Derin Sularda Yüzmek

HÜLYA ERTAŞ

“Türkiye’de zaten genel olarak eleştiri kültürü yok.” “Mimarlık camiası zaten bir avuç, herkes bir diğerini kırmaktan çekiniyor.” “Yapılan işler arasında eleştirilecek tarafı olanlar çok az, zaten mimar sözünü geçiremiyor ki işverene.” Vesaire vesaire... Bugüne kadar pek çok vesileyle hepimiz bu cümlelerin en az birini duyduk, mimarlık eleştirisinin neden var olmadığı üzerine çok sayıda toplantı düzenledik ve katıldık. Biz ise bu sayıda mimarlık eleştirisinin nasıl yapılabileceğini konuşmak istedik. Bunu biraz sınırlandırmak için ve içinde bulunduğumuz üretim-fazlası binalar döneminin anlamlı bir şekilde okunabilmesi açısından önemli gördüğüm binalar üzerine yazılıp çizilen eleştiriye odaklanmaya çalıştık. Yapıyı fikirlerin somutlaşması için kullanan genel mimarlık eleştirisi metinlerinden ziyade bir yapıdan hareket ederek onu eleştiren, bunu yaparken de mimarlığa bir nesne değil, bir olgu olarak bakan bina eleştirisi metinleri, tartışmamızın ana konusu. Aslıhan Şenel, Celal Abdi Güzer, Funda Uz, Gökhan Karakuş ve Ömer Kanıpak ile eleştiri metinlerinin nasıl kaleme alınabileceğini ve eleştirmenin günümüzdeki konumunu masaya yatırdık.

HE
HE


Bugüne kadar "Mimarlık eleştirisi Türkiye'de niye yok?" konulu çok sayıda toplantı yapıldı. Bense bunun nasıl yapılabileceği, yöntemi ve araçlarının neler olduğu üzerine tartışmak istiyorum. Mimarlık eleştirisinin denenmediği sürece hiçbir zaman yapılamayacağını düşündüğümden neden yapılmadığını tartıştıkça da bir yere varamayız. Bu sohbet kapsamında daha çok bina eleştirisine odaklanmak istiyorum. Mimarlık tarihi yazımından ya da binanın/projenin kendisinin bir mimari kuramı ispat için kullanıldığı metinlerden değil, doğrudan yapılı çevremizi etkileyen binalar ya da etkilemeyi planlayan projeler üzerine geliştirilen eleştiriyi kast ediyorum bina eleştirisi derken. Bir bina eleştirisi yazısı nasıl yazılır, yöntemleri nelerdir, nereden yola çıkar, nasıl yaklaşımları takip edebilir gibi daha pragmatik bir yönden konuya yaklaşarak başlayabiliriz. Belki sonra gerçek anlamda bir bina eleştirisi yazılabilmesi için gerekli koşulları konuşarak konuyu genişletebiliriz. Öncelikle, bir kişinin bina eleştirisi yazmaya başlamadan önce ne tür yaklaşımlar geliştirebileceğini, nereden başlayabileceğini konuşabiliriz. Mesela Alexandra Lange’in “Writing About Architecture” kitabında dört ana yaklaşımdan bahsediliyor; biçimsel, deneyimsel, tarihi ve aktivist yaklaşımlar. Bunlara benzer birtakım yaklaşımlar da biz tarifleyebilir miyiz? Bir kişi bina eleştirisi yazmak için bilgisayarın ya da kağıdın kalemin başına geçtiğinde nereden başlayabilir?

(fotoğraflar: onur doğman)
aslıhan şenel
celal abdi güzer
funda uz
gökhan karakuş
ömer kanıpak
gökhan karakuş ve funda uz
GK
GK


Ben bu kitabı akademik boyutuyla değerlendirince, tamamen New York üzerinden ilerlemesini biraz naif buldum. O nedenle bunu bir çıkış noktası olarak almamız mümkün görünmüyor. Sadece New York incelemesi yapıp buradan evrensel bir yaklaşım geliştirmek pek sağlıklı gelmiyor. Farklı yapı tipolojilerinden bahsetmesi anlamlı, yine de kapsamına aldığı tüm yapılar mimar elinden çıkmış ürünler; oysa bina ise daha büyük bir öğe hayatta. Mimarsız mimarlık anlayışına bakacak olursak, onu eleştirme biçiminin de çok farklı olduğunu görüyoruz. Yerel mimarlığı değerlendirirken, onun elindeki imkanları göze alınca, tanımladığı bu tarihi, biçimsel, deneyimsel, aktivist yaklaşımlarının dışına çıkmak lazım. Batıya ve New York’a baktığımız zaman, genelde kent içindeki yapılara odaklandığını görüyoruz. Yalnızca kentte mi olur mimarlık? New York verilerini evrensel tezler olarak sunmayı ve bu verileri referans olarak baz almayı kısıtlı bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum.

ÖK
ÖK


Ben evrenselleştirme çabası var yok mu çok emin değilim ama eleştirmenin önce kendi çerçevesini tanımlaması gerektiğine inanıyorum. Lange’in kitabının da eleştirmenin önce hangi çerçevede oynayacağını tanımlaması sonra eleştirisini geliştirmesi gerektiği fikrinden hareketle yazıldığını düşünüyorum. Dolayısıyla, Lange’ın kurduğu bu dört çerçeve dışında başka çerçeveler de tanımlanabilir. Mesela Lange Amerikalı eleştirmenler dışında Bruno Zevi, Sigfried Giedion, Manfredo Tafuri gibi çok aşina olduğumuz pek çok Avrupalı eleştirmenden bahsetmemeyi seçmiş. Çerçeveyi bu doğrultuda tanımladığı için kitabın geçerliliği var bence.


Ön yazısında bir ders kapsamında yapıldığından söz ediliyor. Ders kapsamında farklı yöntemler ele alınıyor. Kurulan çerçeveler çok katı tanımlandıklarında durumu sınırlandırabiliyor, fakat yine de bunun bahsi geçen dersin kuruluşu açısından olumlu ve tutarlı olduğunu düşünüyorum. Biz de "Mimari Tasarımda Eleştiri" diye bir ders veriyoruz. Bu ders ile karşılaştırdığımda, bizim dersin bundan oldukça farklı olduğunu gözlemliyorum. Burada eleştirinin nasıl yapılacağı ve yöntemleri temel bir bilgi olarak veriliyor. Biz dersi çok daha deneysel bir şekilde yürütüyoruz. Eleştiri kurallarına dair sınırlamalar yapmamaya çalışıyoruz. Öğrencinin değişik ve yeni yöntemler geliştirmesini önemli buluyoruz ve bunu teşvik ediyoruz. Türkiye’de mimari eleştirinin neden yapılmadığı ve nasıl yapılacağı tartışılırken bunu yapacaksak yeni bir dil oluşturmak gerektiğine inanıyorum. Mevcut kuralları tanımlayıp bunların içine hapsolursak ilerleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Bu yüzden eleştirel ve deneysel yöntemin önemini vurguluyoruz.

GK
GK


Dersin Türkçe yapılması önemli. Türkçe’nin imkanlarıyla eleştirme konusuna da değiniyor musunuz?


Muhakkak. Funda’nın da benim de bu konu hakkında ayrı araştırmalarımız var. Araştırmalarımızı konuya dahil etmeye çalışıyoruz. Edebiyat işin içine girebiliyor. Özellikle Türkçe’nin kullanımı ve yazı şeklinin üretim aracı olarak kullanılmasının önemini vurguluyoruz. Bina hakkında yazmayı değil, binayı yazmayı amaçlıyoruz.

FU
FU


"Writing About Architecture" yerine "Writing Architecture" gibi bir ifade kullanmamızın sebebi bu. Anlatının ve eleştirinin bütün kanallarını açmayı ve farklı temsillerde de üretimler yapılmasını sağlamayı hedefliyoruz. Ben Hülya'nın sorusunu karşılayan bir yanıt gibi görüyorum bu kitabı. Belki soruyu da tartışmamız lazım; eleştirinin kapsamını "bina eleştirisi" olarak sınırlamamızın sebebi nedir?

HE
HE


Bina olarak sınırlamamızın sebebi, mimari eleştirinin kapsamının çok geniş olması. Bina eleştirisine odaklanırsak daha net bir çerçeve içinde konuşacağımızı düşünüyorum. Mimari metin ve bina eleştirisi olarak kategorize ettiğimiz zaman ikisi hakkında da çalışmaların eksik olduğunu görüyoruz, fakat bu iki kategoriden bina eleştirisi metinlerinin eksikliği daha çok hissediliyor.

FU
FU


Mimarlığı var eden şeyin; tek başına mimarın kendi erki olmaktan çıkan, kentle bağlanan, bulunduğu bağlamla ilişki kuran, mimarlık tarihi içinde kendine bir yer ya da aralık açan, farklı ağlar örgüsü olduğundan söz edebiliriz. Bu ağlar örgüsü tanımlanırsa bunun içinden eleştirilecek olan seçilerek bunun üzerine gidilebilir. Bu, binanın kendi fizikselliği olabileceği gibi çok farklı açılardan geliştirilen bir eleştiri de olabilir. Baştan bu örüntüyü kurmadan, sadece binanın üzerine odaklanmanın eksik bir bakış açısı olabileceğini düşünüyorum. Bunu yapan ve bunu yapmanın gerektiğini savunan eleştirmenlere katılmıyorum. Bu durumda birtakım noktaların gözden kaçırılabileceğine inanıyorum.

HE
HE


Kaçırdıklarımız, bir bina eleştirisi yaparken sadece binadan bahsetmekten mi kaynaklanıyor?

FU
FU


Basit bir örnek vermek gerekirse Demirören Alışveriş Merkezi’nin önünden geçen insanlara yapının güzel mi çirkin mi olduğunu sorsak, çok daraltılmış yanıtlarla karşılaşırız. Halbuki buradaki yasal ve yasadışı karşılaşmalar, olanaklar, olanaksızlıklar üzerinden gidildiğinde başka bir tablo ortaya çıkacaktır. Bu, belki de binanın fiziksel niteliği yerine başka konuları tartışmamıza imkan verecektir.

HE
HE


Bina eleştirisinin bunu kapsadığını düşünüyorum. Binanın bağlamından koparılarak estetiğinden söz edilmesi değil bina eleştirisi. İyi bir bina eleştirisi her ne kadar tekil bir bina üzerine yazılmış olsa da sözünü ettiğin tüm bu yönleri kapsayacaktır zaten.

ÖK
ÖK


Bir süredir, binalara nasıl baktığımı analiz ederken bir sistematik oluşturmaya başladım. Kendimi formüle etmediğim zaman karşıdan gelen eleştirilere de yanıt veremiyorum. Bir sistem olması gerektiğine inanıyorum. Eleştirinin bir de değerlendirme tarafı var, bir yapıyı eleştirirken bir yandan da değerlendiriyoruz. Buna sadece mimarlık olarak bakmak yerine, insan olarak nasıl değer biçtiğimize baktığımız zaman (bir kişiye, bir nesneye, bir etkinliğe ya da fiziksel olmayan herhangi bir şeye) üçlü bir sistem içinde hareket ettiğimizi iddia edebiliriz. Dikotomiden farklı olarak trikotomi üzerinden, iyi-kötü ve güzel-çirkin okuması yerine üçlü bir değerlendirme sistemi ya da parametre kurgusu üzerinden gidebiliriz. Søren Kierkegaard dünya algılama sistemini üçlü olarak kurgular ve her şeyi estetik, etik ve dini açılardan değerlendirir. İncelediği, eleştirdiği şeyin dini değerler bağlamında geçerli olup olmadığını sorgular. Pragmatizmin kurucusu olan Charles Sanders Peirce bunu biraz değiştirmiş. Estetik ve etik aynı kalıyor ama “dini” “mantık”la değiştiriyor. Biz de artık karşılaştığımız nesne ve olayları etik, estetik ve mantık (veya bilimsellik) parametreleri üzerinden değerlendiriyoruz. Bir şey iyi ya da kötüyse etik, güzel ya da çirkinse estetik çerçeveden bakıyoruz. Bilimsel çerçeveden bakmaya çalıştığımız zamansa doğru veya yanlış mı diye sorguluyoruz.

Bu üç parametrenin eleştirilmek istenen herhangi bir binaya uygulanabileceğini düşünüyorum, çünkü iyi ya da kötü olması onun aslında hukuksal olarak birtakım hataları olup olmadığını ortaya çıkarıyor. Sosyal olarak yarar veya zarar sağlıyor mu, kamusal olarak binayı kullananların dışında başka insanlara da hizmet edebiliyor mu? Bu çerçevelerde bakıldığında da binanın etik olarak ne kadar iyi veya kötü olduğunu değerlendirebiliyoruz. Estetik çerçeveden baktığımız zaman ise işin içine mimari terminoloji giriyor. Bu biraz daha mimarlık alanının içinde kalan bir değerlendirme. Doğrusu ve yanlışı ise işverenlerin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığına bağlı bir değerlendirme. Bir bina iyi işliyor mu? İşlev, havalandırma, sirkülasyon çözümleri gibi meseleler tamamen bilimle açıklanabilecek parametreler. Bu üç eksene oturtabiliyorsak bir binayı, bütün çerçeveleri ile doğru bir şekilde analiz edebiliriz. Her zaman her eleştiri bu üç başlığa değinmeyebilir, çünkü bazen birtakım konular daha ağırlıklı olarak ön plana çıkabilir. Örnek vermek gerekirse, bir binanın estetiği çok iyi olabilir, ama tamamen yanlış bir yerde inşa edildiyse eleştiri etik tarafa doğru kaymak zorunda kalabilir. Bir binanın formu çok etkileyiciyse ya da mimari olarak bize daha fazla söz söylüyorsa, o zaman diğer parametreleri biraz daha göz ardı edebiliriz, ki bu da bir kayıp olabilir. Bir bina estetik açıdan ne kadar yeni alan açabiliyor ya da üzerinde konuşulmaya değer ne kadar malzeme sağlıyor, bir iddiası var mı, bazı sınırları zorluyor mu? Yapı ancak bunları sağladığı zaman güzel ve çirkin dışında birtakım konuları konuşmaya başlayabiliyoruz mimari eleştiri anlamında.

CAG
CAG


Bina eleştirisi ile mimarlık eleştirisi ayrımının nasıl yapılabileceğinden pek emin değilim. Tekil binaya bakarak ne öğrenebiliriz? Elbette o binayla ilgili bir şeyler öğrenebiliriz. Binaların yapılma koşulları, öncelikleri, bağlamsal duruşları farklılıklar barındırıyor. Dolayısıyla mimarlık eleştirisi, tekil binaların ötesinde bir mimarlığı anlamaya, tekil binaları anlamak için örnek bir zemin oluşturmaya yöneliktir. Benim açımdan tekil binalar için söylenenler sadece o binayı tarifler. Mimarlık ortamını geri beslemek açısından, eğer başka bir bilgi yumağıyla birlikte bir yere oturmuyorsa çok anlamlı olmayabilir. Günümüzde bina yapma şekilleri, öncelikler ve mimarın rolü değişti. Mimarlığın toplumsal algısı değişti. Bütün bu değişimler içerisinde aslında mimari eleştiri geleneği de değişiyor. Bazıları mimarlık eleştirisinin yok olduğunu, bazılarıysa önemsiz olduğunu söylüyor. Eğitim hayatımızı Le Corbusier'ler, Wright'lar gibi prenslerin ve pelerinli kurtarıcı mimarların olduğu bir dünyanın çizdiği değerler üzerinden oluşturup kendimizi başka bir denizde bulduk. Bu denizde de onların yüzdüğü gibi yüzemiyorsunuz. Sanat tarihi kitaplarına, mimarlık tarihi kitaplarına baktığımızda, mimarlık tarihinin 300-500 yapı üzerinden bütün dünyayı anlamaya çalıştığını görebiliriz. Bu yapıların hepsi, cımbızla seçilmiş, bazen tesadüfen, biraz da Batı hegemonyası altında, biraz belirli bir grubun öncelikleri içinde seçilmiş yapılar. Tipik bir mimarlık öğrencisini ele alsanız onun gündeminde Le Corbusier ve Wright'tan başlayıp, belki ikinci kuşak olarak Rogers'lara, Foster'lara varan, son dönemdeyse Big, Rem Koolhaas gibi mimarlara yer veren, kendiliğinden oluşan ve belli değerleri dayatan bir ana eksen görebilirsiniz. İçinde olduğumuz ortamda mimarlık eleştirisinin asıl meselesinin kendiliğinden masaya konulanın altına bakmak olduğunu düşünüyorum. Bunun dışındaki durumu anlamak, bunlarla aramıza bir mesafe koymak, bize tepeden sunulan bütün eleştirel değerler sistemini sorgulayan bir pozisyona doğru geri çekilmek çok önemli. Bu, ancak bu coğrafyalarda daha doğru yapılabilecek bir iş. Başta Gökhan’ın söylediği gibi, bu işe New York'tan bakıldığında görülenin farklı olması meselesine katılıyorum. Çünkü ayrıcalıklı üretim süreçleri sonucunda oluşmuş yapıları anlamak ve değerlendirmekle, gündelik bir yapım pratiği içindeki mimarlığı anlamak ve değerlendirmek arasında farklar var. Hepimiz, mimarlık öykülerini okuduk. Frank Lloyd Wright'a baktığımızda, bir evi üç buçuk senede çizdiğini, evin sahibi olan arkadaşı ile kavga ederek iki - iki buçuk senede inşa edildiğini, inşa edilirken de beş - altı kez yıkıldığını biliyoruz. Öte yandan, İstanbul'da 1.500 konutlu bir site altı ayda masaya yatırılıyor, iki sene sonra da bitmiş olarak teslim ediliyor. Bu ikisini birbirinin benzeri ya da alternatifiymiş gibi masaya yatırıp, aynı şekilde anlamaya ve tartışmaya çalışırsanız, faydasız bir iş yaparsınız. Dolayısıyla batıda geliştirilmiş bir yöntem, yaklaşım ve eleştiri alışkanlığı ve öğretisiyle doğudaki duruma bakmak çok kolay değil. Buradaki durum, zaman zaman mimarı da yok sayan ve pek çok dinamiği içeren farklı bir süreç tanımlıyor. O süreci anlamak, en az yapıyı anlamak kadar önemli. Bu yüzden bir bağlam içinde değerlendirme yapmak gerekiyor. Hep konuşuluyor diye söylüyorum, Zorlu Center'ın ne kadar "yakışıklı" bir bina olduğu beni ilgilendirmiyor. Ama İstanbul bağlamı içinde nereye oturduğu ve neyi temsil ettiği, onunla birlikte nelerin kırıldığı, ölçeğin nasıl değiştiği, yeni getirdiği bağlamsal ilişkiler sistemi ilgilendiriyor. Mesela, Ömer’in yazısı yapıyı böyle bir çerçeveden ele almaya çalışıyor. Yapılar iyi bir teknoloji ile yapılmaları, kaliteli malzemelerin kullanılması, oran – ölçek kavramlarının iyi çözülmüş olması gibi temel gereklilikler üzerinden incelenebilir. Fakat asıl mesele bu değil. Dolayısıyla “pelerinli” mimarların kapı sövesinden ya da iki taş üst üste koyarak tasarladıkları yapılar üzerinden yola çıkarak mimarlığı anlamak ve anlatmak çabası ile, kentin dinamiklerini bastırıp kenti dönüştüren yapıları anlama süreci arasında belirli farklar olacaktır. Bunları atladığımız zaman, kendimizi tekil bir analiz yöntemine mahkum edebiliriz. Bu da eksik ve yanlış olacaktır.

Eleştiri kelimesinin kökeni, "critisism" sözcüğünden, yani "ayırt etmek” meselesinden gelir. Eleştiri, değerlendirmekten ziyade anlamaya yönelik bir süreçtir. Sadece Türkiye’de değil, pek çok ortamda mimarlık tarihi, mimarlık eleştirisi ve mimarlık teorisi birbirine karıştırılıyor. Karıştırılabilir elbette, bunlar geçirgen kavramlardır, ama bunlar birbirinin yerine geçebilecek şekilde de kullanılabiliyor. Mimarlık değerlendirmesi ise daha akademik bir çalışma. Bir binanın değerlendirilmesi ölçülebilir kavramlar üzerinden gidebilir. Hangi zamanda yapılmış, nasıl yapılmış, kolay uygulanabilir mi, iyi ısınıyor mu, çevreye zarar vermiş mi, insanlar mutlu mu gibi sosyal-fiziksel-psikolojik-kimyasal çeşitli durumlar karşılaştırılıp değerlendirme yapılabilir. Bu, mimarlığı bilimsel olarak denetlenebilir ve ölçülebilir bir duruma sokma çabasının ürünüdür. Tarih hep böyle bir gerilimin içinde mimarlığı ortaya koyar. Mimarinin de mühendislik gibi elle tutulur, kontrol edilebilir değerlendirmeler yapılabilir bir alan olması çabası vardır.

Tasarıma ve sanata çok girdili, karmaşık, geçirgen, birbiriyle çatışan bir sürü meselenin bir arada olduğu durumlar arasında önceliklere karar verme meselesi olarak bakabiliriz. Bizim de eleştirip tartışabileceğimiz durum, öncelikler meselesidir. Ben bir binayı eleştirirken öncelikle bütün çatışan ve çelişen bağlamsal değerler içinden hangilerinin öne çıkarıldığına, hangilerinin geri planda tutulduğuna bakarım. Öne çıkarılan değerlerle toplumun çıkarları ve mimarlığın güncel beklentilerinin çakışıp çakışmadığını önemserim. Çakışıyorsa, orada bir potansiyel görebiliyorum. Çakışmıyorsa, bir aykırılık varsa, ki bu kasıtlı da yapılmış olabilir, bunun bilinçli bir aykırılık mı, yoksa basit çıkarlar üzerine kurulu bir aykırılık mı olduğuna bakarım. Zaten bizi rahatsız eden yenilikçi olan aykırılıklar değil, basit ve gündelik çıkarlar üzerine kurulu olan aykırılıklardır. Bunun içinde imar da vardır, rant da vardır, ekonomi de vardır.

Eleştirinin kime anlatılmaya çalışıldığı da çok önemli. Bu da aslında "Bilgisayarın başına geçtiğimde ne yazacağım?" meselesini doğrudan etkiliyor çünkü mimarlık bilgisi gündelik hayatı ve sokaktan geçen insanı ilgilendiriyor. Mimarlık yayınları arasında popüler, profesyonel ve akademik olmak üzere üç ayrı kültür var. Bunlar arasında bir geçirgenlik var ama medyatik ortam, yazının yazıldığı ortam ve hitap ettiği kesim hem dili hem öncelikleri hem de yöntemi etkiliyor. Bazen bunlar arasında süreklilik olurken bazen olmuyor. Sırf bu nedenle, üretilen yargı da değişebiliyor. Sonuçta bir yapıyı akademik gözle yorumlamakla, sokaktan geçen bir insanın bakış açısıyla yorumlamak arasında fark var. İnsanların beğendikleri mekanlar genellikle hayatlarını kolaylaştıran ve anlık ilişkilerinde mutlu oldukları ortamlardır. Bunu Boğaz Köprüsü'nde de yaşıyoruz. Trafikte saatlerce bekleyen biri için, köprü yapılması gündelik hayatı oldukça kolaylaştıran bir durum, başka bir sorgulamaya gerek duymayabiliyor. Fakat ekoloji, biyoloji, gelişme gibi tezleri kafasında taşıyan biri başka bir dünyadan bakıyor. O zaman o direksiyonun başında bekleyen kişi, diğerini bir yabancı gibi görmeye başlıyor, diğeri ise onu gündelik çıkarları adına doğayı katletmekle suçlamaya başlıyor. Çatışma bir türlü çözülmüyor. Bu sorun mimarlıkta da var. Mimarlık dünyasının dışından biri, bir yapıyı dolaşımın rahatlıkla sağlanması ve ortak kullanım alanlarının varlığı üzerinden değerlendirebilir. Bunlar mimarlık ölçeğinde de tartışılacak konular ama bunları yazarken kime hitap edildiğine dikkat etmek gerek. Özellikle gündelik yaşama yönelik yazıları çok önemsiyorum. Mimarlık ve kültür arasındaki derin ilişkide talebi oluşturan ve denetleyen kesim kültürel anlamda ne kadar gelişmişse çevrenin kalitesi de o kadar artıyor. Nitelikli mekanların eğitimli ve gelişmiş çevrelerde olması, tıpkı batıda kent merkezlerinin korunması fakat doğuda sürekli karar değişikliği olması gibi, tesadüf değil.

ÖK
ÖK


Bir yazıya başlarken kime hitap ettiğinizi belirlemek çerçevenizi çizmenizi sağlıyor. Gündelik bir yayın aracı için yazıyorsanız başka şekilde yola çıkıyorsunuz; mesleki bir yayında yer alacaksa ağırlığı mesleki konulara veriyorsunuz. Ama bizim tartıştığımız kanuni sorunlar, imar sorunları, toplum ve hükümetlerin baskısı, sadece Türkiye'de değil başka ülkelerde de yaşanıyor. Sadece biz oradaki süreçleri takip edemediğimiz için ancak varsayımda bulunabiliyoruz, yoksa aynı tartışmalar dünyanın her yerinde yaşanıyor. Ama esas konu bina tamamlandıktan sonra neden tektoniğini, malzemesini, sirkülasyonunu ve formunu tartışamadığımız.

GK
GK


Bina eleştirisi yapmak 2015 Türkiye’sinde yapılması gereken bir iş. Bu dönemde üretimlere farklı dinamikler dahil oluyor, kimi zaman süreç mimarların dışında gelişiyor. Sosyal, hukuki ve toplumsal durumları bütün olarak ele almak, bunu yaparken de sektörel faktörleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Mimarlık kültürü salt mimarlar arasında gerçekleşiyor ama mimarlık tarihi, mimarlık teorisi, mimarlık eleştirisi çok daha büyük bir çerçeveyi içine alıyor. Sahiplenmemiz gereken konuların bunlar olduğuna inanıyorum. Bence ileriye gitmek istiyorsak binaları sadece kapı ve duvarları üzerinden değil de daha farklı konular üzerinden okuyarak, mimarlığa dair daha spesifik birtakım çalışmalar yapmamız gerekiyor. Ancak ekoloji, yasadışı imar hareketleri dönemin başlıca sorunları olarak karşımıza çıktığı için öncelikli olarak onları ele almak gerekiyor.

CAG
CAG


Mimarlık, mimarlar tarafından şekillendirilmekten hızla çıkıyor. Sürece iş geliştiriciler, pazarlamacılar, gayrimenkulcüler, bankerler gibi pek çok baskın aktör dahil oluyor ve çoğu konuda da karar verici rol oynuyorlar. Mimar çok kısıtlı bir çerçevede hareket etmek zorunda kalıyor. Bu gerilimler içinde radikal, dönüştürücü, kırılma noktalarını temsil eden birtakım araçlara zaman zaman yer açılamıyor. Hal böyle olunca ortaya iyi sonuçlar yerine farklı detaylar çıkıyor. Müthiş bir sanayi var, çok kısa sürede binlerce öneri üretmek mümkün. Hızlı bir dönüşüm ve değişim gerçekleşiyor. Çok önemli bir nokta öne çıkıyor: pozisyon. Eleştirmenin de süreçte, açık ya da üstü kapalı bir pozisyonu var. Masa başına geçildiğinde eleştirmenin pozisyonunu da açıklaması gerektiğini düşünüyorum. Neyi nasıl yaptığımı açıkça söylemesem bile dünyaya nereden baktığımı belirtmek zorundayım. Pozisyonumuzu evde bırakarak mimarlık eleştirisi yapamayız.

FU
FU


Edebiyat alanından örneklemek gerekirse, bir zamanlar örneğin Fethi Naci, Doğan Hızlan gibi eleştirmenlerin, bir romanı “beğendiyse o roman iyidir, beğenmediyse kötüdür” şeklinde neredeyse bütün kamu algısını yönlendirecek güçlü bir pozisyonları vardı. Edebi üretimler yazarın birincil üretimidir. Kurgunun içine yazardan başka kimse dahil olmadığı için eleştirmen tanrılaştırılmaya uzun süre devam edilmiştir. Ancak bu alanda da büyük değişimler var. Karşılaştırmalı edebiyat alanında, bir metni başka bir metinle birlikte tartışmak mümkün ve bu durum başka imkanlar açıyor. Günümüzde eleştirmenin pozisyonunu daha güvenilir bir konuma getirecek olan, karşılaştırmalı bakış açısına imkan sağlayan eleştiri biçimi. Bu başarılırsa eleştiri de daha sağlıklı bir zemine oturur. Mimar figürünün tahtının sarsıldığını, mimarı etkileyen pek çok faktör olduğunu söylediğimiz gibi, eleştirmeni de etkileyen pek çok faktör olduğunu, onun da tahtının sarsıldığını kabul etmemiz gerekiyor.

Yapılması gerekenin, eleştirinin binayı iyi ya da kötü gibi kriterlerle değerlendirmek yerine başka insanların onun üzerinden yeni fikirler oluşturmasına olanak sağlayacak bir üretim olarak sunulması olduğunu düşünüyorum. Eleştiri yazı da olabilir başka medyalar da olabilir. Biz derste başka yöntemler deniyoruz. Foto-kolajlar ya da eleştirinin eleştirisi olacak kısa fragmanlar üretiyoruz. Yapılar hakkında popüler medyada ya da gazetelerde çıkan birtakım yazıları öğrencilerle tartışmaya açıyoruz. Hangi bina olduğunu söylemeden, metinler üzerinden öğrencilerin binayı tahmin etmeye çalıştıkları egzersizlere yer veriyoruz. Sonra da eleştiri üzerine tekrar bir eleştiri yazısı yazdırıyoruz. Öğrenciler, popüler kültürün dilinden ve o söylemin yarattığı farklı ortamın üzerinden kendi mimar kimlikleriyle meseleye baktıklarında başka durumları görmeye başlıyorlar. Karşılaştırmadan kastettiğim çoklu okumalar gerçekleştirebilmek.

HE
HE


Peki, biraz farklı bir açıdan bakmak gerekirse, mimari eleştirinin kapsamı dışında kalan, eleştirilemeyecek bir bina var mıdır? Mesela Ağaoğlu'nun binalarını çok tartışmıyoruz, adeta binaları mimarlığın dışındaymış gibi algılıyoruz. Ya da kendi arkadaşının binası bir eleştiri yazısı yazamayacağın iş olabilir mi?


Kişisel ilişkiler devreye girebilir, bunda bir sakınca görmüyorum ama gerçek bir eleştiri yazmak için pozisyonunuzu ortaya koymanız lazım. "Bu benim arkadaşım, bu süreç boyunca şunlardan haberdar oldum, şunlardan olmadım." şeklinde belirtmek gerekiyor. Yani aslında bunları açıkça yazdığınızda, o samimiyeti sağlayabiliyorsanız, kıymetli bir eleştiri yapma olanağı var. Ama bunu yapmak oldukça zor. Eleştirmeni hala çok üst bir konumda tartışıyoruz. Ortaya koyulmuş bir yapının içindeki ilişkileri görebilen bir yüce insanı tartışıyoruz aslında. Güncel birtakım durumlar eleştiri üretimine katılabiliyor mu? Bence bunlar da önemli. Mimarlıkta eleştirme şekillerinin değiştiğini söylüyoruz, ama hala aynı şeylerden bahsediyoruz gibi geliyor. Halbuki yeni eleştirme tarzları da var. Otobiyografisini, duygulanımını ortaya koyanlar var; bunları da mimarlık eleştirisi olarak tanımlayan ve yorumlayanlar var. Bunlar da eleştirmenin konumuyla ilgili. Eleştirmen hala bir üst merci ise ortada bir problem var diye düşünüyorum. Eleştirmen genelde bir üst bakışla her şeyi görebildiğini iddia ediyor. Böyle bir iddiası olmasa da durum bu hale geliyor. Veya farklı insanların baktığı yerden bakabildiğimizi iddia ediyor olabiliriz. Feminist kuram bunu fazlaca tartışıyor. Nerede duruyorsam, oradan bilebiliyorum diyebiliyoruz artık. Yani bir miktar bilebiliyorum sadece.

ÖK
ÖK


O yüce pozisyonundaki eleştirmenler bu coğrafyalarda pek gördüğümüz bir durum değil. Senin bahsettiğin eleştirmenlerin hepsi zaten hayatını eleştiri üzerine kuran, profesyonel eleştirmenler.


Bu coğrafyada da var bence. Bu kişilerin illa bütün dünyaca tanınır olmasına gerek yok. Önemli olan, onun bir otorite sağlaması. Bence senin de konumun oraya doğru gidiyor olabilir. Çünkü biliniyorsun, bir süre sonra tabii bu bir saygı getirecek ve bir miktar önyargı oluşmaya başlayacak. Sen öyle yazıyorsun demiyorum ama böyle bir önyargı oluşturmaya başlıyor bu eleştirmen konumu.

ÖK
ÖK


Hiçbir zaman tam objektif bir eleştiride bulunmak mümkün değildir.


Elbette, değil, ben bundan söz etmedim zaten. Sadece konumunu ortaya koymaktan bahsediyorum. Sen eğer o konumunu ortaya koyabiliyorsan, örneğin, proje süreci boyunca eleştirdiğin projenin müellifi olan arkadaşınla tartıştığın gibi özel bir bilgiyi de ortaya koyman lazım.

CAG
CAG


Eleştiri bir grup yapıyı konu ediniyor ya da hedefine alıyor, bir kısmıyla da ilgilenmiyor gibi görünüyor. Ancak bu tam olarak doğru değil. Mesela Türkiye'de toplu konut olgusu, Ağaoğlu'nun yaptığı türdeki konutlar, çokça tartışılıyor ve konuşuluyor. Orada yöntem değişmeye başlıyor ve bir üretim biçimi ya da tipoloji olarak bu tür yapılar tartışılıyor. Ama onun dışında birebir bir tartışma yapılmıyor. Çünkü biliniyor ki bu yapılarda mimari girdi çok geride kalıyor. Birinci öncelik hiçbir zaman mimari değil artık. Kendileri de bunu bu şekilde yansıtıyor. Yatırımı kim yaparsa kararı da onun verdiği mesajı iletiliyor bu yapılar aracılığıyla. Ancak mimarlık eleştirisi bunları önemsemiyor değil, aksine çok önemsiyor. Türkiye gibi coğrafyalarda bunu önemseyenlerin olması çok önemli, aksi takdirde bunun yeri yatırımcı, otorite, devlet tarafından dolduruluyor. Vali ya da bakan çıkıp nasıl bir bina yapılacağına karar verebiliyor ya da bir mimarlık tarzını milli ideoloji gibi sunup pazarlayabiliyor. Eleştirel anlamda buna “dur” diyen mekanizmalar olmadığı zaman bu iş konuşulup tartışılamıyor bile. Garip bir duruma gelinmeye başlanıyor. Türkiye'de de aslında o ağırlığı gösteren dergiler, yayınlar var ama tartışmalar mimarlar arasında kalıyor. Tekil bina meselesine gelince, çok öne çıkıp da ihmal edilen, eleştirmenlerin görmezden geldiği yapılara pek de rastlamıyoruz. Mimarlık ortamını dönüştürücü, değiştirici, kırılma noktalarını temsil eden, yenilikçi bir felsefeyle yapılmış böyle yapılar var da görmezden geliniyor değil. Aksine, mimarlık eleştirmeni Türkiye'de iğneyle kuyu kazarak uluslararası üretimlere denk olacak bazı yapıları ortaya çıkarıp sanki onlar da o yarışın içindeymiş gibi göstermeye çalışıyor. İyi fotoğraflar çekiliyor, bazı kusurlar saklanıyor. Ana eksenin simülasyonu olan yapılar öne çıkarılmaya çalışılıyor çünkü kendi üretiminde böyle bir dinamik olmayan bir ülkeden bahsediyoruz. Elbette çok iyi yapılar da var. Ödül mekanizmaları, onların raporları ve değerlendirilmeleri de çok önemli. Çok sayıda ödül veriliyor. Öne çıkan yapılar sunuluyor, bir jüri değerlendirmesi ve sonucunda bir kitap ortaya çıkıyor. Onun arka planında da tekil binalarla ilgili yazılar yazılıyor. Yarışmalarda da gerçekleşmemiş yapılarla ilgili raporlar hazırlanıyor.

GK
GK


Ödül mekanizması, mimarlık eleştirisi Türkiye'de belirsiz durumda olduğu için bir değerlendirme sistemi olarak ciddiye alınmaya başlandı. “İyi bina nedir?” sorusunun tartışılması, bu tür boşlukların doldurulması gerek.

FU
FU


"Eleştirmen diye birisi var, o eleştirir biz de okuruz." fikrinden bu üretimin içinde olan herkesin sıyrılması gerektiğini düşünüyorum. Öğrencilerden yazmalarını istediğimizde bir tutulma anı yaşanıyor. "Bunu yazsam kim okuyacak, nasıl okuyacak, kime nasıl ulaşacak?" fikirlerinden sıyrılamadıklarından, eleştiri yazısı yazmak istemiyorlar. Zaten biz de özellikle konuşulmamış, tartışılmamış, mimarlık gündeminin ıskaladığı çok ilginç örnekler varsa bunları daha çok ortaya çıkarabileceğimiz üretimler yapmaya çalışıyoruz. Onların da yayılabileceği ve tartışılabileceği kaynakları araştırıyoruz. Bence asıl meselelerden biri de bu. Dergilere bu misyonu yüklemek çok doğru olmayabilir. Dergiler okuyucu köşesi açsın orada da eleştiriler yayınlansın gibi bir yöntem yerine, daha fazla bloğun daha aktif olmasını, fanzinlerin çıkmasını, öğrencilerin kendi aralarındaki tartışmalarının yayınlanmasını ve paylaşım ortamlarının çeşitlenip çoğalmasını çok önemli buluyorum.


Öğrencilerin ve gençlerin daha aktif olmasını sağlamaya ve kurulu eleştirmenlik kurumunun yanında eleştiri yapma cesaretsizliği meselesini aşmaya çalışıyoruz. Yazının ve mimarlık eleştirisinin belli kurallar çerçevesinde yapılması çekingenlik yaratıyor. Başka eleştiri yolları araştırıyoruz. Özellikle bina eleştirisine vurgu yapılıyor bu dosyada ama ben onu “mekansal eleştiri” olarak algılıyorum. Mekansal eleştiri başka şekillerde de gerçekleştirilebilir. Mimari tasarım yoluyla, fotoğraflarla ya da başka medyalarla eleştiri yapmak da mümkün. Farklı yöntemlerin desteklenmesi gerekiyor. Eleştiriyi yeni bir üretim olarak ele almak daha farklı yönleri doğuruyor ve gençlerin daha cesur davranmalarını sağlıyor. Yapılmamışı denemek konusunda daha istekli oluyorlar.

CAG
CAG


Bir de atladığımız çok önemli bir nokta var. Üretim yapan mimarların yazma, anlatma, derleme ve arşivleme alışkanlığı yok. Halbuki Batı kaynaklı ana eksenin nasıl oluştuğuna baktığınızda oradaki insanların hepsinin çok ciddi not alma, biriktirme, arşivleme ilgileri olduğunu görürsünüz. Bütün yapının öyküsünü anlatan, tekil yapılar üzerine yazılmış pek çok kitap var. Burada konuşma, yazma tutukluğu ve arşivleme eksikliği var. Yeni yeni oluşuyor bu alışkanlık.

ÖK
ÖK


Söz ettiğiniz, mimarlık üretiminin karakteriyle ilgili bir durum. Bir yapı için harcanan zaman çok kısıtlı. Batıyla karşılaştırdığınız zaman, metrekare bazında ne kadar zaman harcandığına bakarsanız ortaya inanılmaz bir uçurum çıkar. Türkiye'deki üretim ortamında mimarın geriye bakma fırsatı olmuyor.

CAG
CAG


Bir diğer önemli konu da eğitim ile pratik arasındaki iç içelik. Eleştiriyi en fazla geliştiren şeylerden biri o. Çok önemli mimarların büyük bir kısmı aynı zamanda ya eğitimci, ya eğitime destek veriyor ya da o ortamdan geri besleniyor. Bernard Tschumi dekanlık yapıyor; Rem Koolhaas kitap yazıyor, aynı zamanda hoca, Eric Owen Moss yıllarca dekanlık yapmış, Zaha Hadid'in bir AA geçmişi var. Batıda akademi ile pratik arasında bir geçirgenlik var ama Türkiye'deki bu ilişki oldukça zayıf. Mimarlar ancak son zamanlarda yarı zamanlı olarak özel üniversitelerde ders vermeye başladı. Genellikle mimarın akademiyle ilişkisi jürilerle sınırlı kalıyor. Asıl işi akademi olup mimarlık yapan insan da az, tersi de az. Bu geçirgenliğin zayıf olmasının, eleştirinin gelişmesindeki temel engellerden biri olduğunu düşünüyorum. Peter Eisenmann akademisyen midir, mimar mıdır diye sorsak bunun yanıtını vermek kolay değil. Türkiye'de ve başka doğu coğrafyalarda böyle bir iç içelik yok. Hindistan'da biraz var, o da batılı bir model üzerine kurulduğu için var. Bizde akademi ve pratik çok ayrık iki alan gibi duruyor. O zaman akademinin derdi, konuştukları ve öncelikleri başka bir durumu, mimarlık ortamının kendisi başka bir durumu tarifliyor. Biri ona çok pragmatik ve çok piyasaya esir olmuş bir alan olarak gibi bakıyor; öbürü de ayakları yere basmayan, havada, gerçeklerden habersiz bir meseleymiş gibi bakıyor. Karşılıklı birbirini anlamamaya yönelik bir ayrım var.

FU
FU


Ülkemizdeki üretimin hızından ve durup da yazmaya, biriktirmeye çok vakit olmadığından bahsettik. Geriye dönüp bakmak, yapıyı yeniden ziyaret etmek önemli olmaya başlıyor. Bunu yapabilmek için de oranın belleğine ihtiyaç var. Bir akademisyen olarak, bir mimarla ya da yapıyla ilgili araştırma yapmaya başladığınızda tıkanıyorsunuz çünkü hiçbir şey saklanmamış, hiçbir şey arşivlenmemiş. Ancak var olana büyük bir heyecanla bakıyorsunuz, buradan kim bilir neler çıkar diye düşünüyorsunuz. Bu anlamda Salt’a kazandırılan “Çinici Arşivi” çok etkileyici. Bütün belgeleri en ince detayına kadar saklamış olmaları, üzerine tekrar birtakım notlar alarak, yorum yaparak Behruz Çinici’nin onları korumuş olması müthiş bir durum. Ben bir araştırmacı olarak çok heyecanlandım. Keşke daha çok insan heyecanlansa, bir sürü araştırma yapılsa, geriye dönülüp bakılsa, tekrar yazılabilse. Belki araya giren zamansal mesafe de iyi bir şeydir. Bir şey üretilirken onun üzerine bir söz söylemek elbette çok ilginç ama aradan geçen bu kadar zamandan sonra değişen verilerle ona yeniden bakmak çok kıymetli geliyor bana. Mimarlık bizimle birlikte yaşayan bir olgu olduğuna göre onu zamanla tekrar tekrar yorumlamak da başka ufuklar açacaktır.

ÖK
ÖK


Ben Radikal Gazetesi için yazdığım zaman bu şekilde araştırmalar yapmaya çalıştım. Odakule’nin yıkılacağını duyduğumda buna dair bir yazı yazmak istedim. Detaylı araştırma yapmaya vaktim yok çünkü arka plandaki bilgiyi toplamak istesem belki birkaç sene harcamak gerekecekti. Belki de bu bilgilere hiç erişemeyecektim. Dolayısıyla sadece binaya bakarak yazmam gerekti. İlk sorduğum “Bu binanın değeri nedir?” oldu. Cevaplar, altından geçen pasajın bağlamında, cam giydirme cephenin ilk defa uygulandığı binalardan biri olmasında, iyi-kötü formel bir kaygıya sahip olmasında saklıydı. Bina üzerine yazmak istediğinizde araştırma yapılacak belge olmasa dahi, nesne ortada duruyor. Bunun üzerine gidildiği zaman bile üretim yapılabilir. Neyi vurgulamak istiyorsanız, o tarafa yönelerek üretim yapmak mümkün. Aynısını Milli Reasürans için de yaptım. Orada belki daha çok bilgi toplanabilirdi, ama günlük bir gazete için önemli olan o binanın değeri ve hemen ilerideki City’s Alışveriş Merkezi ile karşılaştırılmasıydı. O kadar zaman sonra, mimar binayı o zaman tasarlarken neleri ıskalamış, neyi amaçlamış, bunları okumak farklı ve anlamlı sonuçlar doğuruyor.

Geçen gün, New York'taki neredeyse 80 tane önemli binayı yapmış olan ve çok az bilinen bir mimar hakkında bir belgesel izledim. Belki bilirsiniz, Costas Kondylis. Hemen hemen hiçbir mimarlık tarihi kitabında ismi geçmiyor. Hala yaşıyor. New York’taki pek çok apartmanı, yüksek rezidansı, gökdeleni yapmış. Yunan asıllı ama New York’a yerleşip ofis açıyor. Esas yaptığı, müşterinin ihtiyaç duyduğu binayı hızlı, temiz bir şekilde bitirmek. Manhattan’ın göbeğinde yaklaşık seksen tane yapısı var ve mimarlık tarihinde hiçbir şekilde yer almıyor. Benim en başta bahsettiğim üçlü parametrelerin bilimsel olanına kendini adamış belki de. Bina iyi çalışsın, işlevsel olsun, hızlı bitsin, ekonomik olsun, bakıma çok ihtiyaç duymasın gibi değerleri öne çıkartmış bir mimar olduğu için müşteriler daha çok onu tercih etmiş. Öte yandansa üzerinde konuşabileceğimiz herhangi bir mimarlık bilgisi üretebilmiş değil.

Türkiye’deki son dönem mimarlık ortamını buna benzetiyorum.

Yavaş yavaş mimarlar salt işverenin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük üretimler ortaya koymaya başladılar. Biraz da bu yüzden mimarlık eleştirisi yazmakta zorlanıyoruz. Benden yurtdışından da istiyorlar mesela “hangi binayı önerirsiniz” diye sorduklarında gerçekten zorlanıyorum. Mimarlık bilgisi üzerine metin üretilebilecek, söz söyleyebileceğimiz, sınırları zorlamış, bazı iddiaları olan binaları çok daha az görmeye başladık.

CAG
CAG


Medyatik iletişim öyle bir noktaya geldi ki, kendiliğinden oluşan birtakım değerler sistemi var. Yeni, güncel, geçerli gibi kavramlar sürdürülebilir değil ve kendilerini sorgulanamaz halde sunuyorlar. Bunun dışında hiçbir şey dikkat çekmiyor, önemsenmiyor, konuşulmuyor. Bunu dönüp eski yapılara bakalım diye söylemiyorum. Köşede kalmış yapılar anlamında söylüyorum. Birkaç tipoloji, "yeni" olmak adına sürekli tekrarlanıyor. Konut dediğinde kaydırılan cam cepheler, altında birtakım bantlar görüyoruz. Kirişler kolonlar spiral şeklinde dolaşıyor, katlar ileri geri çıkıyor, çapraz hareketler yapıyor, sanki çağdaş ve güncel mimarlık anlayışı buymuş gibi. Bunun dışında kalan her şey de eski kafalı gibi algılanmaya başlıyor. Eleştirel olarak bakmamanın getirdiği bir durum bu. O yüzden, bununla baş etmek de hiç kolay değil. Bir sürü genç mimar da bu “doğrular” dışında kalan örnekleri okumuyor.

FU
FU


"Twenty Something" adlı bir etkinlik kapsamında, 20’li yaşların sonundaki mimarlarla üniversite öğrencilerini bir araya getirdik. Öğrenciler kendilerinden bir az daha önce mezun olmuş, belki yurtdışına gidip gelmiş, kendine mimarlık içinde yeni bir alan, bir rota seçip onda ilerleyen mimarlarla bir araya geldiler. Bu sayede, son dönemde yapılar yapmaya başlamış, yarışmalar kazanmış pek çok mimarı tanıma fırsatım oldu. Arka arkaya her hafta onları izleyince oldukça şaşırdım. Her biri çok yetenekli, öğrenciyken tasarladıkları cesur ve özgün iken yarışma projeleri için ürettikleri projeler birbirine benziyor. O kadar çok birbirinin aynısı mimarlıklar üretiliyor ve hiç deneysel bir işe girişmiyorlar ki, çok endişe verici.

CAG
CAG


Türkiye'de bütün politikacılar Osmanlı-Selçuklu mimarlığı meselesini konuşuyorlar. Böyle yapılan binaların üzerine bir söz söyleniyor mu? Görmezlikten geliniyor. Bütün bunlar hakkında konuşulup tartışılması lazım. Bu coğrafya Birinci Milli, İkinci Milli akımlarını geçirmiş. Sedad Hakkı'lar, Kemalettin Bey’ler gelmiş geçmiş bu topraklardan. Tartışmaların süzülerek geldiği noktada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Bir sürü bina yapılıyor ve bunun üzerine kimse bir söz söylemiyor.

Tersten gidince değişik bir tablo ortaya çıkıyor. Bütün bu referansları kötülüyoruz da bir yandan. Geleneksel olan, bir yerinde taş veya hafif bir kemer olan bütün yapılar da kötüymüş gibi algılanmaya başlanıyor, taraf tutulmak zorundaymışçasına.

ÖK
ÖK


Yarışmadan çıkan sonuçların birbirine benzemesi biraz Türkiye'deki atmosferle de ilgili. Politik atmosfer, gündelik hayatın baskıcı ortamı, nefes alamıyor hale gelmemiz buna etki ediyor. Artık insanlar hayallerden biraz uzaklaşmış durumdalar. Dert, işi bir an önce bitirip para kazanmaya dönmüş durumda belki de. Kimse yaptığı işten keyif almıyor gibi. Artık insanlar oyun oynamayı da biraz unutmuş gibiler. Yarışmayı kazanmayacağınızı bilseniz bile elinizde çok büyük bir fırsat var, orada çok farklı bir şey denenebilir, biraz fanteziye vurulabilir, oyun haline getirilebilir ama olmuyor.

CAG
CAG


"Ana akım" kavramı bu kadar güçlü ve tekil olarak şablon gibi ortaya konunca, onu değerlendiren jüri de değişikliğe açık olmamaya başlıyor. “Çağdaş bir şey seçmiyor muyum?” paniği yaşanıyor.

GK
GK


Bence biz altı kişi "mimarlık böyle olmalıdır" diye yayınlasak bu etkili olur. Yıllar önce İhsan Bilgin’le tartışırken Türkiye’de mimari dil sorunu olduğunu söylemiştim ve o da dil diye bir şeyin hiç olmaması gerektiğini söylemişti. Tüm bu araştırmalar “Kiç iyi mi kötü mü?” sorusunu doğurabilir. Türkiye’de eleştiri konusunda büyük bir boşluk var ve o boşluk kolay doldurulabilecek gibi değil. Mimarlık kültürü genişletilerek ancak bu boşluk doldurulabilir.

HE
HE


"Mimarın eleştirisinin ölümü" hakkında son senelerde çok yazı yazılıyor, tartışılıyor. Bunu mimarın hizmet sağlayıcısına dönüşmüş olmasına bağlayabilir miyiz? Ortaya çıkan yapı üzerine eleştirmenin söyleyecek çok fazla sözünün olmaması sebebiyle, söylenen sözlerin bir şey değiştirmeyeceği varsayımlarından hareket edebilir miyiz? Mimarın ana karar verici mekanizma olmamasının, yapılar üzerine söyleyecek sözün erimesinde etkisi var mı?

CAG
CAG


Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor kapsamında Massimiliano Fuksas "Her 5-10 senede bir biri çıkar, 'Yazar öldü, edebiyat öldü, mimarlık eleştirisi öldü' diye savunur, sonra ölmediği anlaşılır, konu unutulur, yıllar sonra aynısını söyleyen biri tekrar çıkar." demişti. Biraz haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Artık pelerinli mimar anlayışının güçlü etkisi kalmadığı gibi, mimarlık eleştirisinin de tepeden bakan rolü yavaş yavaş kayboluyor. Üretimdeki sayısal çokluğu da göz önüne almak gerekiyor. Eskiden, yeni bir bina beş yılda bir yapılıp konuşulurken şimdi her köşe başında yeni binalar inşa ediliyor. Bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değil, tüm dünyada aynı durum söz konusu. Üstüne üstlük Dubai modelleri türedi. Dubai’de bir hayal dünyasında mimarlar her istediklerini yaptılar ama sonunda ipin ucu kaçtı. Hiçbir kriter olmaksızın fantezinin en uç noktalarına gidildi. Bütün bunlar birleşik bir etki yapıyor. Fakat eleştiri, anlamaya dair bir eylemse, nasıl ölebilir? Biz her zaman bir şeyleri anlamak ve anlatmak zorundayız. Eleştirinin toplumsal işlevi eskisi kadar güçlü değil ya da aksine çok daha güçlü diyebiliriz belki, ama özünde sadece yöntemleri değişiyor. Belki ana eksen medya tarafından daha çok kontrol edilebilir hale geliyor. Medyatik ortam bombardıman halinde öyle şeyler sunuyor ki, çok kez tekrarlanmaktan ötürü bir biçim ya da yapı meşruiyet kazanıyor. Sanki yeniymiş, çok iyiymiş, değerliymiş gibi, tekrar edildikçe akıllarda kalmaya başlıyor.

ÖK
ÖK


Üzerine konuşulabilecek çok sayıda üretim var, ama üretmiyoruz diyoruz. Mesela ben Emre Arolat'ın Zorlu Center binasını yer seçiminden bağımsız, yasal sıkıntılarının farkında olarak ama bitmiş bir mimari nesne olarak incelemeye çalıştım. Arolat çok farklı bir ölçek, çok farklı bir yaklaşım ile Sancaklar Camii'ni de yaptı. Bu yapı yurtdışında dahi çok yayınlandı, ben gezme şansı bulamadım hala, ancak Türkiye’de Sancaklar Camisi üzerine sadece Burak Altınışık’ın kısa bir değerlendirmesi var bildiğim kadarıyla. Üzerine konuşulacak malzeme hiç üretilmiyor değil, ama yazacak kişi de çıkmayabiliyor.


Bir de hep aynı isimlerden bahsediyoruz. Sadece o kişiler üretebiliyormuş gibi, hep onlar ortalıktalar. Bana doygunluk geliyor. Cami belki çok ilginç, gidip görmedim ama ne kadar ilginç olursa olsun yazmak istemiyorum. Yine aynı isimler, benzer konuların gündemde olması beni bıktırıyor. Başka araştırmalar yapma ihtiyacı duyuyorum. Belki de mimarlığın değişmesi gibi eleştiri de değişti, ama onu hala eskisi gibi yapmaya çalışıyoruz. O yüzden üretmiyoruz, üretemiyoruz.

CAG
CAG


Tıpkı çağdaş mimarlık tipolojisinin oluştuğu gibi, ödüle değer, ilginç, sanatla bütünleşik yapıların tipolojisinin oluşmasından ötürü yazmıyor olabilir misin? Mesela, Ağa Han ödülüne aday olacak yapıların belirli bir dili var. Bir mimar, çok üretirken, senede bir tane de ödüle aday gösterilebilecek bir ürün üretilebilir mi? Caminin o kapsamda olup olmadığı tartışılır, ama öyle görülebilir mi? Buna dair bir tipoloji de oluşmaya başladı. Seri üretimin yanında bir de mütevazi bir ölçekte, kendini saklayan, ham malzemelerle üretilen butik yapılar yapılıyor. Bu durum bir çeşit arada kalmışlığı doğuruyor. Sonuçta da ışığa, ölçeğe, gölgeye, malzemeye gönderme yaparak işin içinden çıkmaya çalışılıyor.


Bir insanın bir yaptığı öteki yaptığıyla tutarlı değilse, o bütün içinde bir tane iyi iş yapması bana kıymetli gelmiyor. O iyi iş üzerine yazılması da onun diğer yaptıklarını meşrulaştırıyor diye düşünüyorum.

HE
HE


Ben özellikle Gezi'den sonra bir kırılma yaşadığımızı düşünüyorum: Bir insanın politik varlığı ile yaptıkları arasındaki bağı daha kuvvetli kılmaya başladık. Benim için Zorlu Center'dan sonra Sancaklar Camisi’nin varlığının kıymeti pek yok. Ben onu tekil bir bina olarak değil, ancak faili ile birlikte düşünebiliyorum. Aşırı politikleşmeyle birlikte kendi görüşlerimizi nesnesiyle değil, daha çok öznesiyle belirler olduk.

GK
GK


Eleştiride politik ve ideolojik yönü tartışmak da gerek. Belki tekrarlanmış olacak ama mimarın ve mimarlığın yapısal anlamda "bina dışı" kapsamına odaklanarak kademeli bir şekilde ilerleyebileceğimizi düşünüyorum. Camilerden söz ettik mesela. Ben henüz yayınlanmamış bir kitap hazırladım, "Çağdaş Türk Mimarisinde Doğal Taş" adıyla. Hilmi Güner ve Hüseyin Bütüner tarafından tasarlanmış bir cami hakkında araştırma yaptım. Kimsenin üzerinde çalışmadığı, çok bilinmeyen bir camiydi. Emre Arolat’ın Sancaklar Camisi de kitapta yer alıyor. Bu yapılar üzerinden binalar ölçeğinde konuşulması gereken arkitektonik durumları inceledim. Biri taş ile katman katman inşa edilen bir tasarımken öbürü taş duvarlardan oluşan bir tasarım. Mimarlık öğrencileri için birtakım değerlendirme sınırları tanımlamadığımız zaman; etik, estetik, bilimsel sınırlandırmasına katılıyor olsam da, enerjimizi tüketen bir durum ile karşılaşabiliriz. Çalışma alanımızda ortaya bir değer koymadığımız zaman, Selçuk-Osmanlı süper kiç bir şekilde etrafı kaplayıveriyor. Bizim de bu boşluğu doldurmamız lazım ki, gerek öğrenci arkadaşlarımıza, gerek genç mimarlara değerlendirme sistemi olarak bir parametre oluşsun.

HE
HE


Gündelik gazetelerimizde de mimarlık köşe yazarı hiç yok. The Guardian'da ya da New York Times'taki mimari eleştiri yazıları bizim günlük gazetelerimizin sabit bir parçası değil.

ÖK
ÖK


İstense olmayacak bir iş değil aslında. Gazeteler bunun için bir köşe ayırabilirler.


Yapılmayana değinmekten öte yapılana karşılık yeni bir şey daha üretilecek, ona karşı yeni bir şey üretilecek katmanlı bir süreç tanımlamak gerek. Birbirini tetikleyen, sürdürülebilir bir ortam oluşturan çalışmalar gerçekleştirilmeli.

CAG
CAG


Önemli olan, bunun sürdürülebilir bir ortam olup olmadığı. Yoksa tekil olarak yazılar yazan pek çok yazar bulabilirsiniz.

ÖK
ÖK


Sosyal medya da çok etkili bir ortam, bazı yazıları sadece bloğuma koymama rağmen bir anda çok sık paylaşılabiliyor. Mekanizma biraz tersine döndü.

GK
GK


Hedef kitle ve okunabilirlik de önemli noktalar. Son dört yılda Natura dergisinin editörü olarak ve Architectural Review gibi uluslararası mimarlık dergilerine çok sayıda bina eleştirisi yazdım. Bazı binaları görerek, yurtdışındaki görmediğim binaları bazen görmeden eleştirdim. Bir noktadan sonra, bunu kişisel olarak söylüyorum, yazdıklarım çok fazla dile getirilmedi. Bu kadar çok sayıda eleştiri yazısı üretiyorsam ve çok karşılık almıyorsa, nasıl devam edebilirim? Gündelik hayatı daha iyi anlayabilmek için, Abdi Bey'in dediği gibi, belki biraz kiç konulara girip işin daha fantastik, daha komik taraflarıyla mı ilgilenmek lazım?

CAG
CAG


Aslında bunun Türkiye'deki en iyi örneklerinden biri XXI dergisi. İlk çıktığı zaman bir bina eleştirisi bölümü vardı. Onda biz mutlaka Fatih Öz ile birlikte eleştireceğimiz binayı görmeye gidiyorduk. Mimarı ve kullanıcısı ile konuşuyorduk. Ben bir eleştiri yazısı yazıyordum, Fatih de kullanıcı memnuniyeti, performansı gibi konularda bir değerlendirme yazısı yazıyordu. Böyle bir ikili durum ile yapıları analiz ediyorduk. Bu çok maliyetli bir iş olduğundan sürdürülebilir bir durum haline gelemedi. Bence bu dergiler için de yapılması zor bir iş. Birini New York'a gönderip, mimarından randevu alıp, yapıları gezmesini ve ardından yazmasını istemek bir dergi sayısının bütçesine ulaşacak hale geliyor.

FU
FU


Onlar benim kütüphanemdeki dergiler içinde en değerli 10 sayıdır. Öte yandan bu tarz bir çalışma Türkiye'deki binalar için daha az maliyetle yapılabilecek olmasına rağmen, yapılmıyor.

ÖK
ÖK


Genelde bir konuyu ya çok kızdığım için, ya da gerçekten anlayabilmek, düşüncelerimi toparlayabilmek için yazıyorum.

FU
FU


O senin genel düşünce biçimin aslında. Derste o kadar bunun üzerine gidiyoruz ki, bu eleştirel düşüncenin oluşmasıyla ilgili bir durum. Sen, öyle düşündüğün için öyle yazıyorsun. İnsanın kendi anlama dünyasının bir ürünü olarak yazı veya eleştiri var.

HE
HE


Eleştiri meselesinin tıkandığı noktalardan birinin maddiyat olması önemli. Çünkü siz dergi olarak birinin projesini basacaksanız, mimarlık ofisinin çektirdiği fotoğrafları alıyorsunuz genelde; bu da sizin eleştirel gözünüzle değil, mimarın gözüyle yapıyı yayınladığınız anlamına geliyor. Ya da Zaha Hadid’in ofisi yeni tamamlanmış bir yapı için basın turu düzenlediğinde ve ona katılan herkesin masraflarını karşıladığında gerçek bir eleştiri yazısı yazılma olasılığı çok düşük oluyor.

CAG
CAG


XXI'deki seride fotoğrafları Fatih çekiyordu, ne yazacağımız fotoğrafların nasıl çekileceğini belirliyordu. Zaman zaman ofislerin hoşuna gitmiyordu bu durum. "Biz görebilir miyiz önceden basacağınız fotoğrafları?" diye bir talep geliyordu ve bu, bir gerilime sebep oluyordu.

GK
GK


Kişisel çıkar ilişkiniz olmaması ancak çok idealist bir amacınız olduğunda mümkün. Bu iş bir hayır işi olursa ve kişisel bir iş olursa, ne kadar anlamlı? Bunu talep eden daha hızlı bir mekanizma olması gerekmiyor mu? Mimarlık kültürü içinde eleştiri için finansal bir destek yoksa, o zaman tamamen idealist, hafif ütopik değerler ile nereye kadar bina eleştirisi yapılabilir? Birkaç yıl önce "Looking at European Architecture: A Critical Review" diye bir kitap aldım. Okullar, Avrupa Birliği ve birtakım kişiler bu kitabı talep etmişler ve mimarlık eleştirileri yazmışlar. Yaklaşık 40 ülke bunu talep etmiş. Demek ki birileri bunu önemsiyor ki yapılıyor. Talep edilmediği takdirde yapılması oldukça zor. Özellikle bina eleştirisi anlamında. Sohbetimizin en önemli meselesi, binaların konuşulması. Günlük hayatımızı etkileyecek olanlar bu tartışmalardır. Bu tartışmalar da ancak Abdi Bey’in de dediği gibi kuram ile birlikte yapıldığı zaman anlam kazanır. Değer sistemlerini tanımlamamız gerekli. Bence bizim yapacağımız en önemli işlerden biri bu olmalı. Diğer ideolojik ve yasal konular da elbette tartışılmalı ama bir değerler sistemi olmadığı vakit büyük eksiklikler olacaktır.

CAG
CAG


Bugün yaptığımız tartışmanın, iyi bir başlangıç noktası olduğunu ve XXI’de sürdürülebilir bir hale gelebileceğini umuyorum. Derginin ilk formu ile şu an sürdürülen formu arasındaki sürekliliği okumak zor ama XXI'in ilk çıkış ideallerinden birinin bina eleştirisini öne çıkarmak olduğu düşünülünce belki böyle bir şeyi sürdürülebilir kılarak mevcut mimarlık ortamında bir köşe başını tutabileceğini düşünüyorum. Yazma ve konuşmanın biraz teşvik edilmesini gerek. Birdenbire üzerinde konuşmayı unutabiliyoruz. Her şey o kadar hızlı gidiyor ki, yetişemiyorsun. Arka oda siz bakana kadar eskimiş olabiliyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: