Kültürel Mirasın Korunması ve Modern Mimarlık Problematiği

KORHAN GÜMÜŞ

Mimarlığın ortadan yarılmış gibi bir vaziyette olması düşündürücü: Bir tarafta ihyacılar, “aslına uygun yapmacılar”, diğer tarafta modernciler, “yıldız mimarlar”. Sanki restorasyon, kültür mirasının korunması ile modern mimarlık birbiriyle ilişkisi olmayan iki ayrı meslek ideolojisine dönüşmüş durumda. Aralarında ise sanki dikenli tellerle çevrilmiş sınırlar var.

Restorasyon başlığı, “aslına uygun yapma” kalıbı altında, ihya çalışmaları gerçekleştiren mimarlar ise daha çok kamu himayesi altında ve anonim kabullerle iş görüyorlar.

Modernci mimarlar ise sanki biraz büyük sermaye, yüksek gelir grupları ile haşır neşirler. Elbette ki mimarlıkta farklı bilgi ve deneyimler olması kaçınılmaz. Ancak bu ayrışma sanki daha çok kamusal alanı paylaşma biçimi gibi gözüküyor. Mimarlığın “aslına uygun yapmacılık” ve “moderncilik” gibi iki ideolojik kampa ayrılmış olması ve aralarında bir ilişkinin olmaması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Profesyonelliğin bu anonim kalıplar etrafında çerçevelendirilmesi ister istemez entelektüel boyutuyla ilgili bir kriz içinde olduğumuzu düşündürüyor. Bu yarılmanın başka bir sorunun semptomatik bir görüntüsü olduğunu, başka çelişkileri örtmeye yaradığını söyleyebilirim. İlk bakışta mesele ideolojik gibi gözüküyor. Ama bu görüntünün arkasında maddi nedenler olmalı. Maddi nedenler deyince parasal, ekonomik nedenler değil, daha çok profesyonellik pratikleri anlaşılmalı. Örneğin profesyoneller kamu projelerinde nasıl yer alıyorlar? Üniversiteler nasıl bir işlev görüyorlar? Kamu çalışanları kendi işlevlerini nasıl tanımlıyorlar?

Bildiğimiz gibi kültürel karşıtlıklar genellikle (örneğin sekülerlerle muhafazakarlar arasında değil) insanlar arasındaki çelişkileri, eşitsizlikleri gizler. Karşıtlık bu açıdan bakıldığında bir işaretsizleştirme, sembolik şiddet rejiminin semptomlarıdır. Dolayısıyla her ikisinde de modern temsil tekniklerinden söz edilebilir ama liberal, imtiyaza ve güce dayanmayan bir profesyonellik ortamından söz etmek mümkün gibi gözükmüyor. Kamu dediğimiz ise gerçekte onunla etkileşimli bir soylulaştırma süreci üreten, ayrıcalıklı bir seçkinler topluluğu.

Fuar alanındaki Yeniçeriler
Fuarda yer alan arkada Peter Eisenman’ın Yenikapı Müzesi önerisi, önde aktarma merkezi
İstanbul, Tünel Meydanı’nda yer alan Cer Atölyesi’ni müzeye dönüştürme projesi görseli üstte: 1:40 ölçekli, panoramik resim hazırlık çalışması maketi, fotoğraflar: Korhan Gümüş

Bunun en iyi göstergesi herhalde kültür mirası alanında neyin değerli, neyin değersiz olduğunu belirleyen buyurgan, yukarıdan bakan arşivleme yöntemleri. Burada kültür mirasının katılımına, konuşmasına izin vermeyen, keşifçi olmayan, sterilleştirilmiş bir temsil sisteminin varlığından söz edebiliriz. Örneğin “aslına uygun yapmak” (tarihi çevreye uyumlu yapmak, bilim adına yapmak gibi versiyonları da var) gibi kapalı uçlu, kültür mirası ile temsil rekabeti içine giren söylemler bu alanda özellikle yaygın. Dediğim gibi, genellikle katılım alanını daraltan, uzaktan kontrole ve nesneleştirici deneyimlere dayanan, panoptik temsil teknikleri kullanılıyor. Bunun ise örneğin Tarihi Yarımada gibi SİT alanlarında nasıl sonuçlar verdiği ortada. Bu hiçleştirici, işaretsizleştirici temsil sistemi ister istemez taklitçiliği motive ediyor. Kamunun kural koyma, gelişmeyi düzenleme vasfı yok oluyor.

KÜLTÜR MİRASI DERKEN NEDİR AVRUPA'NIN ZORU?
2018 yılı, Avrupa Birliği tarafından Avrupa Miras Yılı ilan edilmişti (1975’teki sloganı “Geçmişimiz İçin Bir Gelecek”ti, 2018’in sloganı “Geçmişin Gelecekle Buluştuğu Nokta”). Program tanıtım metninde, “mirasın Avrupa'yı çeşitlendiren, paylaşılan tarihi ve zengin kültürleri vurgulamak için” öne çıkarıldığı söyleniyor. Ayrıca tanıtım metninde vurgulandığı gibi, meselenin bir de ekonomik arka planı var. Miras sektörü Avrupa’nın önde gelen endüstri kolu otomotiv sektöründen beş misli daha fazla katma değer yaratıyor; başka bir iş koluyla mukayese edildiğinde neredeyse sınırsız çeşitlilikteki (eğitim, yayıncılık, turizm, ulaşım, mimarlık, müzecilik, bilim, sanat, yenilikçi teknolojiler gibi) istihdam alanlarına yayılıyor.

Avrupa siyasetinde (Avrupa Konseyi-AB) kültürel mirasa yönelik deneyimlerin, değerlerin önemli bir yeri olduğu söyleniyor. Bu noktadaki kaçınılmaz soru şu: Kültürel miras meselesi Batı merkezli bir değer sisteminin, eşitsiz bir ilişki biçiminin dayatılması mıdır?

Nitekim Batı’nın arkeolojik keşiflerin, kültür ve sanat dünyasının beyni gibi konumlandığını düşünürsek, bu soru hiç de yersiz bir soru değil. Ancak bu değer sisteminin mücadeleler ve çelişkilerle dolu bir deneyimin ürünü olduğunu düşünürsek, meselenin “Batı merkezli” bir değer sistemi değil, gerçekte kapitalist modernleşmenin yarattığı çelişkiler ve bununla baş etme deneyimi olduğunu varsayabiliriz. Ayrıca evrensel olma iddiasındaki değerler kadar milliyetçilikler de aynı sürecin içinde. Taraf olmak, reddetmek, dışına çıkmak anlamına gelmiyor; tam tersine sorunu örtmeye, perdelemeye yarıyor. Bu değer sisteminin, toplumu tasarlama ideallerinin yaratmış olduğu insani felaketlerden çıkarılan derslerle, savaşlar sonrasında oluştuğunu söyleyebiliriz.

2018 Avrupa Miras Yılı tanıtım metni sanki bir meydan okuma hali olarak meselenin siyasal boyutuna da vurgu yapıyor: “Amaç kültürel mirasın kasıtlı olarak yok edilmesine karşı Avrupa’nın değerlerinin bir savunusu.” Mirasın şiddet grupları tarafından yok edilmesi nasıl kasıtlıysa, Batı tarafından korunması da kasıtlı. Görüldüğü gibi değerler açısından olduğu kadar, miras siyaset için de bir uygulama alanı: Bir tarafta mirasa değer vermek, korumak, diğer tarafta ise şiddet, yıkım.

Oysa biraz yakından bakınca, meselenin siyah ve beyaz gibi ayrışmadığı görülüyor: Örneğin Batı ölçütlerini kendi kamu yararı anlayışının temsili olarak gören buyurgan imtiyazlı sınıfı ya da kendi ecdadının mirasına sahip çıktığını iddia ederken (ve restorasyon için dünyanın bütçesini ayırırken) yok eden yönetimleri bu karşıtlık şemasında nereye yerleştireceğiz?

Koruma uygulamalarındaki çelişkilerin nedenleri hakkında fikir sahibi olmaya çalışan insanların bir açmazla karşı karşıya oldukları açık. (Böyle çelişkili durumlarda, eğer meseleyi analiz etmek istiyorsak, soğukkanlı olmak zorundayız.) UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul’un bölgelerinde gerçekleşen uygulamalar karşısında, ya “onların kendi değer sistemini empoze ettiğini, bizim de kendi değerlerimiz olduğunu” söyleyerek meseleyi ört bas edeceğiz ya da bunlar için “ne o, ne bu” diye yeni bir kategori açılması gerekecek.

Bu meselenin, görünüşte isteyip de bir türlü gerçekleştiremeyen (AB’ye giremeyen/alınamayan) Türkiye gibi bir ulus-devletin siyasal durumunu anlayabilmek için “elverişli bir laboratuvar” olduğunu söyleyebiliriz.

İSTANBUL'DA TAKLİTÇİLİK VE CANLANDIRMACILIK FUARI
İşte tam bu noktada, 12-14 Nisan 2018 tarihleri arasında düzenlenen Heritage İstanbul (Restorasyon, Arkeoloji ve Müzecilik Teknolojileri) Fuarı ve Konferansı’nın bu meseleyi tartışmak için iyi bir fırsat oluşturduğunu söyleyebilirim. Fuar, hem kültürel miras alanındaki normlar konusundaki tartışmaları, hem de kamunun ve profesyonellerin katılım biçimini göstermesi açısından ilginç bir karışımdı. Stantlarda “restorasyon” diye tanıtılan projeler genellikle canlandırmalardı. “Fuarlar zaten böyledir, bunda ilginç olacak ne var?” diyebilirsiniz, haklı olarak. Fuar, adı üzerinde ticari bir yer. Burada daha çok malzeme, teknoloji, uygulama şirketleri yer alır. Burada ilginç olan ise adında geçen başlıklarla sergilenen şeyler arasında ilişki kurmak.

Fuarda meslek odaları yoktu. Ama kültür mirası ile ilgili olarak çalışan sivil toplum kuruluşları vardı. Herhalde kültürel mirasın korunmasında onların da bir rolü var diye düşünülmüş olmalı ki, onlara da giriş holünde broşür dağıtmaları için küçük stantlar ayrılmış. İçeride ise “sektörde yer alan” uygulama şirketleri, müteahhitler. (Fuarda mimarlık ofislerinin yer almaması bana yine de biraz tuhaf geldi. Demek ki mimarlık ofisleri bu fuarı önemsememişler.) Buna karşılık fuarda en büyük yeri kamu kuruluşları kaplıyordu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi hacimleriyle dikkati çekiyordu. Bunların içinde sonuncusu büyük maketler, dev ekranlar ve masalarda sürekli pasta ikramı ile en ilgi çekici olanlarından biriydi.

Bu stantta tanıtılan projelerin başında Peter Eisenman’ın "Yenikapı Müzesi" projesi yer alıyordu. Üç ayrı raylı sistemle, şehirler arası deniz ulaşımın kesiştiği, dünyada eşi bulunmayan kültür mirasının ortaya çıktığı şehrin en büyük transfer merkezinin gerçekleştirildiği Yenikapı’da gerçekleştirilmeye çalışılan dev alışveriş merkezinin (şehir tarihine geçecek ilginç bir mücadele yöntemi ile) yerini bir müze fikrinin alması hiç şüphesiz sevindirici.

Ancak yine de kafamda soru işaretleri belirdi: Yarışma programı, şehrin en büyük transfer merkezine dönüşecek bu alanın bütününü kapsıyordu. Proje kapsamının yalnızca bir yapıya (müze) indirgenmiş olması ve çevre düzenlemesinin dahi iptal edilerek “park ve bahçe düzenleme işi”ne dönüştürülmesi acaba neye işaret ediyor olabilir? Bu çaptaki bir projeyi yönetmenin zorluğuna mı? (Bilmiyorum proje müellifleri buna ne dediler, bu müdahaleyi orada bulunan sivil toplum kuruluşları nasıl karşıladılar?)

Sonuçta bir yapıya indirgenmiş de olsa, bu müze projesinin fuarda tesadüfen orada bulunuyormuş gibi durduğunu ve fark edilmediğini söyleyebilirim. Dünyaca ünlü bir mimar tarafından tasarlanan ve şehirdeki en kapsamlı kültür yatırımı olan bu devasa müze projesinin mimarlık ortamında enine boyuna ne zaman konuşulacağını doğrusu merak ediyorum.

Yarışmanın sonuna doğru programının ve seçici kurulun değişmesi, bu değişikliklerin seçici kuruldan ve yarışmaya katılanlardan gizlenmesi; anons edilen sayının son anda, seçim sonrası artırılması ve yarışmayı düzenleyen kurumun başkanının (şartnameye göre bir yabancı ortakla) yarışmaya girmesi ve elbette birincilik ödülünü alması gibi bir skandaldan sonra böyle bir sonucu belki de normal karşılamak gerekiyor.

Şehrin en önemli arkeolojik buluşlarının gerçekleştiği alanda fark edilmeden gerçekleştirilen 42 bin metrekare taban alanlı bir alışveriş merkezi projesiyle başlayan tuhaflıktan sonra böyle bir gelişmenin fark edilmesini beklemek zor olmalı. Demek ki bu gelişmede beklenmedik olan şey tıpkı AKM’de, Sulukule’de ya da Galata, Kuledibi yıkımlarında olduğu gibi dışarıdan birilerinin bu kapalı işleyişe itiraz etmesi ve süreçte şaşırtıcı bir şekilde değişiklik yaratmasıydı. Bu rahatsızlık AKM’de olduğu gibi elbirliğiyle ortadan kaldırıldığına göre şimdi bu geçici parantez kapatılabilir ve tekrar alışveriş merkezine geri dönülebilir. Çünkü üzerinden on yıl geçmesine rağmen bu müze projesinin akıbetinin ne olacağı, ne zaman tamamlanacağı, nasıl yönetileceği, nasıl düzenleneceği hala belli değil. (Bu belirsizliği gördükten sonra “Alışveriş merkezi daha mantıklı bir projeymiş” diyebilirisiniz.) Projeyi kim yönetecek? Belediye mi? Arkeoloji Müzesi mi?

Stanttaki diğer iki önemli proje ise İstanbul Şehir Müzesi ve Tünel’deki Cer Atölyesi’nin İETT (İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel) Müzesi’ne dönüştürülmesi. 1990’lı yıllardan beri Tramvay Müzesi’nin başına gelenleri hatırlayınca burada da bir parantez açmakta yarar var. Bu müzenin sürecini araştıran bir kişi olarak şunu söyleyebilirim: Bu projenin de tıpkı diğerleri gibi (Poligon'daki Havagazı Fabrikası, İtfaiye Müzesi, Su Müzesi gibi) bir fiyasko olacağının şimdiden belli. Şehir Müzesi ise yeri çok değiştiği için olacak, stanttaki yer alış biçimiyle ne yazık ki bu tür ayrıntılardan mahrum kalmış.

Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirmiş olduğu Süleymaniye, Kara Surları, Tekfur Sarayı gibi “restorasyon” örneklerine bakınca “aslına uygun yapma nosyonu burada nasıl yer alıyor?” yerinde bir soru olmalı. Çünkü bu “restorasyon” işleri, Miniatürk’teki replikaların sınıfına girecek kalitede bile değil.

EVRENSEL NORMLAR DIŞARIDAN DAYATILAN BİR ŞEY Mİ?
Başlangıçtaki sorumuza geri dönersek: Kültürel mirasın insanlığın ortak değeri olduğunu söylemek (öne çıkarmak) Batı’nın normlarını dayatmak mıdır? Zira UNESCO ve AB ilişkilerinde yerel yöneticilerin yaklaşımı ve algısı biraz böyle.

Örneğin İstanbul Kara Surları’nda veya Süleymaniye’deki yok edici restorasyon uygulamaları için eleştiriler söz konusu olduğunda, yerel yöneticilerin “onların bizim yaptıklarımıza karışma hakları yok” dediklerini görüyoruz.

Bu temsil modelinin sürdürülebilir olması için, yönetimin siyasal iktidarın elindeymiş gibi gözükmesi gerekiyor. Kültürel miras sorunsalının kökeni, yani kapitalizmin metalaştırıcı, araçsallaştırıcı, yok edici gücüne karşı olan direniş, mağdurların muktedirlerin alanına dahil edilmesiyle semptomatik bir mücadeleye dönüşüyor. Rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık had safhaya ulaşıyor. Kültürel miras problematiği sonuçta bu özcü kimlik alanında (semptomatik görünümünde) kökeninden, hatta kendi hafızasından koparılıyor. Bu durumda yaşanan, sürekli bir temsil krizi koşullarında, kimliklerin, değerlerin kendi öz-yıkımlarını gerçekleştirmesi. Yani kimliğin kamu gücü üzerinden kendisini temsili. Kimliklerin şiddet yoluyla hayatı belirleyen bir tür kutsal bagaja dönüşmesi. (Ölmeyecek kadar canlı, hem de canlı olmayacak kadar ölü.) Kendisine ruh veren hafızasından arındırılması ve sembolik sermaye sahibi imtiyazlı sınıflar tarafından bu temsil krizinin perdelenmesi. Böylece neo-liberal iktidarların yarattığı eşitsizlik, siyasal alanda yeniden üretiliyor. Temsil ettiğinin yerine geçen taklit, kapitalizmin işleyişini gizliyor. Gerisi, iktidarın geri kalanı, yani gövdesi kimlikten sıyrılmış ve perdelenmiş halde karanlıkta kalıyor. Siyasal iktidarlar ve kimliklerin temsili, bu karmaşık yapının yalnızca görünür kısmı. İktidarın “siyasal olmayan” tarafı ise kurumsal işleyişlerle görünmez kılınmış durumda. Kültürel miras politikalarında mimarlığın temsil ettiği ile bir temsil rekabetine girişmesinin, onu yeniden inşa etmeye, taklide dönüştürmesinin, kimlik temsili olarak gerçekleşmesinin nedeni bu.

Etiketler:

İlgili İçerikler: