Sosyal Adalet İçin Sosyal İçerik Üzerinden Üretmek

MELİH BOZKURT

Peyzaj mimarının yaratı alanlarının en önemlisi belki de kentlerde bulunan kamusal açık alanlardır ve bu da insan için ve insan odaklı tasarlamayı ön plana koymayı gerektirir. Kent tarihinin en başından itibaren kamusal mekanlar insanlar için yaratılmıştır fakat insan ve kamusal mekan arasındaki bu ilişki tarih boyunca gelgitli bir devinim halinde dönemsel değişiklikler göstermiştir. Örneğin, antik Yunan kentlerinde agoralar insanların sohbet ettikleri, siyaset tartıştıkları, alışverişlerini yaptıkları mekanlardı. Agoralarda bulunan stoalarda felsefe dahi tartışılırdı, öyle ki zamanla Stoacılar denilen bir felsefi akım/gelenek ortaya çıktı. Bu kamusal mekan kullanımı Roma kentlerine taşındı ve Roma forumları ile geliştirildi. Kent, kamusal mekan ve insan üçlemesinin arasındaki ilişki Orta Çağ Avrupa’sında bozulmuş olsa da Rönesans ile birlikte kent içlerindeki kamusal mekanlar yeniden insanların günlük hayatlarının odağına taşındı. Fakat Sanayi Devrimi’nin etkisiyle kentleşme arttı ve 20. yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanan küresel ekonomi politikaları sebebiyle kamusal açık alanlar dünyanın birçok yerinde insan odaklı olmaktan çıktı. Kapital ekonomi ve kentleşmenin baskıları ile açık alanlar yerlerini özel ya da yarı özel binalara bırakmaya başladı.

Son yıllarda yapılan araştırmalar insan ve kent arasındaki ilişkiyi çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Dünya nüfusunun %54’ü1, Avrupa Birliği nüfusunun %75’i2 ve Birleşik Krallık ülkelerindeki nüfusunun %83’lük3 kısmı kentlerde yaşamakta. TUİK’in son yapmış olduğu araştırmalara göre Türkiye’de bu oran çoktan %91’in üzerine çıktı. Şu anda yaşamakta bulunduğumuz çağda hızla artan kentleşmenin insan, kamusal mekan ihtiyacı ve kamusal mekanın sağlanabilmesi arasındaki terazinin dengesini giderek bozmakta olduğu görülüyor.

Kentlerde planlanan ya da korunan kamusal mekanların dağılımı da sosyal yönden adaletli olarak sağlanamıyor. Halbuki sosyal adalet sürdürülebilirliğinin üç sac ayağından biri olan sosyal sürdürülebilirlik en önemli mihenk taşıdır. Sizlerin de bildiği gibi diğer iki sac ayağı ise ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik olarak tanımlanmıştır. Günümüzde birçok meslektaşımız özellikle ekolojik sürdürülebilirliğin üzerine eğilse de aslında teorik olarak bu üçünü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ekolojik sürdürülebilirlik ekonomik sürdürmeyi getirirken, ekonomik olarak sürdürülebilirlik ise sosyal olarak sürdürülebilir, eşit ve adaletli bir toplum yaratır. Öte yandan kaynakları eşit ve adaletli olarak bölüşebilen bir toplumun hem ekonomik hem de ekolojik olarak sürdürülebilir olduğu teorik olarak ortadadır. Bu tamamen bir döngüdür ve bugün değişik meslek disiplinleri bu döngünün farklı uçlarından tutarken, sosyal sürdürülebilirlik hep en sona bırakılır. Fakat biz peyzaj mimarları ve şehir plancılarına, sosyal olarak eşit ve adaletli bir toplum yaratılması için büyük iş düşüyor.

Alparslan Parkı, Sultanbeyli; fotoğraf: Melih Bozkurt
Alparslan Parkı, Sultanbeyli; fotoğraf: Melih Bozkurt
Kadıköy ilçesinde Sultanbeyli Alparslan Parkı ile aynı büyüklükte bir park ve çocuk oyun alanı; fotoğraf: Melih Bozkurt

Bugün çevremize baktığımızda yüksek sosyo-ekonomik statüye (SES) sahip olan alanlarda daha erişilebilir ve adaletli bir kentsel açık ve yeşil alan dağılımı gözlemlenirken, düşük SES bölgelerindeki bu alanlara hem erişim kısıtlıdır hem de mekansal kalite düşer. Buna örnek olarak sizlere bir araştırma için İstanbul’un Sultanbeyli ilçesinde çektiğim bir fotoğrafı sunmak istiyorum (fotoğraf 1). Bu fotoğrafa baktığınızda ne kalitede bir kentsel açık alan gördüğünüz sanırım sizin hayal gücünüze bağlı, zira imar planlarında yeşil alan olarak gözükmekte olan bu alanı tasarlayan (ki burada tasarlamak kelimesinin sonuna büyük bir soru işareti koymak gerekir) meslektaşlarımızın bu mekana katkısı anlaşılamıyor. Bu sadece bir örnek, fakat Sultanbeyli ve Sancaktepe gibi İstanbul’un sosyo-ekonomik olarak geri kalmış bölgelerinde bunun gibi onlarca açık alan olduğu görülebilir. Öte yandan, Kadıköy gibi sosyo-ekonomik yönden avantajlı insanların yaşadığı bölgelerdeki yeşil alanların dağılımı ve kalitesinin, düşük SES bölgelerinden oldukça farklı olduğu kişisel gözlemlerle bile anlaşılabilir (fotoğraf 2). Aslında dağılımdaki bu adaletsizlik dünyadaki birçok kent için aynıdır. Bunun altında, teoride istekte bulunma mekanizması denilen olgu yatar. Sosyo-ekonomik yönden gelişmiş bölgelerde yaşayan insanlar, bulundukları konum ve çoğunlukla yüksek eğitim seviyelerine sahip olmalarından dolayı ne istediklerini bilirler ve mahalleleri, kentleri için ne beklediklerini yerel politikacılara iletebilirler. Hatta iletmenin ötesinde onlara farklı kanallarla temas ederek isteklerinin gerçekleşmesini sağlayabilirler. Öte yandan yerel politikacılar zaten bu bölgelere daha çok yatırım yapma eğilimindedirler çünkü bölgede yaşayan insanların sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel dağılımını korumak için buna mecburdurlar.

İşte biz peyzaj mimarlarına iş tam da bu noktada düşüyor. Kentsel açık alanlara erişim olmayan veya erişim olsa dahi mekan kalitesi düşük ve çevrede konumlanmış halkın ihtiyaçları göz önüne alınmadan üretilmiş olan peyzajlar yüzünden yeterince faydalanılamayan alanlara eğilmek, bizlerin sosyal adaleti ve sosyal sürdürülebilirliği sağlamak adına atabileceğimiz en temel adımdır. Burada şehir plancıları ile bir işbirliği de gereklidir. Yani gelişmekte olan bölgeler planlanırken erişilebilir kentsel açık alanlar da planlanmalı ve bu alanlar bizler tarafından çevrede yaşayan halkın sosyal ve kültürel yapısı da dikkate alınarak tasarlanmalıdır. Bu tasarımlarda çevreye uygunluk ve kalite anahtar noktalardır.

Aslında sosyal içerik üzerinden üretmek ile kaliteli mekanlar yaratarak bir sosyal içerik oluşturmak devinim halindeki bir döngüden ibaret. Dünyanın önde gelen araştırmacı ve kentsel tasarımcı/mimarlarından birisi olan Jan Gehl’in ilk çalışmalarından biri olan Life Between Buildings kitabında da ortaya koyduğu gibi mekan kalitesi özellikle sosyal ve isteğe bağlı olarak kentsel açık alan kullanımında büyük bir fark yaratır. Yani kaliteli ve tasarlanmış açık alanlar sosyal amaçlı kullanımı artırırlar. Aynı şekilde kentin sahiplerinin yaşam ve davranış biçimlerini dikkate alan, bunlara göre şekillenen ve daha yüksek sosyo-ekonomik yapıdaki insanların erişebildikleri imkanları onlara sağlayan mekanlarda insan kullanımının artacağı da su götürmez bir gerçektir. Özellikle geri kalmış bölgelerde kullanım arttıkça daha sosyal bir toplum oluşturmak mümkünleşir. Farklı kesimlerden insanlar bir araya gelebilir. Bu da en azından kentsel yeşil alanların dağılımı bakımından adaleti ve farklı kesimlerden insanların bu mekanlara erişimleri ile sosyal adaleti sağlamak açısından kendi üzerimize düşeni yapmış olmamızı sağlar.

Öte yandan, yukarıda belirttiğim gibi düşük SES bölgelerinde yaşayan insanlar geldikleri taban, eğitim seviyeleri ve erişimlerinin olmaması gibi sebeplerle mahalle ve kentlerine dair düşünmezler ya da düşüncelerini aktaramazlar. İşte tam da bu noktada Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş coğrafyalarda “park friends group” adıyla karşımıza çıkan inisiyatifler kurmak bir çıkış noktası sağlayabilir. Bu inisiyatifler düşük SES bölgelerindeki halkın isteklerini tespit edip bunları yerel yöneticilere taşıyarak, halkın isteklerini duyurmasına da yardımcı olabilmekteler. Düzenledikleri etkinliklerle park ve açık alanların tasarım ve/ve ya yönetiminin sağlanması için gerekli bütçeyi temin etmeye katkı sağladıkları gibi aynı zamanda düzenli gönüllü iş gücü sağlayarak bu alanların bakım ve onarım faaliyetlerini de üstlenebilirler. Bu şekilde o bölgede yaşan insanlar için ve onların isteklerinin ön planda tutulduğu, fakat mesleki/bilimsel gerçeklerin de göz ardı edilmediği açık alanlar ortaya çıkar. Hatta vandalizmin çok yaygın olarak görüldüğü bölgelerde dahi (ki bu düşük SES bölgelerinde oldukça yaygındır) inisiyatifler üzerinden halkın katılımı ile üretilen kentsel açık alanların, çevre halkın sahiplenmesi ve kullanması sayesinde vandalizmden etkilenmeden korunduğu birçok örnekte görülebilir. Bu şekilde çevrede yaşayan halkın katılımcı tasarım ilkeleri doğrultusunda üretim ve yönetim sürecine katılmasıyla, onların yaşam biçimleri ve isteklerini dikkate alan kamusal açık alanlar ortaya çıkar ki bu da daha sahiplenilmiş ve sosyal olarak kullanılan mekanlar yaratılması için önemlidir.

Yazımı sonlandırırken sadece ekolojik sürdürülebilirliği değil, ekolojik sürdürmeyi göz ardı etmeden sosyal sürdürülebilirliği de sağlama konusunda biz peyzaj mimarlarına çok iş düştüğünü bir kez daha vurgulamakta fayda görüyorum. Bizler özellikle sosyo-ekonomik olarak geri kalmış bölgelere odaklanarak, bu alanların kentlerin diğer alanları ile aynı imkanlara sahip olması adına üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeliyiz.

NOTLAR
1 Avrupa Çevre Ajansı, 2016
2 Dünya Bankası, 2016
3 Dünya Bankası, 2016

Etiketler:

İlgili İçerikler: