihi göçmenlerin politik ve toplumsal kapasitelerini parçalayan bir şey ve onları da bu sömürü ve tahakküm ilişkilerine daha fazla mahkum eden, dolayısıyla kentsel mekandaki çatışmaları daha fazla gündeme getirecek bir tutum.
Hayırseverlik üzerinden bu ilişkinin kurulması gibi Türkiye’de egemen olan sorunlar ya da davranış biçimleri bu krizin üzerinde de tekrar üretildi. Türkiye’de yoksulluk alanında sosyal politika vurgusunu ne kadar çok yapıyorsak, vatandaşlık hakkı üzerinden bu alanı kurmamız gerektiğini nasıl belirtiyorsak aynı yaklaşımı burada da sürdürmeliyiz. Büyük bir nüfus geldiğinde kendi mevcut dinamiklerimiz içindeki hayırseverlik dilinde konuştuğumuz şeyler, bu sefer orada yeniden üretildi. Ve bu pratikler, çok rahat yapılabildi çünkü zaten toplumun genelinde, eğitimli kitlelerde bile, hak üzerinden kurgulanmış eşitler arası bir ilişki değil, ihtiyaç sahibine bir tür yüce gönüllülükle bir şeyler veriliyor olması çok yaygın kabul görülüyordu. Bu sefer de savaştan kaçanlara bunu yapıyoruz. “Aynı halkanın içinde değiliz ama ben yüce gönüllüğümle bunu veriyorum” ya da “din kardeşime bunu yapıyorum”, “Hayır için bunu yapıyorum, sevap için bunu yapıyorum”. Bu da daha önce var olan dilin, kültürün üzerine tekrar üretilmesi çok kolay olan bir şey aslında. Bu yaklaşımın dönüşmesi ve değişmesi gerekiyor ama bunu hepimizin, hep beraber yapması gerekiyor. Suriyeli komşumuzun olması, gerçekten önemli geliyor bu anlamda. Burada komşudan ne anlıyoruz, büyük şehirlerde o kadar da derin şeyler yüklemiyor olabiliriz ama yine de çoğu zaman komşuna çocuğunu emanet ediyorsun, anahtarını verebiliyorsun. Gerçekten de “Kimi komşu istiyoruz?” sorusu bana çok önemli geliyor. Belki o zaman “Nasıl beraber yaşayacağız?” sorusu gündeme gelebilir. Tabi bu sadece Suriye’den gelen mültecilerle ilgili değil belki de. Türkiye’nin yaşadığı en önemli krizlerden biri, kendi içimizdeki kutuplaşmanın nihayetinde birbirimizle gerçek anlamda bir güven ilişkisi kuramıyor olmamız. Herhangi bir emaneti birbirimize teslim edemeyecek hale gelmiş bir toplumsallığın içindeyiz. Bir ihtimal acaba bu yeni göç onu da kırmayı, kendi içimizdeki ayrışmaların azaltılmasına bir katkı sağlar mı? Böyle olumlu bir okuma yapmaya girişsek, mümkün mü?
Misafirperverliğin içinde o hiyerarşinin getirdiği şiddet var, karşındakini sana mahkum etme hali var. Bizim tarafımızdan onlara büyük bir iyilik yaptığımızı düşünüyoruz ama aslında onları kendimize mahkum ediyoruz, sonunda onların mahkumu da oluyoruz. Herhalde en kritik olan meselelerden biri bu, en iyi Derrida’nın açıkladığı misafirperverlik meselesi.
Mültecilerin gerek mekansal gereksinimlerini karşılamak gerekse de kentteki sosyal yaşamlarını belirlemek adına mimarlık ve planlama ne gibi bir rol üstelenebilir sizce?
Hal böyleyken, mimarlığın herhangi bir iyileştirici araç olarak rol üstlenebilmesi mümkün değil. Daha doğrusu nereden baktığınıza bağlı, eğer mimarlık bir mekan üretimi yapıyorsa sadece, çok mümkün değil. Ama toplumsal üretimi sağlayacak bir aracı görevini görüyorsa ya da zaten toplumsal bir üretim olarak ortaya çıkıyorsa, bir katkısı olur. Ama mesele bu hukuki süreçlerden, algılama biçimlerinden, devletin nasıl davrandığından -istisna halinde mi bırakıyor yoksa bağrına basmak mı istiyor- meselelerinden başlıyor. Bunu toplumsal olarak yapamıyorsak, mekan üretimimiz de bunu yapamayacak demektir. Kentsel planlamaya dönecek olursak bu tür gruplara acil bir şekilde mekan üretiliyor. Toplu konut ya da çadır kent ilk örneklerdi. Belki daha sonra İstanbul gibi kentlerde, deprem sonrası yapılan konutlar gibi projeler düşünülebilir… Çok acil, prefabrik, hafif malzemelerle siteler üretilebilir ama bunların yerine ve kimin bir araya getirildiğine bakmak gerekiyor. Birçok mimarlık okulunda bu mülteci meselesi mekansal anlamda çalışılıyor, projeler üretiliyor, sıkça gözlemlediğim şey şu: bir toplu konut ya da site üretmek üzerinden gidiyor çalışmalar. Beraber yaşamaya dönük pek bir kaygı yok. Oysa ana mesele oradaki problemi dile getirmek, nasıl bir toplum içinde yaşıyoruz ve nasıl bir mekan üreteceğiz? Birlikte yaşamaksa niyetimiz, şehir dışında ya da şehrin herhangi bir noktasında bir site üretmek çözüm olmayacaktır. Ya da bir mimar, bir toplanma noktası üretip, “ben burayı seçtim, buluşma noktası yaptım“ diye kendi kendine karar verince, bir Suriyeli ile Hülya karşı karşıya gelemeyecek. Hülya’nın yolu hiçbir zaman oradan geçmeyecek. Mimarlığın sürükleyici bir gücü yok, mimarlık ancak sen, ben, buna karar vereceksek üretilebiliyor. Sen bugün "Suriyelilerle karşılaşmak istiyorum" kararını aldığında ve kendi arkadaşlarını yönlendirdiğinde, Suriyelilerle bir gün karşılaşmaya başlayacaksın ve toplumsal mekan ondan sonra üretilecek.
Bir sorun da en başta söylediğiniz gibi aslında göçmen çocuk değil bir çocuk, göçmen değil insan olarak meseleye yaklaşma gerekliliği. Özel olarak bir mülteci için ne yapılabilir demek de tuhaf gibi.
Evet, aynı şeyi sakatlar için de yıllardır söylüyoruz. Bir entegrasyon ya da birlikte yaşama söz konusuysa, birileri için bir şey yapma ve o birilerini dışlama gibi bir tavır geliştirmek olumlu değil.
Şu anki durumda mekanlar, buluşmama üzerinden hazırlanıyor gibi geliyor bana, yani onun olmadığı durum zaten normal durum olacak. Yolumuzun düşmediği, karşılaşmaların olmadığı yerler üretiliyor. Mesela korunaklı sitelerde çocukların buralardan servislerle özel okullara gidip, özel okullardan çıkıp yine servislerle eve dönmeleri. Aslında karşılaşmaların olmayacağı bir kurgu bu. Bunu, şehrin şu an, yeniden kurulması anlamında söylemiyorum. Kuştepe’de ve Dolapdere’de öğrencilerimiz böyle karşılaşmalar yaşıyorlar. Çünkü gerçekten hiçbir zaman oraya gelmemiş bir öğrenci Kuştepe’ye geliyor ve bir biçimde oradakilerle bir diyalog kurup mekanın bir parçası oluyor. Tabi ki ona da eleştirel bakabiliriz, nasıl bir diyalog, kurulan şey nedir vs. gibi ama bölümümüz oradayken çoğunlukla öğrencilerimiz o mekana daha önce gelmemiş oluyordu ve bu yolla ilk kez bir karşılaşma yaşıyordu. Aslında insanlar yaşamlarını tam da o karşılaşmama üzerinden, ev tercihlerini, sosyalleşme alanlarını buluşmama üzerinden kurguluyorlar. O yüzden buluşmamayı tercih etmeyecekleri, buluşmaları üzerinden kurgulayacakları bir şeyi mimarlık kotarabilse, mimarlık tek başına bunu yapamaz ama en azından onun olmayacağı bir biçimi yaratabilse, önerebilse… Sakat örneği bence orada çok anlamlı. Her girdiğimiz binada “Ben sakat değilim ama sakat olabilirim ve o zaman üst kata nasıl çıkacağım bu binada?” sorusu hepimiz için önemli olsa…
Aslında o, bir hak. Ben yarın sakat olamayacak olsam bile sakatın öyle bir hakkı var. Bu Kuştepe örneğinin başka bir versiyonu da Kadir Has Üniversitesi’nin kurulduğu Fener-Balat alanında yaşanıyor. Kuruluşu zamanından çevresini etkilediğini vs. biliyorum. Bu etkileme, bir yanda karşı karşıya getirme, yüzleştirme gibi melezlikler üretiyor fakat bir yandan da aslında mekanı kolonileştiriyor, sömürüyor. Mesela bir sürü hipster kafe açılmış ve bir hipsterın kim bilir nereden gelmiş bir göçmenle buluşma anının yaşandığı bir mahalle haline gelmiş orası. Bu noktada ben tereddüt ediyorum; karşılaşma çok güzel ama misafirperverlik ve hayırseverliğin şiddet içermesi ve hiyerarşiyi de içinde barındırması, her zaman böyle melez okumalar yapmamıza imkan vermiyor.
Bu mülteci kampıyla güvenlikli siteleri sınır yönetimi açısından yan yana koyup baktığımızda, mimari tasarım anlamında çok da farkları olmadığını görüyoruz. Mesele galiba içeridekiler ve dışarıdakiler meselesi. Bu bir tarafa, göç meselesiyle ilgili “mimarlar ne yapabilir”le ilgili bir şey söylemek istiyorum. Özellikle bu konuda, yaratıcı alanda çalışan herkesi, yani mimarları, sanatçıları, tasarımcıları, endüstri ürünleri tasarımcılarını, iç mimarları, peyzaj tasarımcılarını, plancıları bir arada düşünmek, bütün bu ayırdığımız disiplinleri bir araya getirmek istiyorum. Ve diyorum ki kendimizi nasıl konumlandırdığımız, çalıştığımız alanın sınırlarını nasıl tanımladığımız, kimin alanına müdahale ettiğimiz, kiminle karşı karşıya geldiğimiz, kimin yerine laf etmeye cüret ettiğimiz, kimin alanına müdahale ettiğimiz sorularına yanıt vererek çalışmamız önemli. Ahmet Öğüt’ün Sessiz Üniversite’sini düşünelim. Ahmet Öğüt sanatçı mı orada ya da ne, orada sanatçının rolü ne? Ya da Kamplardaki Kampüs’teki Alessandro Petti’nin rolünü ve Kamplardaki Kampüs’ün ne yaptığını düşünelim Filistin kamplarında. Sessiz Üniversite’nin göçmenler için ne rol üstlendiğini, ne anlama geldiğini ve sınırları onlar için ne kadar aştığını düşünelim. O noktalarda mimar oldukça fazla şey yapabilir aslında. Kendimizi geleneksel mimarlık ve mimar tanımından kurtarmamız, bu düşünceden sıyrılmamız, bunların dışına çıkmamız gerekiyor.
Eyal Weisman da çok önemli bir şey yapıyor. Forensic Architecture’da yani adli mimarlıkta, vahşetin belgelenmesini mimarlık aracılığıyla sağlıyor. Mimarlığı adli bir gerçeklik olarak gözümüzün önüne seriyor ve o şiddetin boyutlarını anlamamızı sağlıyor. Orada İsrail askerinin bir Filistinliye nasıl saldırdığını, nasıl öldürdüğünü çok açık bir şekilde görüyoruz; o mekanlar içerisinde nereden kurşun gelmiş, kişi nerede saklanmaya çalışmış, duvar nasıl delinmiş hepsini görüyoruz. Evet, mimarlık bir rol üstleniyor ama bunlar hala gündelik hayatın bir parçası olmaya varmıyor. Bence hala kuramsal bir düzeyde meseleleri tartışıyoruz.
Mimarlık pratiğini, altını çizdiğiniz gibi, sadece tekil yapıların üretimi ya da biraz daha büyük ölçekte ama yine salt yapı üretimi olarak ele almayacaksak, başka bir müdahale olarak ele alacaksak entelektüel alanda faaliyet gösteren insanlar olarak yapabileceklerimiz var. Kent kimliği, kent kültürü ne kadar soyut şeyler? Bunlar nasıl oluşuyor? Elbette maddi, lafın başından beri konuştuğumuz ekonomik, politik süreçler, fiziki yapılar vs. var. Bir taraftan da metaforlar, kavramlar, duygular var ve esasında kentleri bunlar üzerinde düşünüyoruz. Hem kent üzerine bilgi üretiyoruz, hem onu algılıyoruz hem de sonuçlar üretecek eylemleri gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla bu türden meslek gruplarının, bu tür alanlara müdahale etme şansı var. Herhalde tek akla gelen üretim mimari olmak zorunda değil; birtakım siteler, barınma sorununa karşı acil konut alanları üretmek değil. Kentin neresini tehlikeli algılıyoruz, neresini algılamıyoruz? Neresini arzulanır kabul ediyoruz, neresini göçmenlerle özdeşleştiriyoruz? Taksici nereden geçmek istemiyor, hangi sokağı tehlikeli kabul ediyor, hangisini biliyor? Bunların bilgisi, az çok bizim entelektüel yatkınlıklarımızdan dolayı aşina olduğumuz şeyler ama bunların bilgisi üstü kapalı olarak herkesin, şehirde yaşayanların eylemlerinde var. Dolayısıyla eğer bizler belli pratikleri ve davranış biçimlerini dönüştürmeye yönelik müdahaleler üzerine düşüneceksek, kente dair kavram ve metaforlarımızı dönüştürmeye dönük çabaları da buna dahil etmeliyiz. Son olarak, söylenenlere katılıyorum, burada kritik olan bu üretim sürecine göçmenlerin bizatihi katılması ki güçlendirici bir etki ortaya çıksın. Bizim çoğu zaman üzerinden atladığımız biraz da bu oluyor.
Filistin kamplarındaki, kampüs programının katılımcısı Filistinli Isshaq al-Barbary ile geçen yıl konuştuğumda, kampın mekansal olarak nasıl bir miras olarak görülmesi gerektiğini tartışıyordu.
Kampa aidiyet geliştirmiş neredeyse.
İçinde büyümüş olmasının yanı sıra onu sorguluyor, kampı öğrenmiş, analiz etmiş. Yerinden edilmeyi, hapsedilmeyi, izole edilmeyi bize gösterebilecek en iyi örnek Filistin. Bunun içerisinde hem mekansal olarak kampı anlamış ve ona karşı eleştirel bir bakış açısı geliştirmiş hem de onu, aslında bir gün geri dönse bile, yanında götüreceği bir miras olarak tartışabilecek bir kapasite geliştirmiş. Ve Isshaq’ın bir diploması yok aslında, kendisini de diploması olan biri olarak tanımlamıyor. Bu müthiş bir şey… Bu noktada tekrar soruyorum, mimar olarak nasıl pozisyon alıyoruz ve çalışma alanımızı nasıl belirliyoruz?
Ben iki tane not almaya çalıştım. Öncelikle, teorik bilginin ya da kavramsal katkının zihinleri açan tarafını vurgulamak isterim. Toplumsal değişimi ya da toplumsal algılarımızı göstermek adına ne kadar önemli bir şey olduğu, mimarlık ya da mimarideki üretimde de olabilecek bir şey bu. Bir de, mimarlık etiği Tarlabaşı üzerine yaptığımız bir çalışmada dillenmişti. O binaların, mekanların ya da sınırların çizimini yaparken alınan kararların etik boyutu da önemli geliyor bana. Hem zamansal hem mekansal kullanımları anlamında daha beraber olunan ortak kamusal alanların kurgusu yapılabilir, okullar, parklar da böyle olabilir mesela. Beraber yaşamanın daha rahat olabildiği, farklılıkların bir arada olabildiği bir şey kurgulanabilir mi? Sosyal bilimciler olarak zorlandığımız bu noktada mimarlık katkı sunabilir mi?
Esra Akcan’ın “‘Göçmen konuşabilir mi?’” adında bir çalışması var. Orada anlattığı bir örneği aktarmak istiyorum: IBA (Uluslararası Yapı Sergisi) 1984-87/Kreuzberg konut dönüşüm programı üzerine. Bu programın uygulanmasına karar verildiğinde Almanya’da sosyal demokrat hükümet var görevde. 1980’lerde Almanya hükümeti, sağ kanattan CDU’ya geçiyor. “[Yabancıları], istiyorlarsa entegre etmek istiyoruz. Almanya’ya gelen herkes kendisini Alman gibi hissetmelidir. Ancak elbette, genel yabancı politikamız çerçevesinde, yabancıların, özellikle de Türkiyelilerin, kendi memleketlerine geri dönmelerini isteriz.” diyorlar. Aralarında Zaha Hadid, Rem Koolhaas, Herman Hertzberger, Hans Kollhoff gibi mimarların bulunduğu tasarım ekipleri ikiye bölünüyor süreçte; bir grup, tasarımın özerkliğini savunarak, verili ihtiyaç listesi çerçevesinde en iyi tasarımı mimarların yapabileceklerini düşünüyorlar. Bir grup da, ki bunlar içinde bir kadın Alman mimar Heide Moldenhauer de var, Kreuzberg’de yaşayan insanlar için, onlarla beraber düşünmek ve tasarlamak istediğini ifade ediyor. Bu sürecin sonucunda tam da az önce bahsettiğiniz çocuk alanlarının, konut alanlarının içlerinin, mutfakların, birimlerin tasarımlarına kadar birlikte karar veriyorlar ve katılımcılık da bu şekilde IBA literatüründe yer alıyor.
Tasarım düzeyinde katılımın sağlanması kadar belki tasarımın da içinde olduğu, daha büyük ölçekli süreçlerin de katılıma açık olması bir nokta olabilir. İkincisi de senin lafa başladığın yer tabi. Böyle bir dünya da bizim müdahalelerimizin sonucu… Bütün barınma meselesinin tamamen sadece piyasaya terk edildiği bir İstanbul’da ve Türkiye’de bu kadar büyük bir nüfusun barınma ihtiyacı nasıl karşılanacak? Sadece tasarım düzeyinden değil, bir bütün olarak kentsel mekanın üretiminden bahsediyorum. Buna bir yanıt vermek gerekiyor.
Öte yandan şu anda konut fazlası olması ihtimali çok yüksek İstanbul’da. Yani ihtiyacımızın fazlası zaten var.
Görece pahalı konutlarda evet. Ama şu da bir gerçek: Suriyeliler öncesinde de bu şehrin konut sorunu vardı. Hala bir kiracı hareketi olmayan bir yerden bahsediyoruz. Hala ev mülkiyetinin neredeyse kutsallaştırıldığı, fetişleştirildiği bir yerden, kentsel dönüşüme dair kavganın büyük ölçüde mülkiyet üzerinden devam ettiği bir yerden bahsediyoruz. Ve bu bağlam içine gelmiş, sadece İstanbul için 400.000 - 500.000 civarı göçmen nüfustan bahsediyoruz.
Gecekondu üzerinden de düşünürsek, İstanbul’dan bahsettiğimizde, çok ciddi bir planlamamanın ve enformel bırakmanın da bir biçimde politika olarak kullanıldığı ve onun getirdiği sonuçların da çok farklı şekillerde başka mağduriyetler yarattığı bir yerden bahsediyoruz. Bu süreçte politikanın olmaması bir politika olarak kullanıldı.
Doğru, Türkiye’nin kentleşme serüveninde işçi sınıfı için toplu konut yapmak gibi bir kamu politikası yok. Gecekondu dediğimiz enformel mekanizmalarla kotardık biz geçtiğimiz yüzyıldaki kentleşme sürecini. Böylelikle de kentsel çatışmayı büyük ölçüde absorbe eden bir dinamik olarak getirdik biz 2000’lere kadar, ama 2000’lerde artık bu alan da dönüşüyor, formalize oluyor, mülkiyet çizgileri kalınlaşıyor. Yakın dönemdeki kentsel dönüşüm hikayesi bu esasında. İstanbul’daki araziler özelleşiyor, mülkiyet formelleşiyor. Kentsel yoksulların bir kısmı mülk sahibi olurken önemli bir kısmı ise mülksüzleşiyor. Şimdi tam da üstüne gelen Suriyelilerle beraber bu mülkiyet yoksunluğu meselesi çok daha sert çatışmalara neden olacak diye tahmin edebiliriz. Devlet toplu konut üretsin gibi, 1960-70’lerin dünyasında akla gelen çözümlerden ziyade, bizim meslek erbapları olarak ve Suriyelerle beraber konuşmamız gerekiyor. Buna bir reçete üretemem, ne yapılması gerektiği sorusunun cevabı bende yok… Bu tür yanıtlar, örneğin kiracı hareketi gibi toplumsal hareketlerin ortaya çıkması ve talepler üretmesiyle şekillenecek. Mesela Antep’te çok ciddi linçler, saldırılar yaşandı, belki bunlar çok uç örnekler Türkiye’nin son beş sene içindeki hikayesi içerisinde ama tekrarı beklenebilir. Bunun önemlice bir nedeni enformel emek piyasasındaki çatışma, esnafın kısmen Suriyelileşmesi, yerli kent yoksulları için kira piyasasının son derece zorlanmaya başlamasıydı. Bunlar, Antep gibi zaten diken üstünde olan kent ekonomileri için ciddi dinamikler, ciddi çatışma alanları tanımlıyor; o yüzden sadece dar anlamıyla entelektüel faaliyetin ötesine geçen süreçlere ihtiyaç var.
Kendi sorunlarımızı göçmenlerin sorunları olarak, onların sorunlarını da bizim sorunlarımız olarak gördüğümüz, sorunların ortaklığını fark ettiğimiz zaman bir şeyler yapabileceğiz.
Mevsimlik tarımla ilgili çalışmalarımızda karşımıza çok fazla çıkan sorun, mekanlarının olmamasıydı. Çadırda, yaşam ve yoksulluğun şiddeti çok inanılmaz. Çok pratik olarak, somut ne yapılabilir diyerek, önümüzdeki yıl için bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Birtakım altyapısı olan mekanlar üretme çabası içindeyiz. Daha ötesini hayal edebilsek daha mükemmel olur elbette ama en azından belli sağlık koşullarına uygun mekanlar düşünmeye başladığınızda şöyle bir soru beliriyor: Bu kalıcılık demek. Göçmen için mekan sağlamak ya da sağlamamak noktasında işte bir yüzleşme orada gerçekleşiyor. Çünkü tasavvur ettiğimizden çok sınırlı bir şeyden bahsediyoruz. Tuvaletin olmadığı bir yerden bahsediyoruz. Bugün bu çağda olmayacağını düşündüğünüz bir hayat koşulundan bahsediyoruz. Bu yaşanıyor ve geçici değil. Çok uzun süredir sabit bir şekilde oradalar. Orada yaşayanların çoğu bile oradaki yaşam koşullarını görmemeyi seçiyor, sadece geçiyorlar yolundan arabayla. Orada mesela düşünüyorum böyle bir ekiple otursak, mekanı dönüştürmeye beraber çalışsak. Bizim başka açılardan koyduğumuz şeylerle, sizin başka açılardan koyacağınız şeylerle. İlk karşımıza çıkacak şey: Bunu kimin için hayal ediyorsunuz, tasarladığınız şeyle orada nasıl bir dönüşüm olacak? Peki yandaki köy ne diyecek, ötedeki köy ne diyecek? Farklı disiplinlerle birlikte ve aynı zamanda toplumsal dönüşümle birlikte düşünülmesi gereken bir iş bu. Oradaki köyün de mutlaka dahil olmasıyla olabilecek bir şey. Siz o köyü de dönüştürmeyi masaya koymadığınızda, ertesi gün yaptığımız mekanın orada olup olmayacağını bilemezsiniz. Okullar açısından da mesela, Suriyeli çocukların gittiği okullara mutlaka yalnız o çocuklar için değil, o okulun tamamını değiştirecek ya da o okulla ilgili genel bir şey geliştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde sadece onları hedefleyen projeler, sadece ortamdaki gerilimi artırıyor. O yüzden tam da Merve’nin söylediği gibi beraber yaşamayı kolaylaştıracak bir değişimi yapmak, hep beraber yaşadığımız bu havayı daha iyi hale getirmek demek.
Söyledikleriniz üzerine şu geliyor aklıma, aslında bu kadar gerçekten geçici olmayacakları belli olan bir gruba sürekli çadır kent ve konteyner kent gibi çözümler bulunma nedeni, belki bu çatışmayı önlemek. Onlar için daha kalıcı bir şey üretilmeye başlanacağı zaman sizin dediğiniz gibi yan köye, karşı köye sormak gerekiyor. Hiçbir şey sormadan bir akşamda kurulup, sonra çıkacak sorunlara bakarız gibi bir yaklaşım var şu ana kadar.
Acil kriz durumunda bu tarz geçici, ani müdahalelerin yapılması bir şekilde zorunluluk. Ama biz artık başka bir gerçeklikte yaşıyoruz. Mevsimlik tarım örneğindeki gibi, aslında bununla karşılaşıyoruz. Sadece Suriyelilerle yaşadığımız bir şey değil. Çünkü mekanın geçiciliği bir tür rahatlık getiriyor. Orayı beraber kurmayı, başka bir şey hayal ederken, mutlaka içine oranın “kendi yerli olanını da” koyarak hareket etmek zorundayız gibi geliyor.
Sahiplenme konusuna geliyoruz bir de: Mekan kimin? Kim orada daha önce yaşıyorsa onun mu, yerli olanın mı, sonradan gelenin mi? Temel mülkiyet biçimlerini belki gözden geçirmek gerekiyor. Milliyetçilik gibi meseleler ya da onunla bağlantılı olarak bugün gördüğümüz bir sürü şiddet içerikli meseleler hep bu sahiplenme yüzünden ortaya çıkıyor. Kimliğini sahipleniyor insanlar, vatanı sahipleniyor, mekanı, meydanı sahipleniyor ve bu yüzden aslında beraber yaşama hikayesi çok da kolay olmuyor. Evet, onun sorunu, benim sorunum, ikimiz de aynı sorunu yaşıyoruz. Herkes aslında onun farkında ama kimsenin işine gelmiyor. Bir tür sahiplenme, mülk edinme problemi var.
Sahipleniyor, paylaşmıyor da.
İlk aşamada insani kriz için devletin müdahalesi belli, kamplar yaptı. Bütün Suriyeli nüfusunun ancak onda biri kamplarda. Türkiye Devleti’nin beş senelik süreçte takındığı tavır, hayli “liberal” bir tavırdı aslında. Sınırları açtı, geçsinler dedi. Bunu olumlu anlamda söylemiyorum, kendi haline bırakma durumunun sıkıntıları ortaya çıkmaya başladı. Büyük ölçüde kalıcı olmayacakları beklentisi ve arzusuyla bunu böyle yaptı devlet. Şimdiyse kalıcı olacaklarına dair işaretler net biçimde belirmiş durumda ama gelinen aşamada devlet kademelerinde bu kalıcılık-geçicilik tartışmasının bittiğini de zannetmiyorum. Bu sene içerisinde bir araştırmayı tamamladık, bu kapsamda Ankara’da bu işten sorumlu bürokratlarla yaptığımız görüşmelerde şu çok açık ortaya çıkıyordu: Devlet kademesinde bu işten sorumlu bürokratlar da ortadan ikiye yarılmış durumdalar. Bir grup, “Göçmenlerin gitmesi lazım dolayısıyla fazla teşvik edici müdahalelerde bulunmamak lazım, çok haklar tanımamak lazım. Şimdi varlar ama esasında yoklar” düzeyinde bir yerden hareket ediyor. AFAD mesela bunun en tipik örneği. AFAD’ın bütün projeksiyonu Suriyeli göçünün geçici bir sorun olması üzerine kurulu. Bürokrasi içinde çok daha baskın konumda olan bu görüşe göre çözüm, Suriyeli nüfusu olabildiğince kontrol altında tutmak ve savaş bittiğinde de bu nüfusu geri fırlatmak. Diğer tarafta ise entegrasyon meselesini gündeme getiren, eğitim meselesini tartışmamız gerektiğini dile getiren, görece güçsüz bir ekip var. Bu tartışmanın bitmemiş olması ve bir yere bağlanmamış olması zaten toplum içerisindeki bu sahiplenme/sahiplenmeme meselesini sürekli pekiştiriyor. Biz esasında sorunu büyüte büyüte, şimdi sorun lafını kullanacağım çünkü potansiyeller meselesi giderek o sorunun altına gömülüyor, sorunu büyüte büyüte ilerliyoruz. Yani elimizi çabuk tutmamız lazım.
Konu, zorla yerinden edilme olarak tariflenince çok daha büyüyor. O zaman buradaki çok yüksek kira artışı yüzünden şehir merkezinde oturamayanlar, kent çeperlerine sürgüne gönderilen Sulukuleliler gibi çok daha büyük bir mesele ile yüz yüze geliyoruz.
Evet ama göç meselesi kendi özgünlükleri de olan bir mesele, ölçek ve nitelikleri itibariyle. Merve’nin çok güzel özetlediği bir şey vardı: göçmenler üzerinden yerli olan ve göçmen olanın beraber deneyimlediği bir dolu politik, ekonomik, kültürel çatışma sürecini esasında tekrar yaşıyoruz. Tüm bu özgünlüklerine rağmen ortaklık meselesinin altını çizmek lazım. Elbette ki yaşadıkları sorunlar, hukuken vatandaşlık haklarından mahrum bırakılanlar için çok daha dramatik boyutlarda ama barınma meselesinde olduğu gibi, kentsel yaşam içerisindeki sorunlarda olduğu gibi bizleri ortak kesen meseleler olduğunu da gözetmek lazım. Dolayısıyla beraber bir şeyler yapmanın, bir şeyler kurmaya çalışmanın da öncelikli olması gerekiyor.
Şu an konuştuğumuz mevzu kendine has birçok noktayı içeriyor, birçok açıdan sorun olarak koyduğumuz şeyler, Türkiye toplumunun içinde sorun olarak zaten var olan şeylerdi. Bu bence çok temel bir nokta, hele de onlarla yüzleşmeyi, onlarla çözüme doğru gitmeyi ya da beraber oturup konuşmayı hesaplarken ve çok kolay hareket edemezken. Birçok çalışmada STK çalışanlarına, devlet memurları ve belediye çalışanlarına nereli olduklarını sorduk. Herkesin aslında göç ve göçmenlik deneyiminin olduğunu, özellikle İstanbul gibi bir yerde, herkesin bir göçmenlik öyküsü, kendi memleketine dair bir kurgusu, hayali olduğunu, bu deneyimlerin asıl ortaklık olduğunu ortaya çıkarabilmeye çalıştık. Ama özellikle yoksulların rekabete zorlandığı bir alanda bunları kurmak çok da kolay olmuyor. O yüzden başka düzeylerde başka şeyler düşünmek gerekiyor. Ayrıca, beraber örgütlenme pratiklerinde iyi niyetle başlayan bir şey, çok daha hiyerarşik bir şeye dönebiliyor. O yüzden katılım derken, gerçek anlamda bir katılım demek lazım, "göstermelik katılım" değil.
Bunun ötesinde katılım mekanizmalarını düşünmek gerek, örneğin dil bariyeri nasıl aşılacak ya da nasıl bir iletişim aracı kullanılacak? Böyle bir toplantıda bile, örneğin bu konuşmaları İngilizce yapalım deseydik, İngilizcesi daha iyi olanlar derdini daha iyi anlatabilecekti. Çok basit gibi duruyor ama çok belirleyici olabiliyor. Bir şeyin tamamen gücünü, dinamiğini, akışını değiştirebiliyor. O yüzden gerçek katılımın olmasını sağlayacak mekanizmaları düşünmek hepimiz için zorunlu. Sadece Türkiye’nin sorunu olarak koymuyorum bunu, insanlığın düşünmesi gereken bir şey. Çok iyi niyetli görünen çalışmalarda hiyerarşiler tekrar kurgulanabiliyor, üstelik gücü elinde tutana “katılımcı” süreçle meşruluk sağlayarak. Ya da kavramların içi tamamen boşaltılarak, yeniden üretiliyor. Şu an kullandığımız her tür kavram aslında anlamlarını yitirir bir biçimde, içinin boşaltılması riskiyle karşı karşıya.
Ben burada öz-örgütlülük meselesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Göçmenlerin kendi örgütlülüklerinin inşa olmasıyla ancak bu tür katılımcı süreçler gerçek anlamda işler hale gelir. Hayırseverlik karşısında daha dayanışma temelli göçmen, göç hareketleri inşa edilecekse bu ancak öz-örgütlülük üzerinden yükselebilir. Yerli olanların örgütlenmeleriyle göçmenlerin örgütlenmelerinin önce belki görece dışsal olarak buluşması, sonrasındaysa iç içe geçmesiyle gerçekleşecek bir durumdan söz ediyorum. Bu da zaman alacak. Ne istediklerini, ne arzuladıklarını, sorunları nasıl algıladıklarını dinlemek gerekiyor. Benim gözlediğim şeylerden biri bu, yine büyük ölçüde Suriyeliler üzerinden konuşuyoruz durumu o belirlediği için ama insanların talebi acil sorunların, gündelik ihtiyaçlarının karşılanması değil büyük ölçüde. Biraz ekmek getir, yumurta getir meselesini geçeli çok oldu. Tanınmak istiyorlar, haklarının tanınmasını istiyorlar. Bu sorunlar yok mu? Var. Ama sen bunu dinlemezsen, onlara sadece ekmek götürmenin önemli olduğunu zannedersen şimdiki durum ortaya çıkar. İstanbul’da her biri yakaladığı beş göçmene yardım etmeye çalışan yüzlerce STK var. Evet bu çok iyi niyetli ama bunun adı katılımcılık da değil, dayanışma da.
Az önce Hülya’nın söylediği gibi biz hala meseleyi acil durum meselesi gibi tartışıyoruz. Bir sonraki aşamaya özellikle geçmiyoruz, öyle görmek istemiyoruz çünkü. Fırat Genç: Devletin kurduğu bu hayırseverce yaklaşımın da çok etkisi var. Yapıyı da o belirledi. Siyasal iktidarın destekçisi olmayan kesimlerin göçmenlerle teması görece daha az kalmış olabilir bu son beş senelik süreçte. Öbür tarafta kalanların daha fazla teması var. Ama onların kurduğu temas da o yapının belirlediği bir temas oldu. Oradan buraya geçiş kolay olmayacak.
“Kardeşlerinize yardım eli” minvalinde panolar gördüğümü hatırlıyorum.
Söylemler çok önemli. Fırat’ın söylediklerinin çok benzeri sakatlar meselesinde yaşandı. Sakat hareketi ortaya çıktığında, 1970’lerde Amerika’da ve İngiltere’de insanlar, kendi isteklerinin ve kendi haklarının olduğunu dile getirdiğinde tanınmaya başlandılar. Kanunlar, yasalar, haklar bunun ardından geldi, ondan sonra bir şeyler düzelmeye başladı. Az önce, mimarlar ne yapabilir diye konuşurken meselenin asıl toplumsal olarak halledilmesi gereken bir mesele olduğunu söylüyorduk ya, çok büyük benzerlikler var belki sakat literatürüyle. Sakat çalışmalarına bu anlamda yeniden bakmak ya da paralellik kurmak iyi olabilir belki.
Ben siyasetin tanımını yaparken ısrarla ihtiyaçlar üzerinden yapmamız gerektiğini düşünüyorum, Nancy Fraser’ın söylediği gibi: Aslında siyaset, ihtiyaçların yorumlanması siyaseti. Yani neyin ihtiyaç olduğunu tanımlamak çok temel bir nokta. Biz şurada oturup birilerinin neye ihtiyacı olduğunu söylediğimiz anda, o hiyerarşiyi tekrar kurmuş oluyoruz. Gerçekten “iyi niyetli” olabilir ama bizim için hakikaten hayati olmayan bir şey olduğunu düşündüğümüz şey öyle olmayabilir, mekanın kurgulanması da bence böyle bir şey. Biz neyi önceliyoruz, neyi gerçek ihtiyaç gibi tanımlıyoruz? İhtiyaçlar evrensel midir? Evet, bazı ihtiyaçlar evrensel olabilir ama onların nasıl ve ne şekilde karşılanacağı iktidarın, gücün nasıl kullanıldığına dair bir analizi gerektiriyor. O yüzden katılım derken onu kendi koyduğumuz listeyi meşrulaştırmak için kullanmaktansa, gerçekten orada ihtiyaç olarak tanımlanan şeyi duyup onun üzerine beraberce çözüm üretebilecek mekanizmaları kullanmak gerekiyor. Burada iş zaten sadece mültecilik ya da göçmenlik konusuyla ilgili değil. Aynı zamanda bütün vatandaşlık meselesi için de kurguladığımız ve sorguladığımız bir şey. Sakatlar kadar kadın hareketinin de yıllardan beri tekrar kurgulamaya çalıştığı gibi: Benim ihtiyacımı, benim bedenimin ihtiyacını, benim yapmak isteyeceğim şeyi sen bana söyleyemezsin. Benzer bir süreç bu: herkesin kendi ihtiyacını ya da farklılıklarını koyarak eşitliğe doğru gitmek. Aynılık üzerinden hakkaniyetin sağlanamayacağı nispeten kabul edilmiş bir gerçek ama ihtiyaçların yorumlanması mevzusu da bana çok önemli geliyor. Çünkü tartışılabilir olmakla beraber kaynak sınırlılığı, dağılım sorununu da beraberinde getiriyor. Burada ekmek dağıtımının ötesinde, neyin ihtiyaç olduğunun kurgulanması ve tabi ona ulaşma noktasında da neyin sağlandığı önemli. Yasal düzenlemelerde en basitinden eğitim ve sağlık hakkı verilmiş durumda ama bu haklara kimlerin, nasıl, hangi şekillerde erişebildiği sorusu her şeyi tekrar masanın üstüne getiriyor.
Aslında mevcut yasal düzenlemelerin varlığı nedeniyle devletin resmi yollarla çözüm bulması gereken bu insani krizlere başka ne türden desteklerle katkıda bulunulabilir? Kendi perspektifinizden belki daha mimari ya da mekansal olarak bakabiliriz. Ya da öz örgütlenme diye Fırat’ın açtığı yerden devam edebiliriz.
Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı’nı örnek vereyim. “Biz bu kentte, mahallede yaşıyoruz, hemşeriyiz” söyleminden hareket ediyorlar. Ve mevcut semt dernekleri dayanışma ağı üzerinden hareket eden bir oluşum bu. Oradaki hemşerilik bana çok kilit bir kavram gibi geliyor. Beraber yaşadığım kişiyle hemşeri, aynı şehirli olma hali, bir yerellik. Erzurumlu biriyle müştereklerimi düşünmek belki kolay değil ama İstanbul’da aynı mahalledekiyle daha kolay. Bir taraftan da Belediye Kanunu’nun hemşerilikle ilgili 13. maddesi var: “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşerisidir. Hemşerilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır. Yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur” diyor. Soner Çalış, yarıkları bulmak ve aralarını açmak diye bahseder. İşte o bence çok değerli. Bu kanun maddesi bu yarıklardan biri. Buralardan hareket etmek galiba bizi ümitsizlikten, en azından beni her seferinde kendi ümitsizliğimden çekip çıkarıp çalışmaya çağırıyor.
Beraber yaşadığın yerde aslında birçok somut sorunla karşılaşıyorsun; yağmur yağıyor, çamur oluyor, trafik oluyor vs. Bu tür günlük sorunları beraberce yaşadığın kişilerle hemşerilik üzerinden kurgulamak aslen çok da zor değil. Benzer bir biçimde de devlet sınırlarının ötesinde aslında daha kozmopolit etik anlayışının olduğu bir zeminde, günlük sorunları aşarak daha büyük sorunlar için de sınır ötesi düşünebilecek bir ortam üretilebileceğini düşünüyorum. Farklı türde eğitimler düşünmek zorundayız bunun için. Sadece bizim üniversitelerde verdiğimiz türde eğitimler değil, daha yaygın ve daha etkileyici eğitimler düşünmek zorundayız. Yaşadığımız çağın en temel sorunlarından biri, sorunun sadece oradaki çamur değil, oraya o kadar anormal yağmur yağmasının altında yatan iklim krizi olduğunu göremememiz. Sınır ötesi sorunlarımız çok fazla ve beraber bu ortak sorunları, ortaklıkları daha fazla vurgulayarak çözmek zorundayız. İnsanların ortaklıkları farklılıklarından çok daha fazla. Ama ürettiğimiz dil, farklılıklar üzerine. Bu ortaklıkları görmemizi engelleyecek sorunlarla beraber yaşıyoruz, o yüzden de bir noktada ölçeği küçültmek anlamlı. Çünkü aslında demokrasinin bir biçimde var olabilmesi o ölçek küçüklüğüyle olabilecek bir şey. Ama aynı şekilde de ölçeği tamamen daha yukarda bir yerden etik anlayışla kurgulayabilmek gerek. Yerel ile küresel arasında, kozmopolit anlayışın da içini doldurarak ciddi ve yeniden bir etik kurgusuna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu ütopik bir düşünce değil, aksine bu olmadığı takdirde yaşanamaz bir dünyanın içinde olacağımızı öngörmek. Bu tarz argümanların hepsi özellikle siyaset ve uluslararası ilişkiler disiplininde, “idealist”, bıyık altından gülerek karşılanan ya da “dünya gerçeklerinden kopuk” olmakla yaftalanan söylemlerdir. Oysa, tam da dünya gerçekleri böyle olduğu için bu yönde bir değişime gereksinimimiz var çünkü bu olmadığı takdirde içinde yaşayamadığımız ve yaşayamayacağımız bir dünya yaratıyoruz.
Göçmenlerden bahsettiğimizde akla ilk gelen bunun bir sorun, kriz alanı olması ve onların mağdur, bir şeylere maruz kalan gruplar olarak düşünülmesi. Belki başlangıç noktasını tersine çevirmek gerekir: Göçmenler çoğu kez, hareketleriyle dünyayı yeniden yaratan insanlardır. İnsanlık tarihi bunun üzerine gelişti ve bugün de yine bu oluyor. Potansiyellerini de görerek, altını çizerek analize başlamak gerekir. Halihazırda göçmenlerin politik bir kapasitesi var ve bunu da kullanıyorlar. Her zaman açık politik formlarla yapmasalar da mesela Türkiye’de, Edirne’deki Umut Yürüyüşü’nde olduğu gibi açık politik tavırlarla olmasa da gündelik hayattaki mücadelelerinde çoğu kez politik etki yaratıyorlar ve dolayısıyla da politik kapasiteleri olan yurttaşlar gibi, politik özneler onlar da. Çocuk değiller, yardıma muhtaç değiller. Dünya çapındaki kontrol mekanizmalarının bu kadar yoğunlaşıyor olmasının sebebi de bu politik kapasitelerinin varlığı. Onların hareketini kontrol etmek için müdahale ediyor devletler, sermayeler ya da kurumlar. Tabi bunu söylemekteki amacım, onlara mükemmellik atfetmek değil, onlar da bizler gibi, birtakım yapısal sınırlar içinde hareket ediyorlar. Ve bu yapısal sınırlar da, farklı kurumsal bağlamlarda giderek katılaşıyor. Ama katılaşan durumlar, hepimizin, yurttaş olanların da hayatlarının vidalarını sıkan mekanizmalar. Dolayısıyla farklı sorunları farklı şekilde yaşıyoruz belki ya da potansiyellerimizi farklı şekilde ifade ediyoruz ama ortak bir hayatı, ortak bir dünyada yaşıyoruz.
Kozmopolit bir etik üzerinden yeni bir yurttaşlık tanımı gerektiğinden bahsetti Pınar; ben buna kent hakkı kavramı üzerinden bakıyorum. Bununla da basitçe kentte yaşayanların yurttaş olsun olmasın sahip olduğu barınma, su hakkı vs. gibi tekil hakların toplamından bahsetmiyorum. Daha fazlası, Lefebvre’in kullandığı anlamıyla, kavramın özüne dönerek bakmak lazım çünkü zaman içinde üzerine başka şeyler eklendi. 1990’larda, 2000’lerde giderek ana akımlaşmış; Birleşmiş Milletler, Habitat, UNESCO gibi kurumların söz dağarcığına eklenmiş bir kent hakkı kavramı daha var. Ama hayır o değil, ısrarla Lefebvre’in ilk kullandığı anlamı hatırlamak gerek: Kenti yaşayanlar olarak kentimizi dönüştürme, dolayısıyla kendimizi dönüştürme anlamıyla kent hakkı. O anlamda belki ölçek daralıyor ama aynı zamanda kapsam genişliyor. Hepimiz aynı teknede değiliz o anlamda. Kentte yaşayanların bir kısmıyla görece daha rahat yan yana gelecekken, bunun içine göçmenlerin de dahil olmasını umuyorum ama bir kısmıyla da bunu yapamayacağız. Çünkü bu kenti dönüştüren ve arzuladığım şekilde yaşamama engel olan yapısal faktörler var, devlet ve sermaye gibi. Bunların bir kısmına karşı göçmenlerle beraber olmak, neden olmasın? Kent hakkı eğer İstanbul için somut, altı doldurulabilir bir şey olacaksa, bugünün Türkiye’sinde o 500.000 göçmenle yapılabilir, yapılmak zorunda, başka çaresi yok.
Ben de sözü buradan mimarlığa geri getireyim. Aslında bir süre önce Bir Pavyon İki Etkinlik başlığıyla iki ayaklı bir toplantı olmuştu. İkinci toplantıda, mimarlıkta alternatif üretim ya da katılımcı mimarlık olarak ortaya çıkmış gruplar bir araya gelip deneyimlerini paylaşmışlardı ki çok iyi olmuştu. Bu tür girişimlerin daha da çoğalması gerektiği görüşündeyim. Az önce Fırat’ın verdiği mahalle örnekleri vardı mesela, insanlar bir yerlerde toplanmaya, mahalle kurmaya başlamışlar. Buralara, söz konusu aktif grupların, bizlerin, hepimizin birlikte gitmesi gerekiyor. Mimarlığın, güncel olana, gündelik olana, aktif ve yaşanmakta olana doğrudan temas etmesi, toplumsal üretimin akışını yönlendirmesi gerektiğini söyleyebilirim. Bu dediğimin ne kadar zor olduğunu bugünlerde hepimiz görüyoruz ancak özellikle göçmenler, mülteciler için bir araya gelmenin, ortaklıklar üretmenin gerekli olduğunun altını sürekli olarak çizmek gerektiğini düşünüyorum.
İlgili İçerikler:
-
Ban Architects Fas Depremi için Harekete Geçti
-
Toplu Konuta Sosyal Yaklaşım
-
Deprem Bölgesinde Kolektif Yaşama Dönüş
-
Herkes için Mimarlık “Kahramanmaraş Topluluk Merkezi Projesi”ni Hayata Geçiriyor
-
Shigeru Ban Architects'ten Depremzedelere Kağıt Bölme Sistemler
-
Afet Sonrası Prefabrik Çözümler
-
İstanbul Haliç’siz, Haliç Tersanelersiz Olmaz
Haliç Dayanışması 18 Haziran tarihli basın açıklamasıyla mevcut Haliçport projesine itiraz ediyor ve tersanelerin üretim, eğitim, lojistik, istihdam, kolektif bellek gibi tüm değerlerinin sürdürülerek yaşatılmasını talep ediyor.
-
Bir Mücadele Alanı Olarak Kent ve Dayanışma Ekonomilerinin Sunduğu İmkanlar
Aykaç, dayanışma ekonomilerinin bugünün kentsel mücadelelerdeki özel yerini ve de doğrudan demokrasi için sunduğu olasılıkları kaleme aldı.