Kentsel Tarımın Bereketi
Kentsel tarımın yaratabileceği değişim potansiyelini sosyolog Ayça İnce, mimarlar Burcu Serdar Köknar ve Hasibe Akın, permakültür üzerine çalışan Deniz Üçok ve Buğday Derneği’nden Hakan Gönül ile konuştuk. Bu sohbetin yanı sıra Boğaçhan Dündaralp, kuzguncuk bostanı deneyimi üzerine bir yazı kaleme aldı ve tarımsal üretim ile kamusal kullanım ilişkisinin nasıl kurgulanabileceğinin araştırıldığı süreci paylaştı.
Kent ve kır, tüketim ve üretim… Bu ve benzeri zıtlıklar üzerinden yıllar boyunca kurduğumuz retorikten sıkıldık ve zıt bellediklerimizin bir araya geldiği yeni durumların peşine düştük. Kentsel tarım da bu arayışlardan biri. Kent ile kır arasındaki farkın gittikçe arttığı, kentlilerin çoğunun amansız tüketicilere dönüşerek üretimle bağının radikal bir şekilde koptuğu bu dönemde kentsel tarım, tüm bu karşıtlıklar boyunca atılan dikiş gibi. Kentsel tarımının yaygın bir pratik haline gelmesinin mümkün olup olmadığını, eğer mümkünse bunun yöntemlerinin ne olabileceğini konuştuk. Tarımsal üretimle alakadar olmanın bireysel tüketim alışkanlıkları ve topluluk oluşturmadaki etkisinden kentsel tarımla bezeli bir şehrin nasıl görüneceğine dek uzanan sohbet oldu. Belli ki kentsel tarım, sadece doymak gibi pragmatik bir neden için değil, aynı zamanda doğayla ilişkimizi yeniden gözden geçirmek için de çok fazla potansiyele sahip.
Kentsel tarım, bir kavram olarak mimariye ve kent plancılığına girdi biz de bunun nasıl etkileri olabileceğine dair fikirler geliştirmek için bugün toplandık. O nedenle aslen en başta kentsel tarımın gerçekçi olup olmadığını konuşmak gerek çünkü konuya çok aşina olmayanlar için çok naif ve hayalci bir fikirmiş gibi görünebiliyor. Şehirlerdeki kirlilik seviyesi, kentsel alanlardaki rantın sürekli artması gibi bir sürü etkeni düşününce kentsel tarım gerçekten mümkün mü? Eğer mümkünse gezegeni doyurabilecek boyuta erişebilir mi, yani hobi bahçesi olmanın ötesine geçerek gerçekten bir tarım pratiği önerebilir mi?
Küba çok önemli bir örnektir bu bağlamda. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Küba’nın dışarıdan gelen bütün petrol kaynakları tükenmiş oldu ve büyük bir ambargo dönemine girdi. Küba aslında daha çok konvansiyonel tarımın yapıldığı bir yerdi ve Küba halkı sebzeden ziyade domuz yiyen etçil bir beslenme biçimi benimsemişti. Konvansiyonel tarımda çok sayıda petrol bazlı kimyasal ilaç kullanılır. Petrol ülkeye girmeyince insanlar aç kalmaya başladılar ve bu yüzden toptan bir dönüşüm başladı. Halk domuz yemedi, atalık tohumlarını bulmaya başladı ve o atalık, yerel tohumlarını toprak buldukları her yerde yetiştirdiler. Tekrar geleneksel tarımı öğrendiler. Bu, kentlerde başladı. Kent dönüştü. Küba’nın dönüşüm sonrası ilk hallerine baktığınızda, neredeyse her balkonda, her ortak alanda bahçecilik vardı. Araç kullanmayıp bisiklete biniyorlardı, kimyasal ilaçlarla kullanılan konvansiyonel tarım yoktu. Biraz vejeteryan olmuşlardı. Bu süreçle birlikte Küba’da yaşam kalitesi arttı. Bunu anlatan bir belgesel de var, “Topluluğun Gücü” (Power of Community) diye. Aslında kentsel tarımın, genel anlamda tarımın ihtiyaçla birebir örtüştüğünü düşünüyorum. İhtiyaç yoksa tepeden inme bir kentsel tarımın yapılabilmesi çok da mümkün değil; insanlar istemediği ya da ona ihtiyaç duymadığı sürece böyle bir şey mümkün değil.
İhtiyaç da sadece doymakla ilgili değil. İhtiyaç, topluluk olmakla, birbirimizi anlamakla ilgili. Bütün dünyadaki insan nüfusu giderek kentlerde yaşamaya başlıyor, kırsal alan azalıyor, kırsal alanın üretme gücü azalıyor. Ve buradan da bir sürü ihtiyaç tarifi çıkıyor bence. .
Kentsel dönüşümün, yani yeni binalar yapmanın değil de kentlilerin davranış biçimlerindeki dönüşümün, temiz gıdayla insan ilişkisi arasında bir ivmesi, bir matematiksel döngüsü var. İnsanlar yedikleri gıdanın iyi ve temiz olmadığının farkındalar. İhtiyacın tarifinin geniş olduğu konusunda size katılıyorum. Ekolojik pazarlara gelen kitleye baktığınızda genelde kanser hastası yakınları, hastalık geçirmiş kişilerin yakınları ve bebeği olan anneler çoğunlukta. Bizim kentlerimizde önceleri bir mahalle kavramı vardı. Bu mahalleli olma geçmişine sahip olmamız, kent bahçeleri için çok büyük bir fırsat. Türkiye için de İstanbul için de tarih boyunca kent bahçeleri ve bostanlar hiç yabancı değil. Yerel üretim ve tüketimin gerçekleşebilmesi için kentin içinde büyük alanlarda tarım yapmak artık mümkün olmayabilir ama kenarlarda, kentin yakınlarında bu yapılabilir. Bunu bir kent bahçesi olarak adlandırabiliriz. Öte yandan bu şekilde tüketicinin üreticisi ile olan bağlılığı da sağlamlaşır. Küçük alanlarda kent bahçelerinin örnekleri daha önceden de vardı aslında. Anneannemin balkonunda mutlaka fesleğeni, rokası, maydanozu vardı mesela. Bu anlamda kent bahçeciliğinin, tohumdan tohuma döngünün ritmini yaşayan kent insanının doğayla arasındaki bağı hatırlamasında önemli bir köprü olabileceğine inanıyorum.
Kent bahçeleri kentleri doyurabilir mi? Sorduğumuz sorularda bile o kadar çok varsayımlarla yola çıkıyoruz ki. Mesela doymaktan kastımız ne? Aslında şehre akan gıdanın besin değeri çok düşük. Yani yerel yetişen domatesi, hemen dalından koparıp besin değeri kaybolmadan tükettiğin zaman ondan aldığın besin değeri daha fazla oluyor, marketten aldığın dört domates yerine bir domatesle doyuyorsun. Kentsel tarım gezegeni doyurabilir mi, besleyebilir mi? Evet, aslında gıda yakınlaştıkça ve daha sadeleştikçe, o ilişki sıklaştıkça, besin değeri arttıkça doyurabilir. Hem bireysel, yani fiziksel olarak besleniyorsun hem de bu sürecin yarattığı farkındalık aslında toplumu duygusal olarak besliyor. Burcu Serdar Köknar: Kentte üretmek, üretmenin bütün doğal dengesini anlamaya yardımcı oluyor. Bir ilişki kurma aracı bu. Öte yandan konvansiyonel tarımın nasıl bir şey olduğunu ve dünyaya ne kadar zarar verdiğini, gezegeni ne kadar topraksızlaştırdığını anlamaya başlıyor insan. O zaman daha az tüketme yolunu seçmek doymayı kuvvetlendirir gibi geliyor. Tabi varsayım bu.
Kentsel tarım ağırlıklı olarak uygulanmasa da aslında bizim önümüze yerel olmasa bile sağlıklı gıda gelebiliyor. Yani bir yerlerden çok yüksek karbon ayak izleriyle kentlere taşınabiliyor. Ama vazgeçilmez olan bir nokta atlanıyor bence: Bahsettiğimiz o yaşamsal döngü. Burada şehrin içinde o yaşamsal döngüyü bize ne verecek? Olay sadece gıdayla ilgili değil, çünkü o bir şekilde sağlanabiliyor. Sağlanamayan başka bir taraf var: Doğanın incelenmesi, onun sürecine dahil olma, ondan örüntülerle bir şeyler üretme disiplini. Bu tarafı unutup makineden makine üreten varlıklar haline dönmüş durumdayız. Önceden kuşa bakarak belki uçağı tasarlıyorlardı, peki şimdi tasarlanan makineler neye göre tasarlanıyor? Hangi bilgi kullanılıyor? O bütüncül tasarım sistemi içinde hangi gözle bakılıyor? Bunu ancak bitkiyle, doğayla ilişkiye girince yakalayabiliyoruz diye düşünüyorum.
Bunun sanki düşünce şekliyle de alakası var. Ben sosyoloji eğitimi aldım; bizler kenti kırın tersi olan, kentliyi kırsalda yaşamayan, köylünün tersi olarak öğrendik ve bir süre de öyle öğrettik. Meseleye hep zıtlık, karşıtlık üzerinden, birbirini değilleyen, biri olursa diğeri olmazmış gibi yaklaşmak artık çok ters geliyor. “Kentsel tarım köyü kente getirir mi, köylüleşiyor muyuz” gibi bu mirastan kalan reflekslerle konuya yaklaşmak yol tıkayıcı. Başka seçeneğimizin olmaması üzerinden bu tartışmayı yürütebiliriz ya da zıtlıklar üzerinden düşüneceğimize hepsini birlikte ele alabiliriz. Bütün o mega endüstriyi düşünürsek konvansiyonel tarımı ortadan kaldırmamızın zor olacağı belli. Kentsel tarım da kırsal tarım da olmalı, bir yandan da tüketimi azaltmalıyız. Tek bir çözüm yok.
Kırsalda yaşayan üreticinin üretim alanı küçük de olsa, devasa alanlarda monokültür bir tarım yapmasa dahi ilginç diyaloglar yaşanıyor. Bayramiç’ten örnek vereyim, elma bahçeleri var orada, çok verimli topraklardır. Köy kahvesinde insanların şöyle diyaloglarına şahit oluyoruz: “Senin elmalar satılamayacak bu sene, 17’de kaldın, ben 26’dayım” diyor. Bunun anlamı şu: Üç aylık dönemde elma ağaçlarına 26. ilacı basmış.
Pamuk Prenses masalındaki elmaya benzetiyorum onu, yani ideal şekilde, ideal renkte, baştan çıkarıcı ama seni sonsuz bir uykuya sokuyor.
Aynen öyle. Türkiye’de bununla ilgili birtakım yasalar, kurallar olsa dahi bizler denetimin çok yapılamadığı bir sistemin içindeyiz. Gıdalardaki zehirler kalıntı bırakıyor. Ama mesela yine kentteki küçücük bahçemde dört çeşit, sekiz sap buğday yetiştirsem, bir buğday tohumundan başak olacak, başaktan da 16-18 arası tohum çıksa, yani sekiz başak yapsam 150’ye yakın tohum elde edeceğim. Kentte en azından hepimiz bunu yapabilsek müthiş bir devrim olur. Sadece doymak anlamında değil, topluluk oluşturmada da çok önemli bir değişim olur. Geçen sene Buğday Derneği olarak Community Goes Farming’de bulunduk. İngiltere’de uzun zamandır büyük alanlarda kent bahçeciliği yapılıyor; oradaki bahçelerde ürünler çok da satışa, doğrudan gıdaya dönük bir işleve sahip değil. Belediye destekli, tamamen yerel oluşumlar. Oradaki kentlilerin bir kısmı kent bahçesini kurmak için 1972 yılından beri savaşıyorlar, olmuyor, hippi olarak etiketleniyorlar ama vazgeçmiyor, sürekli savaşıyorlar. En son kazanımları, tesadüfen belediye başkanının oğlunun engelli olmasıyla da ilişkili. Başkanın oğlu gelip de bahçeyle ilgilenmeye başladığında bireysel gelişiminde hayata bağlılık anlamında inanılmaz bir farklılık görüyorlar. Yaptıkları yükseltilmiş sebze yataklarının özellikle engelliler için faydası olduğu da açık çünkü eğilmiyorsunuz, iskemlede tarım yapabilecek bir pozisyona geliyorsunuz. Küçük bir bahçede üretim yapacaklar, o üretim yaptıkları yerden doymayacaklar belki ama gıdanın ne olduğunun farkına vardıktan sonra belki çevresindeki küçük çiftçi ile iletişime geçip gıda topluluklarını oluşturup, aracısız, temiz gıdaya ulaşabilmenin yollarını kendi kendilerine bulmaya çalışacaklar.
Dünyayı bambaşka bir şekilde bir anda sokamayız. İstanbul’u düşünüyorum, bu kadar büyük bir kentin dışına gittiğinizde, Çatalca’da, Silivri’de bir sürü küçük üretici var; ama biz onlara erişemiyoruz. Erişim kanallarımız kapalı.
Kentsel tarım cevap mı? Konvansiyonel tarım suyu çok tüketir. Et yemek ve et ürünleri tüketmek daha da fazla su tüketir. Kentsel tarımın en büyük çözüm olarak sunulduğu nokta, kullandığı kaynak. Teknolojik yöntemlerin de devreye girmesiyle tarımda harcanan su miktarı düzenlenebilir. Başta Amerika’da birçok üniversitede ve Hollanda’da yaygın olarak araştırılan ve çalışılan akuaponik, hidroponik, aeroponik sistemler su tüketimini azaltan yöntemler öneriyor. Kentsel tarım başlığının altında kent bahçeleri, topluluk bahçeleri, organik pazarlar, takas ağları, bostanlar kadar bu farklı sistemler de var. İster yükseltilmiş yatak ister dikey bahçe olsun ama onun dışında farklı yetiştirme sistemleri de bolca referans gördü. En büyük savaşların su nedeniyle çıkacağı varsayımından hareketle susuz tarım üzerinde duruluyor. Çok ciddi olarak küresel ölçekte düşününce, su aynı zamanda düşmanımız da olabilir. Küresel ısınma nedeniyle kutupların eridiği ve suların yükseldiği senaryoyu düşündüğümüzde su çok tehlikeli bir öğe olabilir.
Bu sözünü ettiğin hidroponik, akuaponik ve aeroponik yöntemleri anlatır mısın?
Bunlar aslında birbirlerinin türevi. Hidroponik sistemde bir panele tohumları atıyorsun. Paneller topraksız, dolayısıyla hafif, içinde bol oksijenli su ve besin akıyor. Akuaponik sistemde su kültürü, yani balık ve bakteriler de devreye giriyor. O dolaşan suya dışarıdan besin eklemek yerine balık kakası onun beslenmesini sağlıyor. Kapalı bir sistem. Kakalı su filtreden geçip bitkiyi besliyor, su bitki tarafından emilirken yeniden temzileniyor ve tekrar balık tankına dönüyor. Aeroponik sistemde ise püskürtme kullanılıyor. Çatı bahçelerinde daha hafif olduğu için onlar tercih ediliyor. Bunların hepsi aslen küçük ekosistemler yaratma derdi, hepsi de bir nevi doğayı taklit.
Bu düşünce yapısını problemli buluyorum. Büyük ekosistemde yarattığımız tahribatı onarmak yerine yapay küçük ekosistemler kurma çabası sorunun sadece ufak bir kısmına odaklanıyor. Bir tohumu laboratuvar gibi kapalı bir alanda, topraksız ve sadece seruma bağlı yetiştirebileceğimiz inancı, temelinde Kartezyen, parçalara bölüp basite indirgemeye çalışan ve sadece insana hizmet eden antroposentrik bir bakış açısına dayanıyor. Hidroponik sistemlerdeki gibi bitkiyi bina içine kapatıp, doğal döngüsünden çıkararak suni ortamda yetiştirdiğinde, onu böceklerden koruyorsun belki ama tozlayacak böceklerden de mahrum bırakıyorsun. Nasıl ki hastanede insanları bitkisel hayatta tutabiliyoruz ama buna pek de yaşam diyemezsek, bu teknolojik uygulamaları da hangi varsayımla kullandığımızı iyi sorgulamak gerek. Oysa ki doğa bu kadar basit işlemiyor, bizim anlayabildiğimizden çok daha karmaşık. Henüz toprağın bileşenlerini ve doğanın döngüsünü o kadar iyi tanımıyoruz, ama bir tohumu doğa içinde gerçek bir toprakla buluşturduğunda o ne yapacağını ve ne zaman yapacağını çok iyi biliyor. Hayatta kalmakla yaşamak arasında büyük bir fark var, beslenme ve gıda üretim tercihlerimiz de bunu yansıtıyor.
Teknolojinin işin içine girmesine itirazım yok ama çeşitliliği azaltma anlamında teknolojinin riskli olduğunu düşünüyorum. Nedense doğaya üstün gelmeye çalışan insan kibrinin devreye girdiğini görüyorum. Öte yandan algı yönetimi diye bir şey de var. Tüm ülkeye hidroelektrik santraller (HES) kurup da akarsuları kestiklerini biliyoruz ya mesela şimdi akan bir nehir görünce insan çok acayip seviniyor. Benzer bir durum bence akuaponik benzeri sistemlerde de var. Durumun çok vahim olduğu fikrinden hareketle bu sistemlerin iyi çözümler olduğu düşünülüyor, algı yönetimiyle. 50 sene sonrasına baktığımızda geleceği kurgulamak anlamında aslında biraz negatif bir algı yönetimi gibi geliyor bana.
Doğadan kopukluğu yaşadıkça sözünü ettiğin kibir çoğaldı. Örneğin biz kentli de olsak, köylü de olsak “insan” olarak doğalız aslında öyle değil mi? Kendi doğamızı gözlemleyerek bazı bilgiler edinebilir miyiz? Bizim de kendi içimizde kendimizden okuyabileceğimiz bazı bilgiler mevcut mu acaba? Ben kendi bedenimin sağlığını aslında hastanedeki birine, doktor dediğim kişiye ihale ediyorum. Diyorum ki “ben geldim, hastayım, al beni ne yaparsan yap”. Süpermarkete gidiyorum, bu kez bedenim süpermarketin inisiyatifinde, bana ne veriyorsa onu alıp yiyorum. Devamlı olarak kendi ihtiyaçlarımızı bir yere ihale etme halindeyiz. Bir şeye ihtiyacımız olduğuna inanıyoruz, bu şeye ihtiyacımız olduğu ile ilgili inandırma kanalları deli gibi çalışıyor zaten. Sonra o ihtiyacı karşılayan, tasarlayan her kimse; o mühendisin, o mimarın ya da o doktorun bizi çok iyi düşündüğünü sanıyoruz. Aslında gitgide büyüyen doktor algısı, mühendis algısı, ihtiyacımızı karşılayan diğer insanlara bakış açımız; nerdeyse kurtarıcımız diyeceğimiz o kişilerde neden kibrin yükselişte olduğunu belki bize anlatabilir. Bizim de özellikle kentlerde neden “kurban” rolünü baya iyi oynuyor olduğumuzu…
Bir çift arkadaşım Bayramiç’ ten bir arsa aldı. Permakültür yapmayı planlıyorlar. Toprak analizi yaptırmak için ilgili kuruma gidince ne yetiştireceklerini soruyorlar, bizim arkadaşlar da her şeyi diye yanıt veriyor. “Olmaz, ne yetiştirecekseniz yazacaksınız” diyorlar; onlar da kağıdın kıyısına köşesine kadar her şeyi yazıyorlar. Sonra ofisten toprak analizi geliyor. Raporda toprakta bir maddenin, misal potasyumbikarbonatın eksik olduğu, onun giderilmesi gerektiği yazıyor. Bunun için kullanılacak ürünün ne olduğunu tam söylemiyor, marka vermiyor ama eksik olarak belirttiği içerik tek bir markada var, yani aslında markanın pazarlamasını yapıyor gibi. Bu akuaponik teknolojilerde toprağın devre dışı kalması hikayesinde eklemek istediğim nokta şu: Biz aslında toprağı bağımlı hale getirdik. Tüm dünyayı doyurma söylemiyle yola çıkan genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), tohumlar da bu bağımlılığı sürdürecek bir sistem. Toprak artık gerçekten üzerinde ürün üretilebilir halde değil. Biz insanoğlu olarak toprağın canlı olduğunu görmüyoruz, oysa toprak aslında devasa bir organizma. Ama şehirde toprak kalmadı, diye düşünebilirsin. Oysa kendi toprağını yapabilirsin.
Evet, toprak organik bir madde, içinde bir sürü mikroorganizma var, ama biz bunları dünyada nerede tüketiyoruz? Bütün organik madde tüketimi kentlerde oluyor. Peki bunları nerede dönüştürebiliriz? Yine kentlerde. Ve bunları dönüştürsek toprak olur. Yani kentler toprak üretim alanı olabilir aslında, ama bu gücün farkında değiliz.
Evet, bu sözünü ettiğin yöntemde, yani kompost üretiminde önemli bir mesele var, o da koku. Her şeyden önce çok rahatsız edici bir şey. Bu yerel yönetimler tarafından ele alınıp yapılmadığı müddetçe gerçekleştirilmesi çok zor. İstanbul’da belediyenin sadece bir tane Hasdal’da kompost tesisi var, bunların çoğaltılması gerekiyor. Biz benzer bir çalışmayı Akmerkez’in çatı bahçesi için yapmaktayız. Buranın da bahçe, yeşil alan olması yönünde bir karar alındı. Akmerkez’in terasını bir kamusal alan olarak kullanıma hazırlıyoruz, projenin kontrolör mimari ekibindeyim. Akmerkez yönetimine bu süreçte permakültür konusunda bilgilendirme sunumları yaptım. Bir bahçe için dışardan temin etmeden orada sağlayabileceğimiz atıkları nasıl kaynağa dönüştürebiliriz ile ilgili. Girdiler, çıktılar döngüsüne baktık. Birçok şey yaptık, yapmaya devam ediyoruz ama yaptığımız uygulamalardan sadece birini anlatayım şimdi: Bahçenin toprağının bir kısmını AVM içindeki atıklardan ürettik. Şehirdeki en büyük kaynağımız atık. Kompost oluşturmak için işe organik atıkları toplayarak başladık. Oradaki bütün organik atıkların toplanması için bir altyapı oluşturduk. Bütün restoranlarla, kendi yemekhanemizle konuşuldu. Yapmak istediğim şeyi insanlara anlatınca böyle bir projeye katkı sunacak olmak nasıl mutlu ediyor insanları görmelisiniz. Öte yandan mağazalardan çıkan koli atıkları da toplandı. AVM’nin bitki, biçilmiş çim, yaş-kuru yaprak her türlü organik atığı… Akmerkez’in teknik ekibiyle beraber ben de topladım. Eğitimler uygulamalı olunca çalışanların inancı da artıyor. Bu süreçte pek çok farklı kanal bu işe dahil oldu ki bu da iyi bir şey, katılımcı süreçlerle desteklenen projelerin gücü inanılmaz oluyor. “Bir AVM ve ticaret merkezi yönetiminin bu konular neden umrunda olsun?” demeyin. Onları da işin içine dahil etmek ve empatik iletişim kurmak çok önemli. Doğru fizibilite raporları ve ekonomik modellerle bırakın kendinizi anlatmayı, işverenlerin de ihtiyacı olan bilgiyi onlara sunabilecek bilgi ve iletişim becerisine sahip olduktan sonra deli gibi desteklerini alabilirsiniz. Akmerkez’de vizyon sahibi yöneticilerle benim yaşadığım bir şey bu. İşvereniniz ister dümdüz çim istesin, ister yenebilir peyzaj… Atık yönetimi, su hasadı, sağlıklı yerel gıda, katılımcı süreçlerle proje üretimi… Bu konuları o ortamlara taşımak ve toplantılarda, sunumlarda konuşuyor olmak bile o kadar önemli ki. Gerçekleşecek olması, bilinç sıçramasından daha değerli değil. Benim amacım gıda yetiştirmek bu alanlarda. Her AVM’nin bir terası var, kendisinin yoksa hemen bitişiğindeki rezidansının balkonu, terası var. Bu yüzden büyük bir potansiyele sahipler bence. Bu alanlarda çalışma alanları açmaya devam ediyorum.
Söylediklerin aklıma bir sürü şey getiriyor. Kanada, Vancouver’da yaşayan bir arkadaşıma kentsel tarımın nasıl işlediğini sorduğumda, orada kentsel tarımın hipsterların elinde gibi göründüğünü söyledi. Burada Gezi sonrası kurulan bostanlar, aktivistlerin elindeyken Kanada’da köklere dönmek isteyen, topraktan haz duyan ve bisikletlerine binen eğlenceli insanlar başı çekiyor. Öte yandan tıpkı Akmerkez örneğinde olduğu gibi kapitalist düzende daha başka konuları konuşan insanlar var. Biraz farklı bir açıdan baktığımızda bu süreçler birbirini değillemeyen, birbirine paralel giden durumlar. Bence Gezi’nin mucizesi de buydu, bambaşka insanlar yan yana gelebildi. Öte yandan toprak, su, güneş gibi olmazsa olmaz müştereklerimiz var. Bu konulara ilk girdiğimde herhalde su üzerine de tartışmayız zannediyordum ama öyle olmadı. Müştereklerimize giden yolda birçok farklı yöntem var, buna ek olarak farklı yapılanmalar ve iş tutuş biçimleri de devreye girince ortak müşterekte henüz buluşamadığımızı gözlemliyorum. Burada bile bir kibir ve iktidar derdi oluşmuş. AVM’leri sevmesek bile şunu söyleyebiliriz: AVM’lere teras bahçeler çoktan yapılmışsa o bahçeleri yenilebilir bahçelere çevirebiliriz. En azından orada çalışanlara faydalı bir durum olur. Yaşamın farklı katmanlarından insanlar bir araya gelerek birbirlerinden bir şeyler öğrenebilirler. AVM’yi gezmeye gelen insanla orada çalışan mavi hatta beyaz yakalının ortaklaşa bir alanı olarak yaşayabilir.
Bu bağlamda ilk soruyu tekrar hatırlayabiliriz; kentte tarım mümkün mü? Yemekten muaf olanımız var mı ki gıdayı başkasının eline teslim ediyoruz? Üretebildiklerimiz eksik kalsa bile kentlerde gıda üretimini denemeliyiz.
Gıda birleştirici bir şey. MEF Üniversitesi’nde ders programını tartışırken bir yandan üretimin içinde olan tasarımcılar da yetiştirmemiz gerektiğini düşünüyordum. Mimarlığı bu üretimden koparmamak lazım, daha bütüncül düşünmeliyiz. Bunları adım adım mimari tasarım stüdyosunda tartışmaya başladık. “Biz kimiz, üretiyor muyuz?” gibi sorular sorduk. “Sadece tüketiyoruz” gibi cevaplar geldi. Üretme konusunda öğrenciler inanılmaz heyecanlandı. 15 gün önce tohum toplamaya başladık, herkes en yakınlarından tohum araştırmaya başladı ve bir sürü şey çıktı. Anneannem, babaannem ne kadar çok şey biliyormuş diye şaşırdılar. Dün İzmir’deki Yerel Tohum Derneği’nden üniversiteye bir paket geldi. Paketi alan güvenlik görevlisi ne olduğunu sordu bana, ben de tohum olduklarını söyledim. Çiçek değil de meyve sebze ekeceğimizi duyunca çok heyecanlandı ve o da üretime katılmak istedi ve onlarla birlikte de çalışacağız. Okulda terasların kullanılması için izin de aldık. Bu süreçte de karşılaştığımız kişiler çok heyecanlandı. Bu olaylarla birlikte gördüm ki gıda inanılmaz bir birleştirici.
Yetiştirmek göreceli kolay ve birleştirici olanı ama hasadı toplamak ve dağıtmak esas mesele oluyor. Tabi ki bizler normal bir çiftçinin ürünle kurduğu ilişkiyi kurmuyoruz ve aynı emeği vermiyoruz. Üründen başka şeyler de üretme sürecini kurguladıkça bu süreçte bizim canımızı yakacak bir durum yok, ama bir çiftçi için böyle değil. Tüketim sürecini de kurgulamak çok önemli. Bu noktada bir özeleştiri yapmak gerek. Mesele bunu hayatın parçası haline getirebilmek. Gıdaya erişmekte güçlük çeken insanlarla hasadı paylaşmak veya yöntemlerini yaygınlaştırmak da çok önemli bu arada. Öte yandan herkes gıda yetiştirmek zorunda da olmayabilir. Bu nedenle topluluk oluşturarak bunun kurgusunu geliştirmemiz gerek. Herkesi bu zincirin bir parçası haline getirebiliriz. Ek Biç Ye İç’te biz, kendimizi sürdürmek için yetiştirdiğimiz her şeyden çorba, salata ve dürüm yapıp satıyoruz. Bu noktada pazarlamacı mantığını başka bir yol için devreye sokmalıyız.
Mesela bizim üniversitenin eğitim fakültesi yakınımızdaki Ayazağa Ortaokulu’na ders vermeye gidiyor, mimarlık bölümü de işbirliği yapıyor. Buralarda da etkileşim kurmamız gerekiyor, yeni mekanizmaları tetikleyebilmek için. Oradan da bir şeyler öğrenmeliyiz, bilgi alışverişi gerçekleştirmeliyiz. Dönebilir mekanizmaları çalıştırmak lazım.
Mesele sadece hasadın toplanması ve dağıtılmasında da bitmiyor. Bostanlar aslında kış bahçesidir. Ürünler hasat edildikten sonra kışa hazırlık yapılır. Hasat şenliği yapıldıktan sonra kışın gıdası elde edilir, bunun da vurgulanması gerekir. Bir topluluk oluşturmak ve paylaşmak önemli.
Öte yandan beklediğiniz gibi bir hasat da yapamayabilirsiniz. Bu işin doğasında üzülmek de var.
Bence üzülmek kıymetli çünkü o süreci mükemmelmiş gibi kurgulayıp topluluğa sunmaya kalktığımızda aslen yapay bir şeye dönüşüyor. Oysaki bir ürün yetiştiren çocuk, böyle bir hayal kırıklığı yaşadığında bu sürecin farkına varabilir ve bir şeyleri mesele haline getirebilir. Kendi kendine sürecin bir bölümünün sorumluluğunu sahiplenebilir.
Kentin taleplerinin değişmesiyle kırsalın da cevapları değişebilir. Şehir en kalabalık olduğumuz nokta ve buradaki ortak dertler çok çabuk yayılabilir, gerçek dönüşümün kentlerden hatta lüks sektörün taleplerinin dönüşmesinden başlayacağına inanıyorum. Yine de bunu sadece kendi başımıza yapamayız, yapmamalıyız. Kırsaldaki bilginin değeri bilinmedi pek, yok oluyor hızlı hızlı. Bu bilgiyi “permakültür” adı altına maal etme ile ilgili eleştiriler var. “Anneannemin bilgisi” ya da “permakültür” demem arasında benim için hiçbir fark yok. İki senedir üzerine çalıştığım bir proje var. Sonunda tamamlandı. Herkes merakla hayata geçmesini bekliyor artık. Kent içinde, üniversiteden başlayarak bu talebi oluşturmakla ilgili çalışma alanları var projede. Bu permakültür projesini kendi okulum diye önce İTÜ’ye götürdüm. Ne mutlu ki rektörlüğün ve sağduyulu idarecilerin inancı ve desteği çok büyük. Projenin uygulama aşamasında yalnız kalmayacağım bu sefer. Projede çalışmak isteyen alanında uzman kişilerden bir çekirdek ekibi kurdum. Proje başladığında çekirdek ekip ile birlikte kolları sıvayacağız. Devlet üniversiteyiz en nihayetinde, gerekli fon sağlandıktan sonra proje hayata geçebilecek. Amaç, üniversiteyi sağlıklı yerel gıdalarla doyurmak değil; bu alanda kapasite arttırıcı çalışmalar yapmak, talebi artırmak. Amacım bunu İTÜ’den başlayarak gerçekleştirmek. Orada olamazsa başka bir üniversitede gerçekleştirmek niyetindeyim, bakalım.
Geçen sene İstanbul’da Dünya Organik Tarım Kongresi’ni yaptık. Orada bir sürü sonuç çıktı. “Organik tarım dünyayı doyurur mu?” sorusunun cevabı fazlasıyla evet. Konvansiyonel tarımla geleneksel tarım arasında yapılan karşılaştırmalara göre geleneksel yöntemin daha bereketli, besin değeri yüksek, dayanıklı, iklim değişikliğine uyumlanabilen ve sürdürülebilir olduğu artık herkes tarafından kabul gören bir gerçek. Sürekli kullanılan bir kavram var: Sürdürülebilirlik. Ancak dünya böyle sürdürülecekse sürdürmeyelim daha iyi. Artık daha onarıcı tarafta olmalıyız. Kentler aslen çok iyi toprak üretebilir, yerel tohumu tekrar döndürebilir, mahalleler küçük aile çiftçilerini destekleyebilir. Bu açıdan kentsel tarım bir nevi onarıcı tarımdır.
Onarıcı, en kritik kelime olabilir. Bütünsel bakarsak çok önemli bir onarıcı kent modeli kurgulanabilir. Kendi kendini dönüştüren örnekler olabilir.
Bir yandan kent ritmi, öte yandan ise ekolojik ritim ve bu ikisinin arasında da insan var. Bir insan bu iki modeli de üstlenince garip bir durum ortaya çıkıyor çünkü hızları bambaşka bu iki sürecin. Kent ritmi çok yoğunken ekolojik ritim başka bir döngüde ilerliyor. Ekolojik ritim daha yavaşmış gibi görünse de onu kaçıramazsın, kaçırdığın anda örneğin mahsullerin mahvolabilir. Ben bu ikisinin arasında çok kalıyorum. O nedenle herkesin kentsel çiftçiye dönüştüğü bir modelin pek de işleyebileceğini sanmıyorum. Herkes kendi gıdasını, ekmeğini kendisi üretmek istemeyebilir. Onun yerine kendi gıdasını üretmek ve bundan kazanmak isteyen insanlar için bir alan oluşmalı.
Ekolojik hayatın çok hızlı bir ritmi vardır, kaçırırsan aç kalırsın, doğa hiç durmaz. Kırsalda yaşayan insanlar gıda üretiyorlarsa yıl boyunca hiç durmazlar, belki aralık ve ocak aylarında anca kısa bir molaları olabilir. Bu nedenle kentte tarım hayal ederken bu işin toplulukla yapılabileceğini de kavramak gerekir. Buğday Derneği’nin yeni projesi Doğa Dostu Kent Bahçeleri’nin ilk ayağı Tohumlar Kampüse’de, bu işe gönül vermiş, merak eden, yeni yeni deneyimleyen devlet üniversiteli öğrenciler ve öğretim görevlileri ile beraber kendi kampüslerinde kent bahçeleri/bostanları kuracağız. Üniversitelerdeki bu topluluklar beraber toprağa ellerini değdirerek, bir yandan sağlıklı gıda yetiştirme ve erişimi hakkında deneyim sahibi olurken diğer yandan ekolojik yaşamanın yaşanılan yerden bağımsız olduğunu deneyimleyecekler. Somut olarak bir bahçeyi sürdürülebilir kılmak için gerekli takım olma, birlikte iş yapabilme, sorunlar karşısında ortak çözümler bulma gibi çok önemli deneyimler de kazanacaklar. Temel bahçecilik eğitimleri ve ekolojik yaşama giriş eğitimlerini vereceğiz ardından geleneksel yollarla doğaya dost bahçelerin ilk kurulumlarını hep beraber yapıp, kurda, kuşa, aşa diyerek yerel tohumlarımızı toprakla buluşturacağız. Sonrasında bu bahçeler oradaki öğrenci ve öğretim görevlilerinin kontrolünde olacak. Gerekli koşullarda gerekirse uzaktan gerekli desteği vereceğiz. Bu projeyle ileride her mahallesinde bostanların olduğu, görüntü için değil sağlıklı gıda için yeşeren kamusal yeşil alanlarla donatılmış şehirlerin iyi niyet tohumlarını atmanın heyecanını yaşıyoruz.
Kentsel tarım bize ümit verebilir, bir ihtiyacı yeniden düşünme çerçevesi oluşturabilir. İstanbul’da kalan bostanları korur ve çevre çiftliklere (örneğin Gümüşdere, Ömerli, Çatalca vb) sahip çıkarsak ve üstüne kentsel tarım sistem ve ilkelerini yaygınlaştırırsak İstanbul’u doyuracağımızı iddia edemeyiz ama yine de elimizden geleni yapmalıyız.
Kırsalda üretilen gıdayı kentte tüketip onu kentteki çöp haline getirince kırsaldaki toprak fakirleşiyor. Bir yandan çöp yığınları, diğer yandan fakirleşen toprak yaratıyoruz, üstelik aynı kaynakla. Bu döngünün düzeltilmesi de önemli öte yandan.
Derneğimizin kurucusu rahmetli sevgili Victor Ananias “İyi bir geleceğin sırrı iyi niyet tohumlarında saklıdır” der bir videosunda. Gezi’den sonra içinde yaşadığımız bu sistemin çöktüğünün herkes farkında. İklim değişiyor, Türkiye’de yerel yetişen buğdayın %70’ini kaybettik. Kent bahçeciliğiyle yetiştiricilik bilgisini aktarabilirsek ne mutlu bize. Kentin kendini doyurma meselesi için en önemli konuysa kırsalla arasındaki uçurumun dengelenmesi. Çünkü kentselliğin artmasının yanı sıra kırsalı kentleştirme gibi bir tehlike de var.
Bütüncül bakmak önemli. Örneğin biz mimarlar yapı yaparken yapıyı orada öylece kendi kendine duran bir şey gibi algılıyoruz çoğu zaman. Tasarlarken hikaye kurgulamak şeklinde ilerleyen süreçler pek kalmadı. Öyle olunca da sanki her yapma bir bozmaymış gibi algılanıyor. Yapmanın, inşa etmenin ve tasarlamanın kötü bir şey gibi algılandığı bir yön de var ki bu da bir o kadar tehlikeli. Böylesi bir ikilik oluşturulmamalı. Kentsel tarım kentte yapım süreçlerini değiştirebilecek, yeni iletişim mekanizmalarını ve tasarım süreçlerini tetikleyebilecek de bir araç olabilir, ikiliği yaşatmayacak, hikayeleri ve insanı daha çok içerisinde barındıran birebir ilişkileri daha çok kuvvetlendirebilecek bir araç.
Yetiştirdiğimiz ürünleri nasıl ekolojik bir şekilde dağıtacağımız da bir problem. Bir sürü ekolojik geçinen markanın bunu hiç araştırmadığını gördük. Bu nedenle endüstri ürünleri tasarımını çok ilgilendiren bir alan var aslında. Bunları çözemeyince yurtdışındaki bilgi birikimini ithal etmeye çalışıyoruz. Bu tip konuları da zorlayıp yerel çözümler üretmeliyiz.
Kentsel tarımın yaygın olduğu bir şehir neye benzer?
Park ve bahçelerden öte, refüjdeki ağaçların meyve ağacı olduğunu hayal ediyorum mesela. Evlerde kendi ihtiyacımız olan baharatları yetiştirip ortak alanlarda da sebze yetiştirilen birtakım topluluk bahçeleri yapılabilir tabi, dünyada bunların örnekleri bolca mevcut. Fakat bir süredir benim ilgimi çeken ise diğer gözden kaçan alanlar. Yol kenarları bugün gördüğümüz manolya ve bolca ıhlamur dışında kestane gibi uzun ömürlü ve dayanıklı ürün veren ağaçlarla donatılabilir. Bunlar evlerde yetiştirilemeyecek türler olduğu gibi kentlerin acil durumda gıda erişimini de sağlayabilir. Düşünsenize, şu an sokaktaki tüm ağaçların kamuya açık yenebilir türlerle donatıldığı bir kentte açlık diye bir sorun olur muydu?
Estetik algımız da değişebilir. Yapılı çevrenin doğal süreçlerin içerisine geçiştiği bir durum çıkabilir ortaya belki. Mesela şekilci görüntülerden çok döngülerin ürettiği bir estetik anlayışı gelişir mi acaba diye düşünüyorum ben.
Bilinçli tüketim yaygınlaşır, israf ve su tüketimi azalır. Kuşlar, böcekler, kelebekler çeşitlenir. Kenti başka çalılarla paylaşma güdümüz gelişir. Çocukları iğrenmeden, yabancılaşmadan doğayı gözlemleme ve algılama olanakları veren ortamların sayısı artar. Saygı, sükûnet ve barış çoğalır.
Kent insanının sağlıklı gıda ile tüm algısı değişirken su, enerji ve iş gücü de doğru kullanılır. Daha mutlu insan daha mutlu çevre.
Yeşille buluşulan mekanlar insanları mutlu da eder. Bu alanlarda istihdam alanları oluşur. İstanbul’da “karın tokluğuna çalışıyoruz” diye bir serzeniş var ya, günden güne de gıda fiyatları artıyor ya… Sağlıklı ve yerel gıda ile ilgili istihdam edilen insanların sayısı arttıkça karın tokluğundan çok daha fazlası geliyor aklıma, işimiz her ne kadar sadece “gıda” imiş gibi görünse de. Doğanın takvimini kabul etmiş, kendisini doğadan ayrı görmeyen insanların üretimlerinin arttığı yeni iş alanları… Bu alanlarda çalışmak istemeyenler, sadece üretilenin tadına bakmak ya da satın almak isteyenler de olacaktır elbet. Bu üretim süreçlerini ve üretimleri gözlemlemek, desteklemek bile mutluluk verici bir şey. Çünkü bir bütünün parçası olduğumuzu hatırlamak demek aslında.
KUZGUNCUK BOSTANI’NIN ÖYKÜSÜ
Boğaçhan Dündaralp
Kuzguncuk Bostanı 700 yıllık bir tarihe sahip. Ancak bostanın son sahibi İlya, 1980’lerde ölüyor ve bostan hiçbir akrabası bulunamadığı için Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devrediliyor. O zaman burası bostan vasfında yeşil alan olarak görünürken 1986’da plan tadilatı yapılıyor ve okula çevriliyor. Ve 90’larda ilk eylem başlıyor. Ancak her defasında yeni bir projeyle geliyorlar, 2000’de de yine bir eylem oluyor; ardından alan bir peyzaj firmasına kiralanıyor ta ki 2010’da burası tekrar boşaltılana dek. Bizim bu alan üzerine ilk çalışmamız 2010’da başlıyor. Bu projeleri birlikte yürüttüğümüz bir mimar arkadaşımız tesadüfen Boğaziçi İmar’da okul projesini görüyor ve fotoğrafını çekiyor. Bu okulun üç boyutlu modelini yapıp, yerine montajladık ve Kuzguncuk’ta her yere astık ki herkes okulun inşa edilmesiyle birlikte bostanın nasıl bir hal alacağını öngörebilsin. Ardından mahalleden itirazlar yükseldi. Biz de burası için ilk alternatif projeyi geliştirdik. Bostanda zaten olagelen bir sürü aktiviteyi biraz daha geliştirip nasıl arttırabileceğimizi araştırdık. Hıdrellez şenliklerinden yazlık sinemaya, doğum günü kutlamalarından çocukların organize ettiği voleybol turnuvasına dek çeşitlenen aktiviteler bunlar. Bunları nasıl çoğaltabileceğimizi soran birtakım broşürler yapıp mahallede dağıttık, daha neler olabileceğini herkesle paylaştık. Çıkan verilere dayanan alternatif projeyi Boğaziçi İmar, Anıtlar Kurulu gibi kurumlara gidip anlattık. Bir yandan da bostanın bostan olarak kalması için hukuki süreç yürüyordu. Öte yandan da bostan mahalleliler tarafından kullanılmaya devam ediyordu. Ardından 2013’te okul projesi Boğaziçi İmar tarafından onaylanıyor, Anıtlar Kurulu tarafından onaylanmayınca bu kez Üst Kurul’a gönderiliyor ve o da hükümetin alt organı gibi çalıştığından hemen projeyi onaylıyor ve Çevre Komisyonu gönderiyor. Sonradan proje komisyon tarafından iptal ediliyor. Bu da Gezi sürecine paralel bir döneme denk geldi. Diğer birçok etkinlik gibi mahalle forumları da bostanda yapıldı. Burası İlya’nın zamanından beri bostan ve o kimliği sürdürmek ve desteklemek için ekip biçme ile ilgili insanlar da buraya geldiler, burada birtakım ekip biçme faaliyetleri dışında permakültür vs çalışmaları yapıldı. Bu projenin iptal edilmesi ile kiralama süreci arasındaki süreçte burada farklı bir deneyim yaşandı. Herkes bir nevi bostanı işgal etti ve gerilla tarım yapıldı, herkes bir şeyler ekip biçmeye başladı. Herkes kendine göre bir alanın etrafını çevirdi, kimisi baktı, kimisi bakmadı, kiminin ekinleri çalındı vs. İşte bunu deneyimlemek çok şey kattı bize. Fark ettik ki tarım meselesi herkes için birleştirici bir araç olabilir.
Sonra 2014 Mart ayında, Vakıflar burayı kiralama ihalesi açtı ve ihaleyi Üsküdar Belediyesi aldı. Biz de o tarihten bugüne dek bir proje üzerinde çalışmaktayız. 2010’da hazırladığımız Alternatif Proje zamanında katılımcı bir sürecin nasıl olabileceğini deneyimledik, insanlarla nasıl bir görsel diyalog kurmamız gerektiğini az çok çözdük. O nedenle 2014’te başladığımız bu yeni projede oranın hayatını gösterecek görseller oluşturduk. Herkesin tahayyülünde olup biten meseleleri biz mimarların anladığımız anlamda proje gibi değil de kolay anlaşılabilir bir görsellikle ürettik ve paylaştık. Bir yandan mahalle toplantılarında bir yandan yerel gazete Kuzguncuk Postası’nda projeyi yaydık. Belediyenin kiralamanın ardından ilk işi üst setlerdeki ağaçları budamak olmuştu, biz de bu üst setin artık orman vasfı kazanmış bir alan olduğunu onlara anlatmaya çalıştık. Bir yandan ağaç envanteri çıkartırken diğer yandan Tema Vakfı ile belediyeyi yan yana getirdik. Sonuçta üst setleri, yani orman vasfında olan yerleri meyve bahçeleri haline getirme konusunda herkes mutabık oldu.
Geri kalan alanlarsa kent bahçeciliği için üretilmiş yaklaşık 100 tane yükseltilmiş sebze yatağının olduğu kısımlar, İlya zamanındaki gibi köy meydanı gibi işleyecek ortak alan, çocuk oyun alanı, kütüphane / kum havuzu gibi işlevlerle organize ettik. Burada yapılan her şeyin doğal malzemelerden ve geçici nitelikte olması en büyük önceliğimizdi. İlya da zamanında burayı hiçbir zaman özel mülk alanı gibi kullanmamış, burayı herkese açmış. İsteyen gidip ihtiyacı olanı alır ve bütçesi kadar bırakırmış. Buradaki bu türden alışverişin kamusal bellekte de bir yeri var. O belleği sürdürecek bir yer olması bizim için önemli. Burada yaşanan gerilla tarım sürecinden çok şey öğrendik. Mekanın herkese eşit bir şekilde dağıtılamaması, Kuzguncuk dışından gelenlerin buradaki dinamikleri tam olarak çözemeden hareket etmeleri gibi durumlarda böylesi bir alanın herkesin birbiriyle ilişki kurabildiği bir yer olarak yönetiminin önemini kavradık. Bu, yine de tabi ki güzel bir andı. Herkes gibi biz de bunun geçici bir durum olduğunun farkındaydık, sonuçta bunu görmek bir deneyim. Onun üzerinden şimdi daha fazla katılımın mümkün olabileceği, herkesin eşit haklarda taleplerini karşılayabileceği bir tarımsal faaliyetin nasıl olabileceğini araştırıyoruz. Bostan için planlanan 100 küsur tane alan için Kuzguncuk’ta 300’den fazla kişi başvurdu. Bunun için kura çekilerek o yükseltilmiş yatakları kullanacak olanlar belirlenecek.
Şimdi o yaklaşık 100 alan için taahhüt yapılması da gündemde, bunu kullananlar için belirli süreler öngörmek lazım ki daha çok insan yıllar içinde faydalanabilsin. Ya da birileri iyi bakamıyorsa, mevsimsel döngü içindeki gereklilikleri yerine getiremiyorsa devretmek zorunda olmalı ki başkasının hakkı yenmesin. Bostanın kullanımında kendi içinde birtakım etik sorumluluklar oluşmalı ki yaşasın. İlya’nın ölümden şimdiye dek geçen süreçte, eskiden tarım alanı olan şey bugün artık başka bir kimliğe bürünmüş halde. Sadece ekim biçim yapılan bir yerden çok sayıda kamusal etkinliğe ev sahipliği yapan ve kendine has bir kamusal bellek geliştiren bir yere dönüşüyor. Sonuçta orada yaşlılar belki ekip biçerek değil, yürüyerek oturup dinlenerek vakit geçirmek istiyor, çocuklar bambaşka türlü bu alandan faydalanmak istiyor olabilir. Herkes için burası başka bir anlam ifade ediyor. Birtakım sosyal hareketlilikler için birlikte paylaşılan bir yer haline geliyor. Gidip kitabını okuduğun, tek başına vakit geçirdiğin, yürüyüş yaparak kendini rahatlattığın, köpeğini gezdirdiğin, onu salabildiğin bir yer oluyor. Sonuçta Kuzguncuk’ta yaşayan herkesin farklı ihtiyaçlarına farklı yanıtlar veriyor, hem tekil ve özel hem de ortak ve paralel. Böyle olunca orası sadece bireysel vakit geçirilen bir yer değil, sosyal olarak da yaşamın ekseninin çizildiği bir yer haline geliyor. Bunun içinde tarımsal faaliyet de, gölgesinde oturulan ağaç sayesinde yaşanan doğal bir deneyim de var. Bizim bu projeler üzerine çalışırkenki motivasyonumuz da alanın bostan ve yeşil kimliği sürerken Kuzguncukluların burası ile ilgili beklentilerini, yaşamak istediklerinin karşılığı olacak şeyi burada nasıl sürdürülebilir kılacağımızı bulmaya ve bunun için buraya ne kadar müdahale edilmesi gerektiğini anlamaya çalışmak. Bir kamusal alanında en önemli şey, o yere yer kimliğini veren bütün insanların, orada yaşayanların oradaki sürekliliğin bir parçası olması ve kendi anılarını biriktirmeye başlaması ki orada bir sahiplenme oluşsun, o yerin değerini bilinsin ve bu deneyimler sürekli aktarılabilsin.
Burada Tülay Atabey Onat, ben ve projeye emek koyan diğer mimarlar olarak en büyük avantajımız, tek başımıza hareket etmememizdi. Burada birikmiş olan bilgilerin, belli ilkelerin sorumluluğunu üstlenmeye çalıştık. Buranın bostan kimliğini sürdürmesi herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir meseleydi ama bunun ne kadar ya da nasıl olacağı gibi konularda görüş ayrılıkları yaşanıyordu. Mesela buraya aktivist olduğunu iddia eden ve öyle hareket eden ama ne bu mahallenin ne de herhangi bir yerin parçası olmayı bilmeyen birileri gelip de buraya çivi bile çakılmaması, olduğu haliyle kalması gerektiğini söylediler. Ama bunu yaparken de bütün o katılım süreçlerine dahil olmak, onları anlamak ve onlara itiraz etmek değil de gerçekçi olmayan şeyler öne sürerek burada eylem yapmak gibi yollar seçtiler. Oysa Kuzguncuk’un ve bostanın dinamikleri bambaşka.
Sonuçta şu an yapılmakta olan, ne tek başıma benim istediğimi yansıtıyor ne de aslında görmek istediğim şeyleri barındırıyor. Belki de kimsenin tüm detaylarıyla görmek istediği gibi değil ama herkesin ortak olarak kabul edebileceği bir düzeyde; temel ilkeleri olan ve onu sürdürürken müşterekleri koruyan bir düzeyde… Buradaki ana derdimiz, buranın bostan ve yeşil kimliğini korurken; buraya okul yapılmaması ve alanın Kuzgunucluklular için kamusal niteliğini sürdürmesi. Burası bireysel olarak, mülkiyet olarak kimseye ait değil, herkese ait. O nedenle bostan kimliğine zarar vermeden her şeyin sökülüp takılabilir olduğu, gerektiğinde oranın bir parçası olabilecek şekilde doğal olduğu bir kurgu oluşturmaya çalıştık. Bu perspektiften bakıldığında kapının öyle ya da böyle olması veya küçük detayların nasıl olduğu önemsiz kalıyor. e ya da böyle olması veya küçük detayların nasıl olduğu önemsiz kalıyor.
İlgili İçerikler:
-
Pekişen Ortaklıklar
-
Üretken Peyzajın Kentli Hali
Zaman gösteriyor ki kentlerde ürettiğimizin çok daha fazlasını tükettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz.
-
Galataport: Sıfıra Sıfır
Denize ve kente sıfır konumlanan Galataport projesi ile İstanbul'un kıyı kullanımına dair ne türden olanakların es geçildigini Ersen Gürsel, Haydar Karabey, İclal Dinçer ve Tavit Köletavitoglu ile konuştuk.
-
Kent/Peyzaj’ı Yeniden Düşünmek
Çetrefilli bir coğrafyada, süper büyük ilişkilerin ve küçücük anların çelişkileri ile dolu bir kentte yaşar olduk.
-
Kent Bahçelerinden Fab-Lab Ağlarına
Bir kentin doğayla ilişkilenmesi siyasi kararlara o kadar bağlı bir konu olmuş ki, sisteme savaş açmadan kentteki bir alana marul ekemiyorsunuz.
-
Etki-Tepki
Ahmet Doğu İpek, Can Altay, Merve Ünsal ve Sinan Logie ile gelecekte sanatsal üretim ile kent ilişkisinin izleyebileceği yeni rotaları konuştuk.
-
Katılımcı Mimarlık: İmkanlar ve Tuzaklar
Katılımcı mimarlık pratiğini Bengi Akbulut, Ferhat Hacıalibeyoğlu, Merve Akdağ Öner, Sait Ali Köknar, Senem Doyduk ve Sinan Omacan ile konuştuk.