Bana Başka Bir Mimarlık Anlat Hocam

LERZAN ARAS

Bir eğitimci olarak böyle bir etiket görseniz ne düşünürdünüz, hemen hazırda verecek bir cevabınız mı olurdu, bu nasıl tuhaf bir istek diye mi düşünürdünüz yoksa sizi de benim gibi bir hüzün mü kaplardı?

Kendime eğitimci demem için kaç seneyi devirmiş olmam gerektiğini gerçekten bilmediğim için sadece “bu konuda uzun yıllardır gayretli bir akademisyenim” diyerek kendimi daha doğru konumlandırdığımı düşündükten sonra sizinle (benim için geçerli) bazı gerçekleri paylaşmak isterim.

Bu yazı için çok uzun süre düşündüm, neyi nasıl anlatacağımı bilemeyeceğimi düşündüğüm çok an oldu. Kolay bir konu değil, hatta çok hassas olduğu da söylenebilir. Sonuçta, kimse gerçeğin her zerresini çok içine sindirerek almayı sevmez. Pırıltılı görüntüler hep gölgelerin önüne geçer, ancak yine de bir yer vardır orada durursunuz, daha ötesini göremediğiniz için artık etrafınızda gerçekten olan bitene bakmanızın zamanı gelmiş olur.

Mimarlık çoğumuzun bildiği hatta pek çok yazıda ifade ettiği gibi bir takım dönemeçlerden geçti, geçiyor. Yolun sonu dendi ama herhalde son henüz gelmedi; mimarlık devamlı dönüşüyor, kıvranıyor, farklılaşıyor, diğer disiplinlere öykünüyor ve sonuçta biz de hakkında devamlı bir şeyler yazıyor, okuyor, tartışıyoruz.

Türkiye’de ve dünyada olan biteni, güzeli çirkini birbirinden çok farklı mimarlık olayını takip etmeye çalışıyorum; eminim konu ile ilgili herkes de benim gibi yapıyor.

lerzan aras
fotoğraflar: lerzan aras

Peki, o zaman isterseniz son dönemlere biraz bakalım, acaba gündemlerimiz kesişti mi diye. Dünyada ve Türkiye’de mimarlık camiasının son zamanlarda en çok konuştuğu konulardan akla gelen ikisi şüphesiz Pritzker sahibi Alejandro Aravena ve Venedik Bienali oldu. Bienal bir süre sonra biteceği için bu konuda bir şeylerin hızını kaybedeceğini düşünebiliriz. Çok beğenenler de oldu, hafiften burun kıvıranlar da. Konuya dahil edilen Koolhaas ve Foster’ın artırdığı ilgi bir yana, seçilen konuların önemini hepimiz kabul ediyoruz. Yaşamı ve problemlerimizi olduğu gibi gözler önüne seriyorlar. Zaten bienal hakkında çok da yazı yazıldı. Konuya bu bağlamda dahil olmayı düşünmem. Aravena’nın mimarlığa getirdiği yeni tartışma ortamı ile bir eğitimci olarak daha fazla ilgileniyorum.

Aravena mimarlık dünyasına öyle radikal bir giriş yaptı ki bu sene adını çok duyacak gibiyiz. Aslında Pritzker ödülünü almadan önce de Güney Amerika’da sesi çok duyulan ve kendini çok iyi ifade eden bir mimar olmasına rağmen doğal olarak bu ödül ile bakışlar üstüne daha fazla çevrildi.

Sosyal konut da neyin nesi dendi bir süre, sonra zaten bunun zamanının geldiği söylendi. Nereye baksak, aynı sosyal konut tasarımlarının fotoğraflarını görmeye başladık. Bir anda sosyal konut tasarımı Aravena ile anılmaya ve ne kadar önemli bir konu olduğu vurgulanmaya başlandı. Hatta bienalde Aravena, seçtiği "Cepheden Bildirmek" temasıyla takdim edildi; artistik küratörlüğün ona bu temayla verilmesi herkesin dikkatini çekmişti. Sadece bu "cepheden bildirmek" kavramı bile, içinde bulunulan zor durumla Aravena’nın özdeşleştirilmesi anlamını taşıyordu. Bahsedilen bu zor durum ise gerçek anlamda dünyanın geldiği gelir düşmesi ve konut sıkıntısıydı.

Dünya zor günlere ilerliyor. Doğal kaynaklar azalırken, savaşlar ve fakirlik artıyor; kapitalist sistem tıkır tıkır işler, hepimiz müthiş bütçeli tasarımları izlerken, bir yandan da parasızlığın yüzünü görebiliyoruz. Yani gerçek anlamda da “cepheler” mevcut. Şimdi tam bu noktada Aravena’nın aslında hiçbir mimarın ya da okulun çok da üstüne eğilmek istemediği bir konuyu bu kadar ortaya çıkarmasını konuşurken, bambaşka bir konu daha gündeme geliyor.

Biz öğrencilere neyi öğretmeliyiz? Whiting bir söyleşisinde “Eskiden her şey çok daha kolaydı ya postmoderndiniz ya da ona karşı, şimdi her şey birbirine karıştı.” derken çok haklıydı.1 Şimdi çok fazla kavramla boğuşuyoruz. Teknoloji, sürdürülebilirlik, kentsel dönüşüm, pragmatik yaklaşımlar, sosyal ve gündelik hayat, çok farklılaşan kullanıcı gereksinimleri vs. derken her şey biraz doz aşımı oldu.

Oysa 80’ler, henüz postmodernizmin kendini çok da çeşitlendirmediği yıllar daha kolaydı. Politik, eleştirel ve karşıt görüşler, sistemi hep aynı çizgide tutuyordu. Öğrenci için ise kuralları takip etmek yeterli oluyordu.

Sonra 90’lı yılların parlayan pragmatizmi ve bence Koolhaas ile konunun sihri bozuldu, daha doğrusu sihir başka ellere geçti ve o da çok beğenildi. Kimse OMA ya da AMO’nun kattıklarını yadsıyamaz. Eisenman’ın “özerk kalalım” çağrılarına karşın, mimarlık dünyası kendini eleştirel teorinin dışına taşımaya o kadar hazırdı ki minimalist hareketlerden başlayarak, Hollandalı mimarların devrim niteliğinde tasarımlarından (Orange Revolution), fenomenolojik bakışlara, sürdürülebilir olmaktan radikal olmaya kadar her yolu denedi ki bu da çok doğaldı.

Doğal olmayan ise öğrencinin bu sistem içinde kendini konumlandırabileceği tüm mihenk taşlarının elinden alınmasıydı. Yıllarca tüm sistemlerde öğrenciler benzer şekilde eğitildiler. Bu sistemler farklı metotlarla kurgulanmış olsalar da, hep aynı kalıpla ilerlediler. İçinde bulunulan düzenin temsil edilebileceği ve objede yansıyacağı örnekler anlatıldı ve öğrenciden söylenmese bile benzerleri istendi. Uzun yıllardır star mimarların eserlerine öykünerek çalışıyor öğrenciler, her zaman da bu noktada övgü ve destek aldılar.

Peki, şimdi hangi tasarım atölyesinde öğrencilerden Aravena’nın sosyal konutları gibi bir konu üzerinde çalışmaları istenebilir? Ya da daha açık sormak gerekirse; hangi hoca bir tasarımı süslemeden, kendi izini bırakmadan, salt mimarlık olarak temel işlevlere geri dönüşle öğrencilerine yaptırmayı ister? Hoca istese de öğrenci yapabilir mi, üstüne pırıltılar koymadan bir tasarım tüm çıplaklığıyla ortaya konabilir mi? Konunun sosyal boyutunun, mimarisinin önüne geçmesine kim izin verir?

Ben bu konuda, küçük bir çalışma sürecinde, bir meslektaşım ve bir grup öğrenciyle büyük bir hevesle çalıştım. Çok büyük beklentilerim yoktu. Çıkan sonuç fazla hayal kırıklığı yaratmadı ama bu konuda daha fazla düşünmeme ve araştırmama sebep oldu.

Bir tek soruyu sizinle paylaşmak isterim: “Hocam, sosyal konutlar zaten kötü görünüşlü karanlık yapılar olmaz mı?” dedi bir öğrencim.

Bu yazıyı yazmanın ilk planlarını da bu andan sonra yaptım. Mimarlık tarihi derslerinde özellikle yakın tarihte daha dikkat çekici olsun diye seçtiğimiz birbirinden farklı mimarların farklı ve pırıltılı eserlerine büyük bir hayranlıkla bakan öğrencilerimin Aravena’nın sosyal konutlarına gerçekten anlamaya çalışarak baktıklarını ama çaresiz kaldıklarını da gördüm.

Bundan iki sene önce Shigeru Ban, Pritzker ödülünü aldığında da benzer bir dalga olmuştu. Herkes tasarımlardaki doğallığı çok takdir etmişti. Özellikle karton katedral uzun süre hafızalardan silinmemişti, sonra her şey, üzerine bir sayfa çevrilmişçesine bir köşede bırakıldı.

Şimdi sosyal farkındalık üzerine bir sene yaşıyoruz. Ancak her şeyi geri sardığımızda, sanırım göreceğimiz modern dönemin ütopik ve çok rasyonel çizgisinin bir anlamda geri taşındığı olacak. Bu noktada tabii ki Tafuri’yi hatırlıyoruz ve dediklerinin nasıl hala geçerli olduğunu da… Yani kapitalizmin aracı olan mimarlığın, bir sosyal dönüşüm aracı olamayacağı gerçeği...2

Ya da öbür tarafta Koolhaas’ın mimarlığı gerçek dünyayla bağlama çabalarının kente, ürüne hatta kapitale yansıması ve sonuçta bununla baş edebilmek için dünyayı değiştirme çabalarından vazgeçilmesi gerçeği… Ve yine Koolhaas’ın deyişiyle, mimarlığın aslında şekil verebileceğin bir çamur olması ama müşterilerin bazen binadan öte bir mimari düşünceyle memnun oldukları ve aslında konunun o çamurla da ilgisinin olmadığı, her şeyin kavramsal ve organizasyonla gittiği gerçeği...3

Konumuza geri dönersek, ideallerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, değiştiremeyeceğimiz gerçekler var. Eğitimci olarak bizim de değiştiremeyeceğimiz ya da belki değiştirmeye cesaret edemeyeceğimiz gerçek, (çoğu) öğrencinin mimarlığın parlak ve pragmatik tarafını sevdiği ve kendini o “cephede” iyi hissettiğidir. O yüzden de “Başka dünyaların insanlarıyız.” gibi bir Türk filmi noktasına maalesef geri dönüyoruz…

Bu konuda herkesin çok sözü olacağını düşünüyorum. Belki de bunu tartışmalıyız.

Konumuz “Öğrenciye her şey öğretiliyor mu?” değil, elbette öğretilmeye çalışılıyor, elbette müfredatlar devamlı yenileniyor, elbette ortam hep canlı ve güncel tutulmaya çalışılıyor ama farklı cephelerde savaş verdiğimiz gerçeğini de kabul etmemiz ve en önemlisi de konuyu çok basitçe ele almak lazım.

Peki, ne yapabiliriz? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum.

Sadece sorabileceğim başka sorular var.

Örneğin, öğrencilerin dünyanın şu anki durumu düşünülürse yaşadıkları ortam, sosyal ve kültürel durumları onları nasıl bir dünya algısına götürüyor, bunu biliyor muyuz? Biz onlardan gerçekte ne bekliyoruz, onlar bizden gerçekte ne bekliyor, hatta onların gelecek beklentileri neler?

Zaman zaman okuduğum çok derin ifadeli, hatta bir kuramcı olarak bile bazen anlamını çözmekte zorlandığım yazıları, öğrencilerin anlayabileceği bir noktaya neden getiremiyoruz, neden onları da bu tartışmalara çekecek bir cazibe ortamı oluşturamıyoruz? Ki bu, başlı başına bir yazı konusu diye de düşünüyorum.

Kullandığımız pek çok kavramın onlar için ya anlam ifade etmediğini ya da kavramın bambaşka bir bağlama oturduğunu bilseniz neler hissederdiniz?

Texas Üniversitesi’nde yıllar önce başlayan ve bir süre sonra Doğu Avrupa’ya yayılan, dikte edilen mimarlığın dışına çıkmayı hedefleyen ve mevcuda direnç gösteren bir “pulp mimarlık” gündelik yaşamın her anına odaklanırken, bu konuda çalışan öğrenciler ve eğitimciler varken, bir değişimi umut edebilir miyiz, ya da neyin değişmesini bekliyoruz?4

Sorular ve cevaplar bir yerde bizi bekliyor. Zamana ihtiyaç olduğu kesin…

İçinde bulunduğumuz çok değişkenli dünyanın kendi akışında bize belli alternatifler sunacağını umut etmek istiyorum…

NOTLAR:
1 Sarah Whiting ile Peter Eisenman arasında geçen, mimarlık eğitimi, pedagoji ve aslında kuramın nereye doğru gittiğini anlatan bir sohbettir. Bkz: Whiting S. (2013). “I am interested in a project of engaged autonomy” Log, Vol 28, pp. 109-118.

1 Politize olmuş ve kendi özüne dönmediği sürece içinde bulunduğu kaostan çıkması mümkün olmayan bir mimarlığın tanımını yapan Tafuri, her şeyin kapitalist dünya ile ilişkisi olmasının da mimarlığı bir ütopyaya dönüştürdüğünü ve aslında bireyin yok edilip, geleceğin planlanmasına çalışılarak günlük deneyimlerin ortadan kalkmaya başladığı bir düzenin oluştuğunu savunmaktaydı. Bkz: Tafuri, M. (1973). Architecture and Utopia: Design and Capitalist Development, MIT Press, çev. Barbara Luigia La Penta, Londra.

3 Rem Koolhaas ve Sarah Whiting’in özellikle Koolhaas’ın en bilinen çalışmalarından biri olan S,M,L,XL’ın çıkışı ile başlayan, sonrasında kent ölçeğine ve mimarlığa bakışını anlatan uzun bir sohbettir. Bkz: Koolhaas, R., Whiting, S. (1999). A Conversation between Rem Koolhaas and Sarah Whiting, Assemblage, Vol. 40, pp. 36-55.

4 Pulp Architecture kavramı 2003 yılına kadar gidiyor. Texas Üniversitesi lisansüstü stüdyolarında başlayan bu düşünce akımı, her şeyin birbiri içinden geçişinin mümkün olduğunu ve toplamının yaşam olduğunu kabul ederek ilerliyor. Bir program ya da bir ideoloji olmamakla birlikte, mimarinin değişen sosyal, kültürel ve ekonomik koşullara uyum sağlamak için, sokak kültüründen, sanata, filmden yeni medya akımlarına kadar her alandan bilgi toplamasıyla tanınıyor. Bkz. Connah, R. (2005). “Pulp architecture”, Perspecta, Juxtapositions, Vol. 36: 34+37-52.

Etiketler:

İlgili İçerikler: