Sabitlere Özlem

ERAY ÇAYLI

Öncelikle tüm okurlara merhaba. Bundan böyle bu köşeyi Sinan Logie ile dönüşümlü olarak yazacağız. Böylesi bir rotasyonun “Zincirleme Reaksiyonlar” başlığına layık olmamızı sağlayabileceğini de umuyoruz. Bu anlamda ilk reaksiyonu Sinan’ın yazılarında sıkça karşıma çıkan sınırlar ve kamusallık temaları üzerinden tetiklemek niyetindeyim.

Söze, geçtiğimiz ay bu sayfalarda da bahsi geçen Christopher Alexander ve kendisinin “A City is Not a Tree” (Kent Bir Ağaç Değildir) makalesiyle başlayayım.1 Alexander, makalesinde adına kent dediğimiz bütünlüğü oluşturan fiziksel öğeleri “sabitler” ve “değişkenler” şeklinde iki gruba ayırıyor. Değişken olanlar, kentlere karakterlerini kazandıran öğeler: örneğin insanlar, arabalar ve para. Bunların dinamizmini mümkün kılansa, trafik lambaları, kaldırımlar, yollar, köşebaşındaki büfeler gibi sabit öğelerden oluşan birimler. Mimar ve plancıların kente yaptığı müdahalelerin mecrası ise elbette ki sabit öğeler.

Esneklik, akışkanlık, dolaşım, hareket, erişilebilirlik, hız gibi olguların (en azından söylemsel olarak) baskın ve belirleyici olduğu (adı çoğu kez neoliberalizmle birlikte de anılan) bir kentsel-mimari paradigmayı yaşıyoruz. Bana öyle geliyor ki bu olguların etrafında yaratılan tozpembe dünya bize sabitlerin önemini unutturmuş durumda. Ya da tersten söylemek gerekirse, sabitlerin ortadan kalkması bahsettiğimiz tozpembeliğin bir tür gerçekliğe denk düştüğü anlamına gelmiyor her zaman. Sabitlerden ve sabitlikten yoksunluğun doğrudan daha yaşanabilir bir kent demek olmayışını en çok da paragraf başında bahsettiğim olgularla tanım itibarıyla ve önkoşulsuz çatıştığı düşünülen sınırlar mefhumu üzerinden gözlemleyebiliriz.

Tartışmayı somutlaştırmak adına, geçtiğimiz iki yıldır 1 Mayıs’ta polis tarafından alınan bir önlem olarak karşımıza çıkan “çelik duvar” adlı tasarımı düşünün. Normalde bir kamyon kasası şeklindeyken açıldığı vakit orta büyüklükteki bir sokağın başını tümüyle kapatabilecek genişliğe ulaşan söz konusu duvar, Emniyet Genel Müdürlüğü için özel olarak tasarlanmış. Tasarımı, kolay kurulup kolay kaldırılabilirliği ve taşınabilirliği ile büyük övgü almış durumda. Evet, çelik duvarın kente çektiği sınırın sabit olmadığı doğru. Ancak tam da bu nedenle teoride her an her yerde karşımıza çıkabilecek bir özelliğe sahip; hatta bu özellik onun tasarımına içkin. Öyleyse, “hiçbir yerde sabit olmayan sınır” aynı zamanda “her an her yere kurulabilecek sınır” da demek. Yine bu bağlamda akla (her ne kadar gerçek anlamda “kentsel” bir örnek olmasa da) Türkiye-Suriye sınırına, Yayladağı ve Reyhanlı ilçeleri başta olmak üzere, bir süredir belirli noktalarda kurulmakta olan seyyar beton duvarlar geliyor. Çelik duvar örneğine benzer şekilde söz konusu sınır duvarlarının da istenildiğinde taşınabiliyor olması, övgüyle vurgulanan özellikleri arasında başı çekiyor. Belki de gerçekten bu coğrafyada günümüzde yaşanan krizi mekanda sabitlemeyerek iyi bir şey yapıyorlar. Ama tasarım itibariyle kolayca kaldırılıp başka bir yere kurulmak üzere yapıldıklarına göre yarın başka iki devletin arasında ve dahası iki kaldırım arasında karşımıza çıkmayacaklarını kim söyleyebilir?

Bu örnekler kulağa fazlasıyla meslek ya da piyasa dışı gelmiş olabilir. O halde biraz da görece daha göz önündeki bir mimarlıktan bahsedelim. Bu kez aklımda geçtiğimiz sene kısa bir araştırma projesi için biraz haşır neşir olma fırsatı bulduğum Zorlu Center var. Araştırmamın amacı Zorlu’nun mimarları tarafından da sıkça dillendirilen kamusallığının uygulamada ne anlam ifade ettiğini anlayabilmekti. Yapmak istediklerimin başında kamusallık bahsinin fiziksel kanıtı olarak sunulan kent terası ve meydanlarını incelemek geliyordu. Ziyaretim sırasında önce söz konusu mekanları fotoğraflarken (kendimi mimarlık araştırmacısı olarak tanıtmış olmama ve mekanın mimarının araştırmadan haberdar olmasına rağmen) güvenlik görevlileri tarafından “ortak alanların fotoğrafını çekmenin yasak” olduğunu söylenerek durduruldum. Bu yasağın ne tür bir kurala dayandığını sorduğumdaysa aldığım yanıt “şayet fotoğrafın içinde siz veya tanıdıklarınız varsa sorun yok, ancak bu koşul karşılanmazsa fotoğraflamak mümkün değil” oldu. Bunun üzerine adını “mimari özçekimler” koyduğum ve kendimle birlikte Zorlu’nun mimarisini de yakalamaya çalıştığım bir dizi kareyi (gerçekten de hiçbir sorun yaşamadan) çektim. Binada imzası bulunan başlıca isim Emre Arolat’a Zorlu’ya ilişkin sıkça kullandığı kamusallık kavramıyla tam olarak neyi ifade etmek istediğini sorduğumdaysa aldığım yanıt, tüm derdinin İstanbul’u “güvenlikli siteler bütünü” görünümünden kurtarmak, duvarlarını yıkmak ve Taksim-Levent hattından başlayarak yürünebilir ve geçirgen bir kent haline getirmek olduğuydu. Ancak mekandaki deneyim gösteriyor ki sabit sınırlar ortadan kalkınca kamusallık da elle tutulmaz hale gelebiliyor. Hatta içinde kendi bedenimizin olduğu fotoğrafların yasal ilan edilip ortak mekanları kaydedenlerin yasak addedildiği düşünülürse, sabit sınırları rafa kaldırdığını iddia eden bir kamusallıkta son gerçek kamusal alan olarak elimizde yalnızca bedenin kaldığı bile söylenebilir.

Malum, son dönemde kentsel-mimari meseleler arasında en yoğun eleştirilere maruz kalanların başında, nüfuz edilemeyen sınırlar ve yitirilen kamusallık geliyor. Ancak böylesi bir eleştiriyi güçlü kılacak şey soyut bir sınır karşıtlığı ve kamusallık taraftarlığından çok Christopher Alexander’ın da altını çizdiği sabit öğelerin gözden kaçırılmamasıdır. Aksi halde kendimizi kamusallığı savunacağım ve sınırlara karşı çıkacağım derken istemeden tüm sabitlerin ortadan kalkması gibi bir fikri savunur konumda bulabiliriz - üstelik gerek sınırlar gerekse kamusallık bağlamında sabitlerden yoksunluğun (eleştiriye konu olan aktörlerin dahi çoğu kez savunduğu) pozisyonlar olduğu açıkken.

NOT
1 Christopher Alexander, 1965, “A City is Not a Tree,” Architectural Forum 122: 58-62. Sosyal medyada Sinan Logie’ye cevaben yaptığı paylaşımla Alexander’ın yazısına ulaşmama vesile olan Burak Pak’a teşekkürler.

Etiketler:

İlgili İçerikler: